Alevi Nefeslerindeki Şamanist Kökler
“Kam’ın davulundan yükselen sesle, Cem meydanında yankılanan nefes aynı hakikatin iki yankısıdır; biri göğün kapılarını aralar, diğeri insanın içindeki evreni uyandırır.”
Giriş – Ruhun İki Yolculuğu: Kam Ve Cem’in Sesi
İnsanın kendini anlamak için çıktığı yolculuk, tarihin her çağında farklı dillerle anlatıldı ama özünde hep aynı ateşle aydınlandı. Şaman, o ateşi göğün altından çıkarıp insanın kalbine indirendi; Alevi dede ise o ateşi gönül meydanında “delil” olarak yakandı. İkisi de bir yolun yolcusuydu: biri göğe ağacın köklerinden yükselerek çıkıyor, diğeri gönül ağacının dallarında Hak’la buluşuyordu. İkisinin de amacı aynıydı; insanın özündeki sesi, evrenin sessizliğinde duyulur kılmak. Bu iki kadim yol, coğrafya ve zaman değişse de birbirinin yankısı gibi varlığını sürdürdü; biri Orta Asya’nın rüzgârında, diğeri Anadolu’nun dağlarında yankılandı. Kam, dünyanın üç katmanında dolaşırken göğün kapılarını açar, ruhun ağırlığından kurtulmasını sağlardı. Onun için bu, yalnızca bir ritüel değil, varoluşun en yalın biçimiydi. Tıpkı Cem erkânında olduğu gibi, orada da bir dönüş, bir arınma ve bir birleşme gerçekleşirdi. Kam, davulunun ritmiyle evrenin kalp atışını duyar; dede ise bağlamanın tınısında insanın kalp atışını işitirdi. Bu iki ritim, görünüşte farklı ama aynı kaynaktan besleniyordu: varlığın özüyle yeniden temas kurma arzusu. Her iki yol da insanın Tanrı’dan ayrı olmadığını, sadece unutmuş olduğunu söyler. Alevi nefesleri, bu unutuluşu hatırlatmanın melodik biçimidir. “Eline, beline, diline sahip ol” diyen öğreti, yalnızca ahlaki bir ölçü değil, insanın kendi öz enerjisini dengeye getirme çağrısıdır. Şaman’ın dünyasında da aynı denge vardır: alt dünyanın gölgeleriyle yüzleşmeden, üst dünyanın ışığına çıkılamaz. Nefeslerde geçen “dağlar, pınarlar, turnalar, ateş” imgesi, bu Şamanik hatırayı taşır. Doğanın her unsuru, bir ruhun yansımasıdır ve insan, bu ruhlarla kurduğu ahengi yitirdiğinde kendi özünden de kopar. Cem’deki semah, bu kaybedilen ahengin yeniden bedenleşmesidir.
Her Cem erkânı, bir evrenin yeniden kuruluşudur. Meydan kurulduğunda, aslında dünya yeniden kurulur; dört kapı, kırk makam, bir varlığın dört yönüyle sınanması demektir. Kam’ın göğe çıkarken geçirdiği yedi katman, Alevi öğretisindeki dört kapının iç içe geçmiş halidir. Her katmanda insan, bir perdeyi aralar; her kapıda bir nefsini bırakır. Kam’ın tınısı göğe yükselirken ruh hafifler, dedenin nefesi Hak’ka karışırken insan arınır. Bu iki ritüel, farklı çağların diliyle aynı mistik matematiği anlatır: İnsan, kendi iç âleminin merkezine varmadıkça Tanrı’ya varamaz. Zaman, bu iki yolun ayrıldığı yer değil; birbirine dönüştüğü aynadır. Şaman’ın yolculuğu dış dünyada bir trans hâlinde başlar, Alevi dedenin yolculuğu iç dünyada bir trans hâline dönüşür. Biri gökyüzüne, diğeri gönül göğüne çıkar; ama ikisi de aynı yıldızın etrafında döner. Bu yıldız, kadim insan bilincinin kaynağıdır; ne tam doğudadır, ne batıda; o, insanın içinde parlar. Alevi nefeslerindeki Şamanik simgeler, bu yıldızın sönmeyen ışığıdır. Her turna kanadında, her dağ imgesinde, bir Kam’ın hatırası gizlidir. Bugün bir Cem meydanında semaha duran dervişin gözlerinde, binlerce yıl önce davuluyla göğe yükselen bir Kam’ın gölgesi vardır. Bu gölge, geçmişin değil; insanın kendi içindeki sürekliliğin izidir. Alevilik, Şamanizmi reddetmedi; onu kendi gönül erimi içinde dönüştürdü. Şaman’ın ruhlarla konuştuğu yerde, Alevi Hak’la konuştu. Her ikisi de sözü müziğe, müziği dua’ya, duayı harekete dönüştürdü. Çünkü insan, ancak kendi hareketinin anlamını kavradığında evrenin dilini anlayabilir. Kam’ın davulu ile dede’nin bağlaması, aynı kalbin iki ayrı atışıdır; biri gökten iner, diğeri gönülden yükselir.
