Abukça Subukça

Anımız var elimizde olanla yaşıyoruz, anımız var iç çekip özlüyoruz, geleceğimiz ise hayal. Zamanı ayırdım kendimden, gereksiz boş bir kütle gibi duruyor, karşımda kendi ruhum.

Abukça ile Subukça

Karınca kararınca işte. Sen benim yerime geç, ben de senin yerine. Takas edelim mi yaşamlarımızı? Peşinen söyleyeyim pek sağlıklı sayılmam, kazıklandım demeni istemem.

İyi de konuşmalar birbirine karışmaz mı hayvanca ile insanca?

Her şeyin karıştığı yerde sen sadece konuşmaya mı takıyorsun.

Soru işareti koysaydık cümlenin sonuna bari.

Sus! Adrian. Muhittin amcadan hiç mi ders almadın, olur olmaz yerde durup dururken düşüncelerini ortalık yere saçma. Hani şu kır kahvesinde sakızına domino oynayan yaşlı moruklardan biriydi ya. Yaşamlarının tek keyif anı oydu. İnan ki yaşamı senden daha yüksekti.

Ya Adrian?

Salla gitsin, kendini gelecekten gelen sanan, kendini zaman eleştirmeni sanan, kılıksız zihinli, yetersiz kişilikli. Yamalı ve sıvamalı düşüncelerle sadece sanmalara sahip beyinli.

Sanmalar hastalık mıdır abi?

Sanrıya dönüşüyorsa, sanrılar da yaşama dönüşüyorsa… evet. Ve insan kendisi algılamaktan uzaklaşır böylece.

“Hey dostum ayağını üzerimden çek, zaten yeterince yüküm var benim, kışa erzak yetiştirmem lazım.” İnanılır gibi değildi. Karınca bile yaşama isyan ediyordu. Nasıl etmesin ki, emekçi sınıfının en hayvancası.

E…şimdi lafın neresinden başlıyacağız?

Zihninde kendi geçmişini yalıtarak düşünme, biriktirdiği tüm olumsuzluklarla toplumdan programlı intikam alış, geleceği sorgulamak hakkını da mı sana verecek? Kendi yolunu oluşturamayan kişi, kendi yolunu dahi izleyemez.

Hödük…

Dostum zihnin iğrenç kokuyor, bu koku ürkütmüyor mu seni?

Karıncalar terler mi…Çalışmak ama hangi amaca hizmet ettiğini bilmeden çalışmak. Bundan bile yoksun olmak. Yaşam algısı uyuşturularak yaşamak, bir ceset gibi.

İleri git ama;

Bana yaşamda bir amacının olduğunu söyleme çünkü yaşamın kendisi de amaç değildir ki.

Hoppalaaa. Çirkin sözcüklerle boğma beni.

Uzun ve keyifli bir yaşam hoşuna gider mi?

Meşruiyeti yoksa hiçbir şeyin anlamı yoktur, unutma emi.

Hak, hukuk, adalet ya da boş ver bunları salla, en iyisi post modern anarşizm. Ya da emperyalizmin legal “piç” çocuğu yaşasın liberal materyalist ruhların özgürlüğü.

Mülkiyetsizlik hakkı…insanın kendi bedeni üzerinde bile mülkiyet hakkı yok değil mi?

Oynama benimle sadede gel. Sınırsızlık, egemensizlik falan filan işte fazla ileri gitme çevrim dışına çıkarsın. Sen bana kesin olanı söyle, hopbidi guppidi yapma.

Tamam tamam “ölüm.”

Kesin olan bu mu?

Evet, beğenmedin mi? Hatta yaşamın tek gerçek yönü olan her neyse budur. Gerisini yanılsama ya da illüzyon diye fırlatıp atabilirsin bile. Ölüm kendini karşıdan görmedir, kendin olmaktan azade olup kendini görmedir.

Yani dünyevi görüngeleri bir çırpıda silip atalım öyle mi?

Sen silmesen bile zaman silecek seni zaten.

İyiliği boş verdim de kötülük gerçek olmayacaksa, insan olmanın önemi de kalmayacak. İyilik ve kötülüğün gerçekliği de kendine ait değildir, başka bir anlam çıkmıyor tüm olup bitene bakarsak.

Çok zorlama istersen. Ölüm, beden örtüsünün kalktığı andır. Ruh cıscıbıldak kalır.

Ve arkasındaki gerçekliğin, bu kendi gerçekliğin her neyse onun göründüğü andır.

Yaşam karanlıktır, insanların karanlığıdır. Karanlık kalkacak ve kendi vizyonuyla yüz yüze gelecektir.

Peh… ölümün müthiş hakikatı. Sence modernizmin yitirdiği bu mu?

Yok…

Ne peki lanet olası!

Karşılama zamanı.

Karşılama zamanı mı?

Hı…hı.

Geçerli olan ölüm gerçeği veya zamanı değil Ruhun (bilinç) onu karşılamaya hazır olup olmadığıdır.

