Almanya'da Bir Türk Öğretmeni 1

Hamburg Türk Konsolosluğu'ndayız. Berlin Duvarı'nın yıkıldığı günlerin arifesinde. Konsolosluğa, beni, sabah namazı vaktinde, tren istasyonunda karşılayıp evinde konuk eden akrabamla gittik.
Eğitim Ataşemiz, Hamburg ve kuzeyindeki eyalette bakanlığımızca görevlendirilen biz öğretmenleri konsolos beyle tanıştırıyor. 'Sizler, ülkemizin, yurt dışında, en uç noktalardaki temsilcilerisiniz. Almanya'dasınız. Hoş geldiniz. Türk öğretmenliğini en başarılı bir biçimde temsil edeceğinizden eminim. Babalarımız bizleri okula başlatırken; okulun ilk günü öğretmenlere: Eti sizin kemiği bizim diyerek çocuklarını tinsel ve tensel varlıklarıyla güven içinde teslim ederlerdi...' Konsolosumuzun özgün tümceleri göğsümüzü kabartıyordu. Fakat bizler yıllarını yaşayacağı adasına henüz ayak basan Robinson Cruzo gibiydik.
Almanya. Düzgün cadde ve sokaklar. Tertemiz ve yemyeşil geniş parklar. Şehir içinde ulu ağaçlar. Kaldırımlar. Pencerelerini Avusturya Alpleri' dağ eteklerindeki evlerin balkon ve pencerelerinde ki kadar güzel saksı çiçekleriyle süslü konutlar. Metrolar harıl harıl gidip geliyor.
Hepimiz görev yerlerine dağılıyoruz. Dağıtıma giden askerler gibi sarmaş dolaş vedalaşmalar.
İyiliklerini ve yardımlarını hala hiç unutmadığım cami derneği başkanıyla, elli kilometre daha kuzeye gidiyoruz. İlk gece bohem yaşayan orta Anadolulu yurttaşımın evinde konuğum. Sabah ola hayrola. Dernek başkanı arkadaşım ev buluyor bana. Her gün farklı okullarda çalışmalıyım. Okulları ziyaret ediyoruz. Türklerin yoğun yaşadığı kent merkezinde üç ayrı okul ve iki de köy okuluna gideceğim. Köy dediysem, kentlerden farkı sadece konutlar bir ya da iki kartlı. Köylerdeki düzen tıpkı kentler gibi.
Almanca'mız, Hamburg'da vedalaşıp ayrıldığımız arkadaşlarla hep aynı düzeyde. Yetersiz. Önceki yıl ana vatanda okullar yarıyıl tatiline girerken bizler tatil yapmadan Mersin'e görevlendirildik, iki hafta dinlenmeden. İki ayda Almanca'yı yüksek düzeyde öğrenmiştik!
Herr direktör (okul müdürü) ile ilk görüşmenin mahcubiyetini hiç unutamam. Adam kimlik bilgilerimi alıyor. Oturduğum yeri adres soruyor. Adresimi not ettiğim defter yanımda değil. Soruyu anlıyorum, yanıt yok. Okulun düzgün tabanına bakıyorum. Direktör yüzüme bakıyor. Ertesi gün adresi götürüyorum okula. Bu kez kafam fazla asık değil. Bu kez ikimizin yüzünde yarım bir tebessüm. Türk öğretmeni İngilizce'yi ortaokulda üç sömestri okumuş. Almanca'yı iki ayda öğrenmiş! Bu kez evi, Almanca kalıp tümceler ve kelimelerle süslüyorum.
Nihayet eğitim-öğretim başladı. Çocuklarımızın Alman okullarına devamı zorunlu. Türk okuluna ise özgürlük bayrağımız güzel Türkçemizi, kültürümüzü yaşatmak isteyen velilerimizin çocukları geliyor. Önemli bir misyonumuz da öğrenci toparlamak. Sanki Türkiye'de öğretmenlikte ilk göz ağrım güzel köyümde, kız çocuklarımızı okula kayıt için velilere dil dökmeler. Burada daaynı sıkıntı. Bizlere vız gelir... Bizler: 'Alnımızda bilgilerden bir çelenk, Nura doğru can atan Türk genciyiz...' içerikli marş, türkü ve şarkılarla, şimdilerde kapıları yıllar önce kilitli; idealist duygularla yetişmiş Öğretmen Okulu mezunu öğretmenlerdik.
Bazı yurttaşlarımız çocuğum Almanca öğrensin yeterli. Türkiye'ye dönüş yapmayacağız artık. Tatillerde ülkeye gittiğimizde öğrenirler Türkçeyi diyorlar. Doksanlarda, Almanya'ya gittiğim günlerde televizyonlar çanak antenlerle yayına başladılar. Beşiktaş'ımız bir Alman takımıyla evinde oynuyordu. O maçı Alman kanalı naklen yayınladı. Maçtan önce İstanbul'u, Boğazı... Gösterildi. Ben bile hayli heyecanlandım. Oysa bir hafta olmamıştı acı vatanda gurbetçiliğim. H TRT'yi cami derneğinde ilk kez izleyeceğiz. İstiklal Marşı eşliğinde şanlı bayrağımız göndere çekiliyor. Ne o. Yurttaşlarımız ayağa kalkıp hayrola geçtiler. O bazılarının gözlerinden inciler dökülüyor. O sahneyi her anımsadığımda gözlerim bulutlanır. Efkârlı olduğum zamanlarda ben de ağlarım.
Atatürk, çok büyük adam; doğru betimlemiş halkımızı: 'Türk milleti, zekidir, çalışkandır...' bizimkiler iş yerleri açmışlar, Türk bakkalları adım başı. Ve döner lokantaları. Folklorumuz, dönerimiz çok tutuluyor. Bir de zeki yurttaşlarımız; Türk- Alman Dostluk, şöförler, cami derneği gibi dernekler kurmuşlar. Dernek üyeleri listelerde tamam. Dernek toplantıları yapılıyor, tutanaklar tutuluyor. Fakat bunlar hep kâğıt üzeninde. Anayurttaki sendika ağaları gibi Almanya'da da dernek ağaları çok. Dernek yasasından yararlanıp vergi ödemiyorlar... Sayıları az olan dürüst dernek yöneticilerini tenzih ettiğimi de belirtmeliyim. Evet dernekler birer Türk kahvehanesi. Hala pişti en tutulan oyun. Almanya'ya giden ilk jenerasyonda Almanca tüne.
Öğretmen, hemen her gün bu kahvehanelere uğramak zorunda. Cuma günleri de camiye gidip namazını eda edeceksin. Yoksa eleştirilere hep açıksın. Ağaları kızdırmaya gelmez. Sınıflarda öğrenci bulamamanın hüznünü de yaşarsın. Yetesiye dil sorununu çözememişsin. Alman meslektaşlarla iletişim kuramamanın dayanılmaz ezikliğini yaşıyorsun. Şaşırıyorsun. Lakin, doğa çok güzel. Almanya demek planlı kalkınma, disiplin içinde yaşamak demek. İnsanlar atletik bedenli. Boy ortalamalar bir seksenlerde. Bir yetmiş birlik boyumla cüceler ülkesindeki Güliver'im ben.
Güzel Türkçeme hasret benim halkım. Biriyle sohbete tutulduğunda ayrılmak için centilmenliğin en nadide örneklerini sunmalısın. Yurttaşın kalbi kırılmasın. Böylesi anlarda, Karay'ın Gurbet Hikâyeleri'nin final sahnesindesin. Kenan Ellerinde, Arapların içinde ana dile hasret çocuğun ' Ağzına çiviler batmıyor mu senin?' sorusuna muhatap olan benim İzmitli yaşlı ayakkabıcı tamircisi gibi. Gözlerin yaşarır. Sessizce muhabbeti bitirip, evinize dönersin gözyaşlarını göstermeden. Anayurttan çok uzaklarda ne zor koşullarda çalışılıyor. Anadolu kırsalından uygarlığın tüm verilerinden yararlanan bir ülkenin ta göbeğine düşmüş. Ama çalışıyor. Çoğunun arabası, Türkiye'de evi var. Kaybolmuş yurttaşlarımız da az değil... İlk günlerimin şaşkınlığı içinde bana da takılıyorlar kahvehanelerde: 'Neden geldin Almanya'ya!'

05 Mart 2016 5-6 dakika 150 denemesi var.
Yorumlar