I. KAM’IN YOLCULUĞU – GÖK İLE YER ARASINDA İNSAN
Kadim bozkırın sessizliğinde, rüzgârın yönünü dinleyen ilk insanın kalbinde bir ritim atıyordu. O ritim, toprağın altında uyuyan ataların sesiyle birleştiğinde bir davul doğdu. Kam, bu davulu yalnızca bir müzik aleti değil, ruhun yankısı olarak taşıdı. Onun her vuruşu, gökle yer arasında bir köprüydü. Çünkü o, kelimeyle değil, titreşimle dua ederdi. Kam, konuştuğunda doğa dinlerdi; sustuğunda gökler yanıt verirdi. Yolculuğunun başlangıcı buydu; evrenle konuşmayı öğrenmek, yani sessizlikteki sesi duymak. Kam’ın ilk dersi, doğanın canlı olduğuydu. Taşın, ağacın, suyun ve ateşin birer ruh taşıdığını bilirdi. Her biri bir “öz”ün farklı yansımalarıydı. Bu yüzden Kam, ateşi sadece ısı değil, bilincin sembolü olarak görürdü. Ateşin dumanı göğe yükselirken, insanın duası da Tanrı’ya ulaşırdı. Oysa bu yükseliş bir kaçış değil, bir dönüşümdü. Kam, her ritüelde aslında kendini yakar; küllerinden yeniden doğardı. Bu, tıpkı sonradan Alevi nefeslerinde dile gelen “Yan ki kül olasın, kül ol ki nur bulasın” sözünün erken yankısıydı. Bir Kam transa geçtiğinde, bedeniyle ruhu arasındaki perde incelirdi. O artık insan değil, insanla Tanrı arasında bir geçitti. Bu hâl, Anadolu’daki “vecd” hâlinin, yani Cem’deki semahın ilk biçimiydi. Davulun sesi arttıkça zaman çözülür, mekân erirdi; Kam, rüzgârın, kuşun, yıldızın diliyle konuşmaya başlardı. Bu konuşma, dilin ötesinde bir hatırlamaydı: Evrenin ilk doğum anına dair bir yankı. O yankı, Alevi nefeslerinde “Âlem ezeliden beri döner, dönmek aşktandır” diye dile gelecekti. Çünkü dönüş, varlığın kendini anlama biçimiydi. Kam’ın yolculuğu göğe doğru yükselen bir tırmanıştı, ama bu tırmanış dışsal bir yolculuk değildi. Göğün katmanları aslında insanın iç dünyasının basamaklarıydı. Her katmanda bir korku çözülür, bir arzu bırakılır, bir benlik eksilirdi. Yedinci katta ulaşılan “Işık Varlığı” — bazı Türk boylarında Ülgen, bazılarında Tengri — insanın özündeki Hak’kın yansımasıydı. Kam oraya vardığında “ben” ortadan kalkar, “biz” kalırdı. Tıpkı Cem’de “Bir can bir candadır” anlayışının söylediği gibi, varlık ayrılığı bir yanılgıydı. Kam bunu sezmişti: her ruh, aynı bütünün nefesiydi. Ancak Kam’ın yolculuğu gökle bitmezdi. Çünkü göğe çıkan her ruh, tekrar toprağa dönmek zorundaydı. Gökte görülen hakikat, yerde yaşanmadıkça eksikti. Bu yüzden Kam, göklerin bilgeliğini aldıktan sonra yere, halka dönmek zorundaydı. Onun dönüşü bir kutlama değil, bir sorumluluktu. Topluma döndüğünde, gördüğü vizyonları paylaşır; ruhsal hastaları iyileştirir, kabileyi yeniden dengelerdi. Bu, Anadolu’daki “cem olmak” düşüncesinin ilk biçimiydi: bir araya gelmek, birliği hatırlamak, bilgiyi pay etmek. Kam’ın göğe yükselişi kişisel, yere dönüşü ise toplumsaldı.
Yerin ve göğün bilgisi Kam’da birleştiğinde, onun bedeni bir enstrümana, ruhu bir aynaya dönüşürdü. Alevi nefeslerindeki “Ben yürürüm yâne yâne” dizeleri, bu yolculuğun ateşle yoğrulmuş halidir. Kam, yanmadan aydınlanamayacağını bilirdi. O ateş hem sınav hem lütuftu; tıpkı Cem’deki “delil” ateşinin hem yakıp hem aydınlatması gibi. Kam için ateş, insanın kendi içindeki karanlığı görünür kılan ışıktı. Bu yüzden ritüel boyunca gözleri kapalıydı; çünkü gerçek görme, dışarıya değil içeriye bakmaktı. Kam’ın yolculuğunda bir diğer temel unsur da “turna” idi. Turna, ruhun göksel rehberidir; yer ile gök arasında uçan bir elçi. Kam transa geçtiğinde, kendini turna biçiminde hissederdi. Onun kanat çırpışı, ruhun özgürleşmesini simgelerdi. Bu sembol, yüzyıllar sonra Alevi nefeslerinde “Turna der ki ben de bir can taşırım” olarak yeniden doğdu. Turna, insanın sonsuz dönüşüm kapasitesinin simgesiydi. Kam’ın turnasıyla semaha duran dervişin dönüşü arasında yalnızca zaman farkı vardı; ruh aynıydı, çağ değişmişti. Bu ruhsal dönüşümde ses en kutsal unsurdu. Kam’ın davulu, evrenin kalp atışıydı; Alevi’nin bağlaması ise insan kalbinin sesi. Her iki ses de evrenin birliğini hatırlatırdı. Kam, titreşimlerle hastalığı iyileştirir; dede, nefesle kalbi diriltirdi. Çünkü her iki yol da bilirdi ki, hastalık unutkanlıktır. İnsan, kendini hatırladığında iyileşir. Kam’ın iyileştirici sesiyle Cem’in nefesi aynı ilkeye dayanır: Ruh, kendi sesini duyduğunda şifa bulur.
Kam’ın son durağı ise sessizlikti. Tüm seslerin bittiği, tüm görüntülerin silindiği o yerde yalnızca saf bilinç kalırdı. Kam, bu noktada “Ben göğe çıktım, beni gök tanıdı; yere indim, beni yer tanıdı” derdi. Bu bilgelik, Alevi öğretisindeki “Enel Hak” sırrının ilksel biçimiydi. Kam’ın yolculuğu, bir varlıktan birliğe, bir benlikten sonsuzluğa geçişti. O artık geri dönse de eski Kam değildi. Her dönüş, insanı biraz daha Hak’a yaklaştıran bir yeniden doğuştu. İşte burada Kam’ın hikâyesi, Anadolu’ya taşındığında başka bir biçim aldı. Göğün katmanları yerini gönlün katmanlarına bıraktı; davul bağlamaya, trans semaha dönüştü. Ama öz değişmedi: İnsan, hâlâ kendini bulmak için göğe değil, kendi kalbine bakıyordu. Böylece Kam’ın yolculuğu, Cem’in erkânına dönüştü. Aynı ateş, bu kez gönül meydanında “delil” adıyla yakıldı. Kam’ın rüzgârla başlayan duası, şimdi nefesin ezgisine dönüşmüştü. Yani bir çağ bitmişti, ama yol bitmemişti.
II. CEM’İN YOLCULUĞU – GÖNÜL İLE HAK ARASINDA İNSAN
Anadolu toprağı, Kam’ın göğe açtığı kapıyı gönle çevirdiğinde insanın iç evreni yeni bir ufuk kazandı. Her dağ, bir sır; her su, bir ilham hâline geldi. Kam’ın ateşi göğün altında yanarken, Alevi dedesinin delili gönlün merkezinde parladı. Gök kubbenin yerini semahın dairesi aldı; çünkü artık insan göğe değil, kendi kalbine yükseliyordu. Bu yükseliş, evrenin dışına değil, özün derinliğine doğru bir inişti. Dede, bu inişi rehberlik ederken “yol” kelimesiyle anlatır; zira yol, dışa değil, içe uzanırdı. Cem erkânı başladığında meydan yalnızca bir mekân değil, varlığın bütün hâllerinin toplandığı bir evren olurdu. Her can, o evrene bir yıldız gibi dâhil olur, ışığını paylaşırdı. Kam’ın göğe çıktığında birliğe erdiği an, Cem’de canların bir araya geldiği andı. Gökyüzünün katmanları şimdi gönül katlarına dönüşmüş, evrenin merkezinde insanın özü belirivermişti. Dede’nin nefesiyle, Kam’ın davulunda çınlayan ses birleşti. Her nefes, Tanrı’yı anmanın değil, Tanrı’yı hatırlamanın sesi hâline geldi. Çünkü Alevi öğretisine göre Hak, insandan hiçbir zaman uzak olmamıştı; insan sadece kendinden uzak düşmüştü. Meydanın ortasında yanan delil, Kam’ın ateşini hatırlatırdı. Fakat burada ateş, dış dünyanın gücünü değil, iç dünyanın nurunu temsil ederdi. Dede delili yaktığında, herkes susar; çünkü alev, hem ışık hem gölgeyi bir arada taşır. O ışıkta insan kendi yüzünü görür, gölgesinde nefsini tanır. Kam’ın trans hâli, Cem’de tefekkür hâline dönüşür. Ruh, delilin ışığında kendi karanlığıyla yüzleşir; yanmadan aydınlanmanın mümkün olmadığını anlar. Her kıvılcım, insanın iç âleminde bir perdeyi yakar.
Dede’nin sesi, Kam’ın ritmi gibi evrenin kalp atışını yansıtır. Fakat burada o ses söze dönüşür; söz, dua hâline gelir. Cem’de söylenen her nefes, Kam’ın titreşimle kurduğu evren dilinin devamıdır. “Erenler meydanı” olarak adlandırılan bu alan, tıpkı Kam’ın göğe açtığı geçit gibidir. Ancak Alevi geleneğinde bu geçit, insanın iç merkezinde, yani gönül kubbesinde açılır. Dede’nin nefesiyle canlar birleştiğinde, ses evrenden insana, insandan Hak’ka döner. Bu dönüş, yalnızca bir ritüel değil; insanın kendi özüne dönüşünün simgesidir. Cem’deki semah, Kam’ın trans hâlinin yeryüzündeki yankısıdır. Semaha duran can, dönmeye başladığında zaman çözülür, benlik erir. Beden, evrenin döngüsüne katılır; her adım, bir yıldızın hareketine, her dönüş bir galaksinin akışına benzer. Kam’ın turna biçiminde göğe yükseldiği o ilksel deneyim, şimdi semah döngüsünde yeniden doğar. Canların kolları, turnanın kanadı gibi açılır; insan göğe değil, kendi kalbine uçar. Her dönüş, bir zikirdir; her zikrediş, insanı Hak’la birleştiren sessiz bir dua.
Turna sembolü, Cem meydanında bir hatıra değil, yaşayan bir simgedir. Canlar dönerken gözleri kapalı, gönülleri açıktır; çünkü görmek artık dışarıya değil, içeriye yönelmiştir. Turna, göç ederken göğün ve yerin dilini birleştirir; semah dönerken insanın kalbi aynı dili konuşur. Bu dil, sözcüklerle değil, ritimle anlaşılır. Kam’ın davulunun yankısı, bağlamanın tınısında yeniden doğar. Her tel, bir katman açar; her nağme, bir perdeyi kaldırır. Nefes söylenirken kelimeler yanar, anlam küle döner, geriye yalnızca öz kalır. Her Cem erkânında, doğa unsurları sessiz tanık olarak yer alır. Su, abdestin değil arınmanın sembolüdür; toprak, secdenin değil kökün ifadesidir. Ateş, cezanın değil ışığın kaynağı; hava, duaların taşıyıcısıdır. Kam’ın doğa ruhlarıyla konuştuğu gibi, Alevi dede de doğayla aynı bilinçte bulunur. Cem, evrenin küçük bir modeli gibidir; daire biçimi, sonsuzluğu simgeler. O dairenin ortasındaki delil, güneşi temsil eder; etrafında dönen canlar ise gezegenlerdir. Her biri Hak’ın nurundan pay alır, o nurla yeniden doğar.
Cem’de kadın ve erkek aynı halkada döner. Kam’ın evren anlayışında da dişil ve eril güçler dengededir. Çünkü yaratım, zıtların uyumundan doğar. Dede, “bir elin nesi var, iki elin sesi var” derken, bu dengeyi anlatır. Ruhsal bütünlük, bir tarafın diğerine üstünlüğünde değil, ikisinin birleşiminde gerçekleşir. Kam’ın göğe çıkarken kullandığı eril enerji, Alevi dervişinin semahında dişil zarafetle birleşir. Bu birleşim, varoluşun en yüksek makamıdır; insanın kendi içinde erkek ve kadını, ışık ve gölgeyi birleştirmesidir. Cem’in yolculuğunda söz, ateşten bir köprü gibidir. Nefesler okunurken dede yalnızca anlatmaz, çağırır. Her nefes, bir ruhu uykusundan uyandırır. Kam’ın davuluna vurduğu her vuruş, nasıl bir ruhu göğe çağırıyorsa, dede’nin nefesi de gönlü çağırır. “Yol bir, sürek binbir” sözü, bu hakikatin özüdür. Her insan farklı görünür, ama aynı kaynaktan yürür. Kam’ın yolu ile Cem’in yolu bu noktada birleşir: Her ikisi de birliğe ulaşmak için farklı biçimlerde yanar.
