Su ve Uygarlık

-Sivas’ta su ve medeniyet ilişkisi-

Belki ilk duyduğumuzda kulağa inanılmaz gelecektir ama, Sivas şehrinin tarihinin M.Ö. 8000’li yıllara kadar gittiği arkeolojik bulgulardan anlaşılmaktadır. Yani yaklaşık 10.000 yıllık tarihi olan bir kenttir Sivas. Elbette ki, binlerce yıl boyunca şehrin kapladığı alan bir köyden büyük değildir. Bugün anladığımız biçimiyle bir şehir niteliği taşımaz o çağlarda. Gözlerimizi kapatıp tarih içinde bir yolculuğa çıktığımızda, doğanın içerisinde kaybolmuş bir yerleşim birimi görürüz. Bugün var olan kentin yerinde tepeler, dereler, ağaçlık araziler yer almaktadır. Belki bir miktar tarıma açılmış arazi parçaları, tarlalar bulunmaktadır. Hitit devleti sınırları içerisinde bu yerleşim birimi büyür ve bugünkü ölçülerde küçük bir kasaba boyutuna ulaşır. Pers İmparatorluğu, Büyük İskender’in Makedonya İmparatorluğu, Sasaniler, Moğollar, Selçuklular, Danişmentliler, Osmanlı İmparatorluğu şehre hakim olan belli başlı devletlerdir. Elbette ki bu imparatorlukların hakimiyeti, yalnızca coğrafi, askeri veya siyasi olmayıp aynı zamanda medeniyet ve yaşam anlamında derin izler bırakmışlardır şehrin tarihi ve kültürel dokusu üzerinde. Mimarisini, tarımını, inançlarını ve dilini etkilemişlerdir.

İmparatorlukların ve yerleştirdiği kültürlerin şehirler üzerindeki etkileri farklı sosyolojik anlayışlarla ele alınıp değerlendirilerek çözümlenebilir ancak bazen basit yaklaşımların bilimsel analizlere temel teşkil edebileceği de göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda pek çok sosyolog, tarihçi ve kültür araştırmacısının bildiği basit bir gerçekle işe başlamak yerinde olacaktır. Su ve medeniyet ilişkisi…

Aksi her zaman mümkün olmakla birlikte, bir genelleme yaparak büyük medeniyetlerin ve hatta en basit yerleşim birimlerinin ve her ölçekten şehirlerin su kıyısında kurulduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Bu noktadan hareketle Sivas’ın tarihin derinliklerine uzanan geçmişinde en önemli yeri hemen yanı başında bulunan Kızılırmak’ın tuttuğu gerçeğini yadsımak mümkün değildir. Hatta biraz fazla iddialı bir yaklaşımla Kızılırmak olmasaydı Sivas da var olmazdı diyebiliriz veya Kızılırmak başka bir yerden geçiyor olsaydı muhtemelen bu şehirde orada kurulmuş olurdu öngörüsünde bulunabiliriz.

Kızılırmak Anadolu’nun en büyük akarsularından birisi olarak çevresinde kümelenen her kültüre ve topluluğa besin ve bereket sağlamış, söylencelerine halk anlatılarına konu olmuştur. Çünkü akarsu doğaya bolluk getirdiği, kurak toprağa can verdiği kadar insanoğlunun hayal gücüne, anlatım yeteneğine de coşkun bir kaynak sağlar. O nedenledir ki, bu ırmağın etrafında yeşerip büyüyen uygarlıklarda, kurulan şehirlerde onun izlerine rastlamak mümkündür. Antik dönemlerde Hitit efsanelerinde, ortaçağlarda köy odalarında anlatılan halk hikayelerinde, günümüzde Aşık Veysel’den tutun da diğer pek çok yerli ozanın şiirlerinde Kızılırmak bazen bolluk ve hayat kaynağı olarak, bazen sellerle, içine düşüp boğulanların, yıkılan köprülerin öyküleriyle can alıcı olarak tasvir edilir.