Ayağını çek üstümden söyledim ya yüküm çok ağır ve daha çok yapacak işim var benim.

Pardon karınca yani kendim.

Her şey durdu birden. Boşluk mu oldu sessizlik mi? Evrenin ilk haline döndük birden sanki.

Basit bir soru ile başlayalım, durgunluğu bozmak için.

Kendi karşısında olmak için kişiliksiz birey mi yoksa kişiliksiz toplum mu daha etkilidir?

Nası nası anlamadım?

Lan anlamayacak ne var. Kendini yargılamak için, birey kendi kendisinin karşısına geçerek, kendi yaşamın dışına atarak, kendi hakkında karar vermekten bahsediyorum. Bu kararı vermekte kişiliksiz toplum mu kişiliksiz birey mi daha etkilidir?

… Abi açsana biraz bu konuyu, bak olmuyor böyle inceden küçümseyici laf sokuşturup üste çıkmak.

Tamam len!

Dinsel içerikli organizasyonlarla, modernist organizasyonların ( her ikisi de bir tür tarikattır) sosyal etkinlik ve projelenmeyi gerçekleştirme açısından ne fark vardır? İkisi de dışsal olaylara yönelik eylem içerisindedirler. Eylem dediğimiz şey, bedensel düzeyden kaynaklanan dışsal bir durumdan başka bir şey değildir.

Bu soru tarafların birbirlerine kin duyma düzeyine kadar gider. İşte size, toplum düşüncesini dizayn etme, tasarımlama fırsatı sunar. Yukarıdaki soruyu bunun için sorduk…

Düşünceleriniz, zihinsel estetik ve yabancı görülmek kaygılarından dolayı toplum tarafından dışlanıyor ve yalnızlaşıyorsanız; esasında bu yalnızlaştırmayı toplum yapmaz. Toplumu, propaganda yoluyla yersiz duygusallık ve çıkar ilişkisi nedeniyle tanzim ve dizayn etme ustaları tarafından hazırlanırlar.

Aslında mesele burada biraz da karışıyor. “Bireysel bilinç yoktur, olamaz” tezi üzerinden gider isek “bireysel inşa” toplumsal bilinç tarafından şekilleniyorsa yani hiçbir birey toplumun dışında olmadığından, toplum bilincinden etkilenmemesi, şekillenmemesi imkansızdır.

İnançlarımızdan tutun da vehimlerimize kadar, korkularımıza kadar şekil veren, yön veren bu toplumsal bilinç değil midir? Toplum ne ise biz birazda o değil miyiz? En azından şöyle ya da böyle hazır bulduğumuz toplumsal karakterin bir prototipiyiz.

Gerçekte toplum, sadece görünüşte her yönüyle çılgındır. Tüm çalkalanmalara açıktır. İşte bu çılgınlık ve açıklık kesin inançlı insanlar için toplumu değiştirme adına, soysal düzeni çürütme adına küçük bir gedik oluşturmaktadır.

Peki o zaman toplumu değiştirebilecek düzeyde kesin inançlı, keskin bireyler toplumsal bilincin tüm baskısına rağmen nasıl çıkıyor? Personalitesi yani kişilik ve karakter bozukluğuna uğramış toplumdan, bozuk toplumdan sağlıklı bireylerin çıkması anormal bir durumdur. Her şey aktığı gibi, gittiği gibi, olması gerektiği gibinin dışına çıkmış olur. “Var olması gerekenler zaten var olmuştur”a zıt bir durumdur. Neden anlamak istemiyorsunuz.

Bu bir mucizedir.

Ölümüne doğru giden bir toplumun sağlıklı olmaya doğru çevrilmesinin fırsat mucizesidir. Bir birey bunu yapabilir, başarabilir. Toplumun şifası bireyin içinde gizlidir.

Bu gerçekten Tanrısal bir mucizedir. Bu kadar basit. Laga luga edip bunu ucuzlaştırmaya çabalamanın gereği yok. Buna uğraşmak, ancak bireyin kendisini ucuzlaştırmasına yol açar.

Toplumun biriken sorunlar karşısında çaresiz kalması mı, umut arayışı mı ya da benzer şeyler mi? Bana göre böyle de düşünmek, kesin inançlı insanlara karşı büyük haksızlık olur.

Toplumun budalalık ve cahilliği gerçek anlayışsızlığa ulaşıncaya kadar (ki gerçek anlayışsızlık artık kötü niyet belirtisidir) işlenir. Budalalık ve cahilliğe sabır göstermek düşünce düzeyinde kalsa dahi saf aydınlanmada bayağılaşmanın acısını yaşatır. İnsiyatik tahakkukumuzu kesintiye uğratır.