Ritüelin ilerleyen anlarında delilin alevi küçülürken, dervişin kalbi büyür. Çünkü aydınlık dışarıdan değil, içeriden yayılır. Kam’ın göğe çıktığında gördüğü ışık, Cem’de kalpten doğar. Bu ışık, insanın Hak’la arasındaki perdeyi kaldırır. Dede, “kendini bilmeyen Hak’kı bulamaz” derken, bu içsel aydınlanmayı kasteder. Yolun sonunda hiçbir şey dışarıda aranmaz; Hak, kulun özünde gizlidir. Kam’ın göğünde aradığı Tanrı, Cem’in gönlünde bulunduğunda döngü tamamlanır.
Her Cem, bir doğumun ve ölümün yeniden sahnelenmesidir. Kam’ın transa girip yerle göğü birleştirmesi gibi, Cem’de de insan ölüp yeniden doğar. Nefs ölür, öz dirilir. Dede’nin rehberliği bu yüzden önemlidir; çünkü o, yolun görünenle görünmeyen arasındaki eşiğini bilir. Kam’ın ruhu göğe çıkarken rehberlik eden ruhlarla karşılaşırdı; Alevi canı, dedenin sesiyle kendi içindeki rehberi bulur. Bu iki rehberlik aynı ilkeye dayanır: İnsan, yolunu yalnız yürüyemez. Her rehber, bir aynadır; o aynada insan kendi yüzünü görür. Meydanın sonunda herkesin yüzü birbirine dönük kalır. Bu dönüklük, içe yönelmiş bir birliktir. Cem bittikten sonra kimse eskisi gibi değildir. Çünkü her biri, diğerinin yüzünde Hak’kın bir yansımasını görmüştür. Kam’ın göğe çıktıktan sonra halkına bilgiyle dönmesi gibi, Cem’den çıkan can da dünyaya bilinçle döner. Her ikisi de dönüşünü tamamlamıştır: biri gökten yere, diğeri gönülden gerçeğe dönmüştür. Artık her adım, farkındalığın toprağına basar.
Cem’in sessizliği, Kam’ın sessizliğiyle aynı kaynaktan beslenir. Tüm sözlerin bittiği, tüm ezgilerin sustuğu o an, Tanrı’nın konuştuğu andır. Dede o sessizlikte başını eğer; Kam o sessizlikte göğe bakardı. İkisinin gözleri farklı ufuklara yönelmiş görünür ama baktıkları tek bir yerdir: varlığın özü. O öz, ne doğuda ne batıda, ne gökte ne yerdedir; insanın içindedir. Cem’in yolculuğu bunu hatırlatır: Hak, dışarıda arandığında kaybolur, içeride bulunduğunda çoğalır. Ruhun ateşle, sesle, dönüşle ve sessizlikle piştiği bu erkân, kadim Kam bilgeliğinin Anadolu’daki yankısıdır. Her nefes, o eski davulun son tınısını taşır; her semah, o göksel turnanın son uçuşudur. Fakat bu bir bitiş değil, sürekliliktir. Kam’ın davulu durduğunda bağlama çalmaya başlar; turna göç ettiğinde insan döner. Böylece zaman kendi kuyusunu doldurur, insan kendi köküne döner. Cem’in sonu, Kam’ın başlangıcıdır. Yolun kendisi, başlangıçla son arasındaki sessiz akıştır. İnsan, bu iki yolun tam ortasında durur: gökle yerin, kalple aklın, geçmişle geleceğin kesişiminde. Kam’ın ateşinde yanar, Cem’in nurunda aydınlanır. Her yanış bir hatırlayıştır, her aydınlanma bir doğuştur. Yol hiçbir zaman bitmez; çünkü yol insanın içindedir. Göğe bakan Kam da, gönle yönelen derviş de aynı hakikatin yolcusudur. Farklı adlarla, farklı dillerle, aynı özün peşindedirler. Her dua, her nefes, her dönüş, bu kadim birliği bir kez daha dile getirir.