Gelin yedin kızlar yedin
Nice ela gözler yedin
Seksen doksan yüzler yedin
Kızılırmak seni seni

Gençler yersin koca yersin
Gündüz yersin gece yersin
Hakim benden sormaz dersin
Kızılırmak seni seni

Dizeleri Aşık Veysel’in sazıyla birlikte dile gelmiş ve coşmuştur tıpkı Kızılırmak gibi…

Kızılırmak sözcüğünün kökenine baktığınızda, zaten bu adı neden aldığını kendisi ele vermekte ve açıklamaktadır. Kızıl bir rengi vardır, güz ve bahar aylarında. Ancak bu renk her ne kadar etkileyici çağrışımlar meydana getirse de, aslında taşıyıp götürdüğü bereketli toprakların doğal boyasından açığa çıkar. Sürükler denize doğru bu altın değerindeki bakır renkli toprakları. Gelişen tüm teknik imkanlara rağmen, toprak kaybına etkin ve geniş kapsamlı, yeterli bir çözüm üretilebilmiş değildir ve yağmur mevsimlerinde vahşi hayvanlar gibi böğürerek önüne ne çıkarsa alıp götüren bu ırmak 10 bin yıldır olduğu gibi bugünde tarıma en elverişli toprakları çalar götürür. Gerçi yeri gelmişken belirtmekte de fayda vardır. Irmak, toprak, şehir ve insan ilişkisindeki tek hırsız Kızılırmak değildir. İnsanoğlu da çok şey çalmıştır ve çalmaya da devam etmektedir, kendisini besleyen bu çalkantılı nehirden. Kendisine şaşırtıcı büyüklükte yayın balıkları veren, ışıltılı pullarından sular sıçrayan sazanlar sunan, bahçesini sulayan, önüne kurulan barajlarda elektrik üreten kızıl nehre nankörlük yapan insanoğlu, kanalizasyonlar bağlamış, plastik atıkları içine dökmüş, etrafını kirletmiş, avlanmak adına balık yavrularını öldüren patlayıcılar atmış, ilaçlar dökmüş, hatta elektrik vermiştir. Ve bütün bu olumsuzlukları artarak sürdürmektedir. Kendisine medeniyet veren suya, gayr-i medeni bir yaklaşım sergilemektedir insanoğlu. Halbuki Kızılırmak, türlü çeşitli ve farklı büyüklükteki balıklara, yengeçlere, su yılanlarına, yaban kuşlarına, sucul bitkilere, su samurlarına barınak teşkil eden, her tür canlıya ayrım yapmadan kucak açan doğal bir medeniyet beşiğidir. Örnek alındığında ibret alınacak, ders çıkarılacak büyük bir uygarlık modelidir.

Büyüklerimizden duyduğumuza göre eskiden köylerde, kırsal kesimlerde bahar aylarında tepsilerle, sinilerle peynirler, çökelekler akarsulara göllere dökülürmüş. Neden mi? Balık yavruları daha iyi beslenebilsinler diye… Doğadan yalnızca almayan, yeri geldiğinde verebilen, ondan kopuk değil doğayla bütünleşik yaşayabilen büyük bir medeniyet anlayışının görkemi karşısında saygı duymamak mümkün müdür? Günümüzün yalnızca tüketmeye, hep almaya, kirletmeye, sonuçlarını düşünmeden yok etmeye dayalı çıkarcı anlayışı ise uygarlıktan ne kadar uzak, ne kadar basit kalmaktadır yok olan bu büyük zihniyetin ve onun yansıması olan kültürün yanında. Kızılırmak, artık yitip gitmekte olan o devirlerde, kirli atık taşıyan bir akıntı değil, ondan beslenen uygarlığın ve o uygarlığa ait insanların saygı duyduğu yaşayan bir varlıktır.

Sivas’ın Zara ilçesi yakınlarındaki Kızıldağlar’dan doğan ve rengini de ilk olarak bu dağın ve etrafındaki arazilerin toprağından sindirmeye başlayan ve kendisine katılan derelerle, çaylarla daha küçük akarsularla birleşerek büyüyen bu hayal ırmağı acıları, mutlulukları, elemleri, hüznü, şenlikleri, sevinçleri taşımaktadır koynunda sonsuzluğa… Her ne kadar kirletilmiş olsa da, gelen sellerin ardından temizlenen nehrin ışıltısı vurur gece yarısı ay ışığında şehrin üzerine.

