Ben Kimim

Bu evrende ben neyim ? " diye kendimi sorguladığım zamanlar parmaklarımdan birine bakarım.Tek bir parmağımın sadece şekliyle ilgili binlerce ayrıntısıyla birlikte sadece resmini bile çizmeye muktedir olamayacağımı anlayınca insanın bu teknolojik üstünlüğüne rağmen ne kadar aciz bir varlık olduğunu mukayese etmiş olurum.

İnsanların yarattığı gelişmelerin evrendeki var olan gizemlerin işleyişini çözmekle sağlandığını hepimiz biliyoruz. Buradan hareketle kuyrukları kopan kertenkelelerin yeniden kuyruklarını oluşturabilme maharetindeki işlevleri yeteri kadar anlayarak, deforme olmuş, bozulmuş, ya da kopmuş organlarımızı yeniden üretmeyi de belki başarabileceğiz. Böylelikle bozulan kalbimizi, nikotinle çürüttüğümüz ciğerlerimizi vb yenileme olanağına da kavuşabileceğiz belki. Ama yine de bu bizlere bahş edilen mevcut olanakların işlevlerinde değişiklik yaratmakla olacaktır. Sonuçta olmayan bir geni üretmemiz söz konusu olmayacak, yaratılmış genlere doğada başka canlıların unutmadığı bir eylemi hatırlatacağız veya yapmayı öğretmiş olacağız o kadar.

Belki parmaklarımızın resmini bire bir yapmayı yine başaramayabiliriz ama parmaklarımızdaki genlerimize yeni bir parmak ürettirmeyi başarmak ihtimal dahilinde gözüküyor.

İnsanın, evrene Tanrı'nın bizlere az bir miktar bahşettiği Tanrısal aklın eylemcisi olarak gönderildiğini düşünürüm. Bu anlamda insanın amacının doğadaki gizemleri çözerek ve anlayarak Tanrı'nın yaratıcı boyutunu madde üzerinde uygulamak olduğunu idrak ederim. Böylece canlılardaki işlevleri madde üzerine taşımış olmaktayız.

Zaten insanın evrende yaptığı en önemli işlev, canlılardaki hareket ve bileşke özelliğini maddelere aktarmak değil midir. Medeniyet sürecimiz maddeleri maddelerle birleştirerek alaşımlar oluşturmak, bu alaşımlardan edinilmiş yetenekleri insani amaca uygun davranışları olan makinalar haline getirmek öyküsü değil midir ? Sonuçta , parmaklarımızdan, kollarımızdan, ayaklarımızdan aldığımız hareket ilhamını makinalara uyguluyor onlara canlılara has eylemler kazandırıyoruz.

Veya maddeleri diğer maddelerle birleştirip, kaynaştırıp, şekillendirip maddeye yeni boyut, yeni kullanım özellikleri kazandırıyoruz. Bilim veya sanat olarak adlandırgımız bu işlevlerin özeti maddeyi canlıların işine yarar hale getirmek -BİLİM - maddede canlının maddeye yansıyan ruhaniyetini bulmak veya, ruhaniyeti madde üzerinde yansıtmak - SANAT- değil midir? Maddeleri boya, fırça, kağıt haline getirip resim yapmanın; mermeri, taşı düzenleyerek veya diğer maddelerin alaşımlarını ve bileşimlerini kullanarak heykel yapmak istemenin içsel motivasyonlarının ve iç emirlerinin sebebi bunlar değil midir.

Taşı insan figürü haline getirmek için katlanılan zahmetin ödülünün maddi beklenti olmadığını hepimiz sezeriz. Fakat taşa bu biçimi vermeye zorlayan iç emir ve sebeblerini hiç çözememişizdir. Sanatkarı ve bilim adamını ortaya çıkaran bu iç emirler neden bazılarında aşırı yoğun olarak duyulan iç motivasyon olarak ortaya çıkar. Bu gizem belki de insanlık tarihi boyunca hiç açığa çıkmayacaktır.

Bu eylemler toplamından çıkan sonuç şudur. İnsan, cansızlara canlıların eylemlerini kazandırmakla mükellef olarak gönderilmiş tanrısal akılın elçisidir. Bu eylemleri evrende yapabilen tek özne -şimdilik-insan olarak gözüküyor.

Evrenin diğer bir noktasından baktığımızda sıradan bir galaksinin - adına Samanyolu demişiz- onlarca kolu üzerindeki bir kolunda milyalarca yıldızından biri olan bir yıldızın yörüngesinde dolanan basit bir zerre gibi gözükürüz. Evrende ne kadar galaksi var, bu galaksilerin her birinde ne kadar yıldız ve onlara bağımlı gezegen var sayısını asla bilemeyeceğiz. Dünya türü yaşam sadece yıldızlara bağlı gezegenlerde olabilecektir.Bu yüzden bir yıldızın etrafında dolanan onlarca gezegenin anlaşılabilmesi mümkün olamıyor.

Bu muazzam sayıdaki yıldız ve gezeğen varlığının somutluğu bize dünya dışı yaşamın varlığına delalet olmamaktadır. Ama varoluşumuzdan beri nedense içimizdeki bir ses kaderimizi yıldızların tayin ettiğini söylediğinden yıldızlardan medet umuyor ya da yıldızların hareketlerine bakarak kehanetlerde bulunuyoruz. Yani iç güdüsel olarak şunu biliyoruz. Dünya dışında yaşam vardır. Olmalıdır. Bunca büyük evrene insan aklı ve yaşamı çok küçük gelmektedir.

Bilinen en hızlı madde olan ışığın hızı saniyede üç yüz bin km dir. Bu hızla bir yıldızdan diğerine gidebilmek milyon ya da miilyar yıllar gerektirir. Aceba evrende saniye de üç milyon km hızla giden araçlar kullanan veyabu hıza ulaşabilen dünya dışı yaşam benzerleri var mıdır?
Aceba dünya dışı yaşamdaki bu canlıların da bizim hızımıza inip kendi süratlerine ulaşabilme yeteneklerine ulaşabilmişler midir.( -ki yoksa evrende yıldızlar arası seyahat mümkün olamaz. Işık hızına ulaşan madde moleküllerine ayrılıp enerjiye dönüşmektedir.Böyle olunca yıldızlar arası seyahat makul sürede -dünya yılı ile bir iki yıl ya da ay gibi -olabilmesi için enerjiye dönüşebilen, enerjiden tekrar maddeye dönüşebilen bir akıl ve teknolojinin oluşması gerekir.-) Maddeyken ışığa ve enerjiye, ışıkken tekrar madde haline dönüşmeyi başarmış olması gereken bu varlıklar için zaman, yani ömrü müddetleri yine de çok büyük bir sorun olacaktır.

Aceba ölmek ve doğmak bunun gibi bir şey midir?

Sahi ben kimmi yim ? Ben, samanyolundaki yüz milyara yakın yıldızın içinde küçük bir yıldız olan Güneş'in yörüngesinde bir zerre gibi kalan bu dünyada yaşayan yaklaşık olarak yedi milyar insan zerresinden biriyim. Allahım, bu evrenle değil tek bu dünya ile mukayese edildiğimde ben ne kadar küçük bir varlığım. Allahım, ben bu evrende ne kadar önemsiz bir canlıyım!

Ama şunu da biliyorum. Benim içim de bir evren gibi geniş. Binlerce organımın içinde sayılamayacak kadar, doku ; bu doku ve organlarımın içinde sayısız hücre, molekül bu hücrelerimde sayısız gen var. Bedenimde tirilyonlarca akyuvar, alyuvar, mikrop, asalak, enzim, sperm... yaşayıp ölüyor. Bunların doğumlarından ölümlerinden, yaşam formatı değiştirmelerinden hiç haberim yok.

Ben ne kadar önemsiz ve bu içimdekiler için ne kadar önemli biriyim. Benim ölümüm hem benim, hem de içimdeki bunca galaksi, yıldız, gezeğen ülke ve canlıların küçük kıyameti olacaktır.

Sahi; bedenimin ölümü, aklımın, can tohumumun, bilincimin bilgilerimin de ölümü müdür?
İçimizdeki ses ölümden sonra da yaşamamız gerektiğini neden hep söyler durur.

Oğluma baktığımda vucut yapısı, davranışları, hatta yüz ifadeleriyle rahmetlik babamı görmüş gibi olurum. Aceba babam da bana baktığında dedemi görmüş oluyor muydu?

Acaba ölmek ve doğmak bunlar gibi bir şey midir ? Ben kimim? Ben doğan ve ölenden hangisiyim?

01 Nisan 2009 6-7 dakika 13 denemesi var.
Yorumlar (1)
  • 15 yıl önce

    Denemenizi çok beğendim. İnsanı düşünmeye ve sorgulamaya yönlendiriyor. Sizin de belirttiğiniz gibi insan, evrende hem hiç, hem de çok şey gibi görünüyor. Beynimizin tamamını kullanabileceğimiz boyuta geçtiğimiz zaman, belki bunları daha kolay anlamdırabiliriz.😙