Ağlamak ve Gözyaşı / Gözyaşı Viyali

Ağlamak ve Gözyaşı / Gözyaşı Viyali

Ağlamak ve Gözyaşı

-Gözyaşı Viyali-

Mezemorta Hüseyin Paşa'yı bilir misiniz? Osmanlı'nın o meşhur kaptan-ı deryası. Kendisine "yarı ölü" anlamına gelen "Mezemorta" lakabını, Venediklilerle savaşırken ölümün eşiğinden dönüp de meydana yeniden çıktığı için takmışlar. Yani öyle hafif bir isim değil, epey çetin bir hikâyenin ürünü..

Lakabı bile hikaye dolu: “Mezemorto-Yarı Ölü”. Venedik toplarının gülümseyişine inat, hayata meydan okuyan bir adam.

Ama asıl hikaye, savaş meydanlarında değil, evinin eşiğinde yaşanıyor. Paşa seferden döndüğü bir gün, eşi Hanife Hatun onu kapıda karşılar. İşte tam da burada, tarihin tozlu raflarında unutulmuş bir gerçek devreye giriyor: Gözyaşı Şişeleri.(Viyallar)

Hanife Hatun, Paşa gittiğinde onun için dualar eder, hasretini ise küçük bir cam şişede biriktirirmiş. Bu, bugün bize “Ne kadar romantik!” dedirten bir detay değil, o zamanların somut, elle tutulur sevgi dilidir. Tarih diyor ki; bu gelenek neredeyse 3000 yıllık. Antik Roma’da mezarlara konulur, Orta Doğu’da sevdikleri savaşa giden kadınların gözyaşları, bu küçük şişelerde saklanırmış. Hatta derler ki, İran’da oğulları cepheye giden analar, gözyaşlarını biriktirirmiş. Ne kadar çok gözyaşı, o kadar büyük sevgi ve sadakatin kanıtı.

Biz gelelim bizim olan hikayemize:Paşa kapıya gelince, Hanife Hatun biriktirdiği o gözyaşlarını, sevdiğinin basacağı yere, eşiğe dökermiş. İşte Paşa, o eşiğe basmazmış. Basamazmış. Şişeyi alır, hanımının yanağına, bu kez kendi gözyaşlarından birkaç damla damlatır, sonra o damlaları öper ve kocaman sarılırmış. Derken, gözleri dolu dolu olurken, Hanife Hatun’un kulağına şunu fısıldarmış: "Allah senin hasretini bir daha bana göstermesin de, şu damlaya muhtaç bıraksın; razıyım."

Avrupa’da da daha çok “Altın Yıllar”denilen Kraliçe Viktorya döneminde yas tutanlar gözyaşlarını süslü şişelerde(tear chaters) biriktirir, tıpa sayesinde buharlaşmalarını izlermiş. Gözyaşı buharlaşıp bittiğinde, yas sona erermiş. Adeta, “İçimdeki acı da bu kadar buharlaştı, artık hayata devam etmeliyim” dercesine...

Ne âlemlermiş,belki de “manyakça” değil mi?..

Biz o şişeleri kaybettik!. Gözyaşlarımızı da öyle...

Tabii ki şimdi o viyallere biriktirecek halimiz de yok!..Saçma olurdu!..

Belki de kaybettiğimiz şey, o şişeler değil, gözyaşlarımıza yüklediğimiz anlamdır. Onları bir mendile hapsetmek yerine, bir eşiğe dökerek, bir yanağa damlatarak, bir şişede saklayarak anlamlandırmaktır.

Çok ütopik oldu bunu kabul ediyorum. Ama şunu da söylemem gerekiyor ki şimdiki gözyaşları, ya bir ekran parlaklığında kaybolup gidiyor ya da bir kağıt mendile hapsolup,buruşturulup çöpe atılıyor. Eski tılsımında değil!..

Acıdan çıkan gözyaşı ile mutluluktan çıkan göz yaşı “biyolojik atık” muamelesi görüyor!..

Her neyse..

Göz yaşı Viyali diyip geçmemek lazım!Belki de anlatılan;Aşkın, hasretin ve insanlığın zamanın ötesine geçen, camdan bir şişede saklanmış lisanı...Kim bilir?.

Hatırlıyorum, köydeyken bazı ağaç dallarını yassı ve içten küçük oluklara benzer şekilsiz görürsek, büyüklerimiz; "Bak, bu dala bülbül konmuş, ağlamış." Dallardaki o çizikler hep bülbülün gözyaşlarına yorulurdu. Belki de ağaçlar bile ağlar, kim bilir... Tıpkı bizim gibi..Tıpkı Hanife Hatun’un, eşinin dönüşünü beklerken yaptığı gibi.


Hatırlatma: Bu yazım Mart 2012’de yanınlanmıştır.Eylül 2025’de küçük ilavelerle yeniden düzenlenmiştir.

Amel Defteri/Dursun Akbalık

03 Eylül 2025 3-4 dakika 67 denemesi var.
Yorumlar