Su hayat demektir. Su medeniyet demektir. Sivas her ne kadar karasal bir coğrafyanın bir bozkır kenti olarak algılansa da, aslında yanı başındaki büyük ırmağın koynuna sokulmuş, onun bolluğuna kök salmış bir su şehridir. Bu öngörüyü tarih öncesinde Sivas’ın kuruluşuna dair efsanelerde bulmak mümkündür. Tarihsel söylencelerden edinilen bilgilere göre Sivas şehri henüz yokken, bu topraklarda bir yerleşim alanı kurulmadan önce, bölgede devasa ağaçlar bulunurmuş. Bu ulu ağaçların içinde bir yerde kaynayan üç pınar varmış. Bu kaynaklardan ilki “Yaratıcı’ya şükür”, ikincisi “ana babaya minnet” ve üçüncüsü de “küçüklere şefkat” anlamına gelirmiş. Zaman içinde kutsal görülen bu su kaynaklarının çevresinde küçük bir yerleşim merkezi kurulmuş ve büyüyerek bir şehir haline gelmiş. Yeri gelmişken hemen ifade etmek gerekir ki, Sivas’ta yer alan "Çermik" (kaplıca) kültürü bu suya dayalı uygarlık anlayışının doğal bir sonucudur. Günümüzde her ne kadar artan ulaşım olanakları sonucu günübirlik gidiş gelişler öne çıkmış olsa da, otellerin var olmadığı veya yetersiz olduğu dönemlerde Sivas halkı “Sıcak Çermik” ve “Soğuk Çermik” adlarıyla bilinen kaplıcaların yakınlarına çadırlar veya tahtadan sökülebilir barakalar kurarlar ve günlerce hatta haftalarca ikamet ederlerdi. Sivas’ta uzun yıllardır yaşayan her ailenin geçmişinde buna dair bir anı mutlaka vardır. Ya kendisi veya ana babası gidip o çadırları yahut barakaları kurmuş ya da bir akrabasının, komşusunun kurduğu bu geçici konutlara misafir olmuştur. Hiçbiri değilse bile en azından tanıdıklarının bu konuya dair anıları dinlemiştir.

Şehrin yaşlıları çoğu zaman caddeleri, sokakları, mahalleleri eskiden o civarda akan ancak günümüzde ya üzeri kapatılmış ya da kanalizasyon akarı haline getirilmiş olan bir derenin ya da çayın adıyla tarif ederler ve o akarsularla birlikte anımsarlar o bölgeyi; Pünzürük Çayı, Çorağan Deresi, Murdar Irmak… Sonradan ıslah edilerek çevresi mesire yeri haline getirilen Mısmıl Irmak’da yerini korumaktadır gönüllerde. Şehrin içindeki bu dereler de tıpkı kırsal kesimdeki diğer akarsular gibi Kızılırmak’a kavuşmaktadırlar.

Bir akşam günbatımında sessiz bir yerde Kızılırmak kıyısında susup nehrin çağıltısına kulak verdiğinizde size eski çağların hikayelerini anlatacaktır.

17 Eylül 2020 8-9 dakika 77 denemesi var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (2)
  • 3 yıl önce

    Keşke mümkün olsa da o eski hikayeleri bir bir dinleyebilsek Değerli bir paylaşımdı teşekkür ederim

  • 3 yıl önce

    Ne kadar güzel ve doyurucu bilgiler öncelikle kutlamak lazım yazan kardeşimizi. Evet tespit doğrudur, genellikle medeniyetler sulak yerlerin, ırmakların, denizlerin, göllerin kıyısında kurulur ki su hayat için en gerekli maddelerden birisidir. Kaldı ki yüce kitabımız Kur'an da bile bir çok canlıların sudan yaratıldığı belirtiliyor. Kızılırmak o güzelim nehir her ne kadar kirlemiş, biz insanlar tarafından kirletilmişse de yine de Sivas'ın gözbebeğidir kanımca. Bir de tabi büyük halk ozanımız Aşık Veysel'i de unutmamak lazım. Nur içinde yatsın. Anadolu kıyamete kadar Türk'e vatan olarak kalacaktır. Sivasın, Tokat'ın, Amasya'nın, Kayseri'nin, Mardin'in hepsinin kıymetini bilelim, hepsi bizimdir, bizim insanlarımızdır. Kutluyorum güne gelen bu yazınızı...