Geçmişte toplumları gelişme adına şöyle ya da böyle ileri götürme kahramanlığa soyunanlar, aslında hiçbir şey yapamadıklarının farkına bile varamamışlardır. Çünkü kategorileşme, sınırlaştırma, egemenleştirme, bölüştürleştirmenin bir parçası olabilmişler midir? O bile tartışmalıdır. Yani daha açık ifadeyle sahiplerin fedailiğini yaptıklarının bile farkına varamamışlardır. Bu acı veren bir durumdur, kabul etmesek bile zaman bunun böyle olduğunu göstermiştir, kanıtlamıştır. Yani en cevval devrimci gerçekte karakter, radikal bile değildir. Toplum tasarımcılarının kullandığı önemsiz bir nesne parçasıdır. Oysa bu tür karakterler devirerek yapılan değişim tarafının romantik ezgilerini koroca söyleyerek ruhsal bir keyif almaya kendilerini tutsaklarlar. Bu toplumun kurtuluşa ermenin zafer ezgisi değil bilakis bireysel devrimsel bencilliğin keyif ezgisidir. Çav bella…

O kadar…

Asıl değişim Tanrı’nın dışında Tanrısız olamaz. Değişim Tanrısal bir inançla başlar, illa materyalist değişim diye tutturmalar maddesel düzenin bir parçası olmaktan öteye geçemez. Aslında bunları yeteri kadar önemsemek bile bizim için zihinsel eksikliktir, zafiyettir.

Yeni dünya veya maddenin düzeninde kesin inançlı bireyler olmadığı gibi toplumu gerçekten kurtuluşa erdirecek bireyler, toplumsal bilince karşı çıkacak olan, Tanrısal zihinli bireyler içerisinden çıkacaktır. Bunlar toplumun bir tür kurtuluş mesihleridir. Böyle görebiliriz, böyle anlayabiliriz. Pakistanlı ve çocuk yaşta seksenli yıllarda uluslararası emperyalizmin suikastine uğramış adı Mesih olan çocuk buna iyi bir örnektir.

Tarihte de bu böyle olmuştur. Zerdüşt, Mani ve Mazda toplum yaşayışı açısından ve “gerçek bilim” açısından doğru, keskin ve kanıtlayıcı örneklerdir. Bu örnekler her devirde vardır, batı açısından da önemli olduğu için bu örnekleri verdik.

Anlayışsızlık, budalalık ve cehalete katlanmak demek aydın olan kişinin kendisinden taviz vermek anlamını da taşır.

Toplumun rahatsız olmadan değişime uğraması için pasiflik ve teslimiyetçilik yeterlidir. Bu iki öge her ne kadar mistik anlam taşıyor iseler de zaman zaman mistik alanın dışına çıkarılması yapay olarak mümkün görülebilmektedir. Bu yapaylık “Toplum”u Tanrı dışına iter, modernistlerin bir kaç yüzyıldır ki çabalarında maalesef maksatlı olarak bunu görmekteyiz.

Bir terimi ait olduğu alanın dışında, doğru anlamdaymış gibi kullanmak o terimin doğasına aykırıdır. Yani felsefi bir terimi felsefenin dışında kullanmak ne kadar doğruysa “din”sel bir terimi de dinin dışında ya da karşıtlığında ki anlayışta kullanmak o kadar doğrudur.

Terimlerin ait oldukları alanda kullanılması düşüncenin de doğru alanda kurgulanması anlamına gelir. Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, hümanist felsefe modernizmin içinde olan bir şeydir. Yani sınırların kaldırılması gibi melankolik veya romantik sosyalistlerin söyleyebileceği bir şarkı olmaktan öteye gidemez. Bu romantiklik zayıf toplumları daha da cılız bırakır. Sömürüye daha açık hale getirir.

Bu arada zamanın “eskitme”sinden dahi bahsetmiyoruz. Zaman terimleri, zihinleri ve toplumları eskitir, bu eskitmeyi yeni zamandaki zihinlerin algılaması hem kolay değildir hem doğru da değildir. Din; en çok bu pratik yön sebebiyle bazı zihinlerde çok kolay haksızlığa ve tahribata uğrayabilmektedir.

Bu iki yönlü olmaktadır hem taraf hem de karşıtlık olarak zarara uğramaktadır. Bir doktrini ala buçuk anlayarak, derinlemesine inceleme zahmetine katlanmayanların, gerçekte onu algılama ihtiyacı duymamalarından kaynaklanır. Çaba sarfetmeden başından savuşturma ya küçümsemedir ya da vazgeçmek istemediği mevcut düzeninin bozulma kaygısındandır. Korku temelli, çıkar temelli ve daha geniş alanla, toplumsal bilincin yüklediği inanç; basit bir öfkeden, çıkarcılık ya da intikam almadan tutun da modernist yaşamın getirdiği, olağan (kendilerince kaliteli) nedenlerden dolayı çok çabuk yıkıma uğrar.

Eğer siz kendinizin kurtarıcısı olan kesin inançlı bireye dönüşemiyorsanız, toplum için böyle bir şeyi aklınızdan bile geçirmeyiniz.

Bu cesareti toplumu değiştirebilecek büyük ölçüde gösterebilecek insanlar birkaç yüzyılda bir gelme ihtimali olan bir “Atatürk” gibi insanlardır.

Devam edecek

07 Şubat 2024 10-11 dakika 27 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar