Ağlamak Ve Toplum Üzerine

Ciğerlerine hayatında ilk kez oksijen olduğunda başlar insan ağlamaya. Alışkanlığa dönüşür zamanla. Kelimelere ihtiyacı yoktur. Kimseyi anlamak zorunda değildir. Aç kaldığında ağlar bebek, altını pislettiğinde ağlar, canı yandığında ağlar, korktuğunda ağlar. Maskeleri yoktur, gizlenmez hiç bir bahanenin ardına. İçinden geldiği gibi özgürce hissettiği gibi ağlar.
Yıllar geçer bebek çocuk olur. Ağlamaya devam eder. Koşarken düşer dizi kanar ağlar, sebepsiz bir kavgada dayak yer ağlar, okula başlar anneciği onu kendisiyle yaşıt çocukların olduğu büyükçe bir odada yani sınıfta tanımadığı bir adama/kadına emanet eder ağlar.

Ağlaması göze batmaya başlar. Annesi azarlar onu ağladığı için. Mızmız bir çocuk olmakla suçlanır. Kıyaslamalara meze olur. Karşı sırada oturan çocuk ya da karşı komşularının akran çocuğu ağlamıyorsa onunda ağlamaması gerektiği söylenir. Söylenenleri anlıyormuşçasına başını sallar çocuk. Elinin tersiyle siler göz yaşlarını. Bir iç çekişte yutar burnundan sarkmakta olan sümükleri ve duygularını gizlemeye başlar. Beyninde dolaşan sorular korkuya süreklese de onu aklı başında olgun çocuk taklidi yapmaya devam eder. Öğretmen sınıfa girer ders başlar. Maskesinin ardından bakar içinde bulunduğu duruma endişelenir çocuk, telaş içinde bir çare araken ağlamaya başlar. Daha öğrenmediği 'a' harfi uzun uzun ve yüksek sesle defalarca çıkar ağzından. Hıçkırıkları rahatsız eder herkesi. 'Bizde seninle aynı yerdeyiz aynı durumdayız, biz ağlıyor muyuz ?' dermişcesine bakar herkes. Ancak bunu söylemek diplomalı sözde olgun birine düşer. Öğretmen ağlamaması gerektiğini önce kibar ve anlayışlı bir biçimde söyler. Çocuk devam eder ağlamaya, öğretmen sinirle söyler bu sefer aynı cümleleri susar çocuk. Yüzüne yakıştıramadığı o ifadesiz anlamsız maskeyi takar ve herkes aynı gözükür.

Dayatmalara katlanır çocuk. Toplumun bir ferdi olduğunda yani sokakta, bakkalda, okulda, oturma odasında, akraba ziyaretlerinde, çay bahçelerinde, lokantalarda, maskesini hiç çıkarmaz. Beş duyu organı ve onu tetikleyen beyni yokmuş gibi davranmaya çalışır. Toplum tarafından komik bulunan şeylere katıla katıla güler. Toplum tarafından acı bulunan şeylere ağlar. Toplum tarafından dayatılan konular hakkında konuşur. Toplum tarafından okutulan kitapları okur. Kime ya da neye itaat ettiğini bilmeden emirlere uyar çocuk.

Ciğerlerine ilk oksijeni çekişinden on-on beş sene sonra yaşadığı ufacık dünyanın ne mal olduğunu anlamaya başlar. İtaat ettiği kuralları sorgular. Toplum tarafından ona yazılan senaryoyu oynamaktan vazgeçer.Kendi cümlelerini kendi dilinde anlatmayı seçer. Sorsanız bizim diplomalı amcalardan öğrendiğimiz ve kendimizce hayal dünyamızda tasarladığımız 'özgürlük' terimini anlatamaz size ancak hisseder. Kelimelere ihtiyacının olmadığını hatırlar ve sadece hisseder.
Onu öfkelendirecek bir eylem vuku bulduğunda, beynini kontrol etmeye öfkesini dindirmeye çalışmaz. Canı acıdığında toplumun bir ferdi olduğunu değil ne hissettiğini düşünür. 'Bunca insan şimdi burada ağlarsam bana nasıl bir gözle bakarlar ? Acırlar mı ? Güçsüz olduğumu düşünürler mi ?'gibi saçma sapan sorular sormaz kendine ve ağlar. Feryat figan tüm Dünya ile paylaşır acısını. Toplumun yetiştirdiği bencil bireyler gibi kendisine saklamaz!

Toplumun dayattığı gibi yaşayan, onlara öğretilenler kadarıyla yetinen, üzerinde çeşitli okulların, okul rektörlerinin, bölüm başkanlarının imzasının olduğu bir kağıt parçasına sahip olan piskoloji bilimiyle ilgilenenler bu durumu 'Ergenlik' olarak adlandırırlar. Kabaca Nev-i beşerin en zor, en anlaşılmaz dönemi olarak kabul ederler. Bu dönemi çocukların kendi yarattıkları Toplum kavramına en az zarar verecek şekilde atlatması için ebeveynlere önerilerde bulunur, seminerler düzenler, bu konu hakkında kitaplar yazarlar. Toplum tarafından senaryosu baştan yazılmış bu oyunda repliğini unutan sözde toplum fertlerine bir nevi suflörlük yapmaya çalışırlar. Çoğu zaman başarılı olurlar ve o ergenleri istedikleri gibi olgun insanlara çevirirler.

Sorgulamaktan çok boyun eğen, kendinden çok içinde kaybolduğu insan kalabalığını düşünen ve onların takdirini, saygısını kazanmak için uğraşan olgun adamlar olurlar. Kendilerine saygı duymazken başkalarının onlara saygı duymasını beklerler. Bu saygıyı elde etmek için hayallerinden vazgeçer bir çoğu. İstemediği bir fakültenin istemediği bir bölümünde istemediği bir dalda uzmanlaşır.
Bu uzmanlığın kendisi için ne ifade ettiğinden çok toplum için ne ifade ettiğine önem verirler. İki kağıdın onlara saygınlık kazandıracağına olan inançları tamdır. Bunlar diploma ve paradır. Çünkü adından önce ünvanının, bilgiden önce paranın geldiği bir toplumda yaşamaktadırlar.

Üniversitede çok sevdiği kot pantolonlarını, spor ayakkabılarını, gümüş küpelerini, kirli sakallarını bir köşeye fırlatırlar. Toplumun kendilerine biçtiği rolde bunlara yer yoktur. Toplumun ona verdikleri ise rugan ayakkabılar, takım elbiseler, kısa saçlar ve sinek kaydı bir tıraştır. Sesini çıkarmadan itaat eder olgun adamlar. Toplum ondan daha fazlasını istemeye başlar. Kazandığı saygıyı kaybetmek istemez bu olgun adamlar. Para devreye girer burda. Saygınlığı taçlandırmanın en güzel yolu paradır. Pahalı takım elbiseler, binlerce liralık saatler, parfümler, lüks evler, alman marka pahalı arabalar, telefonlar, yeni nesil televizyonlar, mutfak robotları, bilgisayarlar vs. uzar gider bu liste. İnsanın sahip olması gereken en önemli şeyler bunlarmış gibi anlatılır. Olgun adam, kendine vakit ayırmak yerine bu metalara sahip olmak için didinir durur. Ne hissettiğinin, ne kadar yorgun olduğunun hayattan ne beklediğinin bir önemi yoktur.Sahip olduğu şeylerin kölesi olmaya başlar bir süre sonra. Beynine takılan zincirden hiç rahatsız olmaz ve çocukken hissettiği özgürlüğün adını bile hatırlamaz. Lüks bir otelde bir haftalık tatil, bayramlar, pazar günleri özgürlüktür onun için, başka bir şey ifade etmez ve toplum tarafından sınırları çizilmiş hayatını yaşamaya devam eder.

İçlerinde biriktirdikleri acılar, özlemler, gözyaşları, hayal kırıklıkları ağır gelmeye başlar bedenlerine. Harika bir evi, harika bir arabası, pahalı takım elbiseleri, iyi bir işi, cebinde parası vardır. Daha ne isteyebilir ki hayattan! Mutlu olmak için ne gerekiyorsa sahiptir! Toplumun ona söylediği her emre itaat etmiş her deneni yapmıştır. Kendi hayallerinden vazgeçmiş, kot pantolonunu kirli sakallarını,spor ayakkabılarını, gümüş küpelerini fırlatıp atmıştır. Sadece bir kez geldiği şu fani Dünya'da bütün isteklerini, hayallerini ertelemiş sadece çalışmıştır. Herkesin gıpta ile baktığı imrendiği, örnek aldığı birisi olmuştur. İstediği gibi hayal ettiği gibi herkes onun hakkında iyi düşünüyordur. İnsanların kendileri hakkında ne düşündüklerini ,ne dediklerini kendine sormayı bıraktıklarında anlarlar en büyük bencilliğin başkalarını düşünmek olduğunu. Kendi düşüncelerini, kendi fikirlerini, kendi hayallerini düşünürler. O çok uzun zaman önce kaybettikleri toplum tarafından bencil, sorunlu olarak gösterilen delikanlı gelir akıllarına. Gelir gelmesine de iş işten geçmiştir.


Yüzlerindeki çizgilerin ve çukurların yaşla pek alakası yoktur. Gerçekle yüzleştiklerinde saçlarının bitip alınlarının başladığı yerden parmaklarını sokarlar toplumun onların suratına diktiği maskeden içeri. Bütün acıları, pişmanlıkları, yalnızlıkları kusarak çıkarırlar o olgun adam maskelerini. Sessiz sakin bir tatil kasabasına yerleşmelerinin ya da Dünya turuna çıkmalarının sebebide budur belki ve ne zaman torunları ve evlatları ile konuşsa hep aynı yere getirirler konuyu. Kendi pişmanlıklarını yanında duran iki neslin yaşamasını istemezler. Başkalarından çok kendi duygularımıza önem vermemiz gerektiğini. Başkalarının ne düşüneceğini umursamayarak içimizden geldiği gibi özgür ve mutlu olduğumuz şekilde yaşamamızı söylerler.

16 Kasım 2011 7-8 dakika 12 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 12 yıl önce

    İnsanların istekleri hiç bitmez, hep bir adım daha fazlasını isterler, tatmin olamama duygusu insana özgüdür genellikle. Hayattan çok fazla beklentileriniz olmazsa çok fazlada hayal kırıklıklarınız olmaz. Çocukken ağlamak çocuğun doğası gereğidir, ama büyüyünce ağladığınız zaman bir sıkıntınız derdiniz var demektir. O gözyaşları, hele de insan geçmişte yaptığı hatalara günahlara ağlıyorsa, yüreği yıkar tertemiz yapar. Sahte gözyaşları ise insanları aldatmaktan başka bir şeye yaramaz. Hani bir şarkı var ya''Ağlamak ayıp değil saklama göz yaşını''Eskiden TRT zamanında eski türk filimlerine benimde ağladığım gibi çoğu çocuk ağlamıştır. Ne diyelim zamanı gelince salıverin gitsin gözyaşlarınızı, ama yine de ağladığınız az güldüğünüz çok olsun. Hele hele milletimizi kimse ağlatmasın. Saygıyla...👍