Ben Kimim

Uzun uzadıya ama iki kenarındaki evlere yer açmak istercesine hafif kıvrımlarla giden, yerleri kübik Kayseri taşı kaplı, yan yana bitişik evlerin sönük ışıklarına, sokağı aydınlatma lambası da isteksizce eşlik ediyordu. Yerel ağızlara mahsus çocuk bağırışlarını susturan daha gür, daha otoriter yine sözcüklerin, ilk duyanlara oldukça komik gelecek yerel ağızlarda eğilip bükülmeleriyle başka bir biçim alan annelerin seslerine sokaktan geçen akşam ezanından önce evlerine yetişme telaşında olan babaların sokağa yansıyan cümbüşe hayıflanışları, akşamın ağırdan basan kasvetiyle yarışır gibiydi.

Tabanları birkaç kez yarım köselelerle pençe yapılmış iskarpinlerin içinde, yarı terlemiş ayaklardan fırlamasını engellemek için kıvrılan ayak parmakları, her adım atışta daha da zorlanıyordu. Ayakkabı topuklarının taşlara her seferinde daha sert sürtünme çabasıyla da yarım yamalak tekrar yerini almaya çalışıyordu vıcıklaşmış ayaklar.

Gıslavet neyine yetmiyordu, bu; değişimin sancısı mıydı… İskarpin veya gislavet bir milletin kaderinin ölçüsü haline gelebilir miydi.

Ne zor şeydi bunlarla sokakta yürümek, ilerleme adına da olsa ayaklar uyum sağlamakta güçlük çekiyordu. Acı, açlık, yoksulluk ve ölüm çekmeden yeni yeni şeylerin kolayca gelmesi kadir kıymet bilmez zihinlerde her zaman geriye dönüşün arzularını bırakmaktaydı. Bu geriye dönüş en ilkel organizmadan tutun da en kompleks yapılara kadar ölüm demekti, son demekti.

Hele farkına varmak için “anlamak”, ayaklarının altında oluşan, kendisinde bu düşünceleri yaşatan “anlatılmak” istenen bütünün kendisi miydi? Bu bütün, emek vererek zahmetlice gidilen yoldur. Başını geriye çevirdiğinde sokağa akşamın doğal koyuluğu ile insansı emeklerin yapay aydınlanmasıyla bütünleşen, hüzünlü ama hoş duygusuna kapıldı. Biraz önce acı çekerek geçtiği yolun tüm öykülerinde ne hoş yaşantılar olduğunu anlattı tüm duyuları.

Yanılsadığı başlangıçtaki yaşam mı, yoksa şu an algıladığı yaşam mıydı gerçek olan…

Saçmacı sokakla Barlas sokağının birleştiği yere geldiğinde, sokak lambasının altında dinlenme isteği yorulan ayaklarından ziyade, düşünmemek için direnen beyninden gelen yaşamdan kaçma isteğinin ağır basan tek arzusuydu.

İşte tam bu direğin altında anlatmıştı çocukluğunda Salih dayı.

“ Lan bi gol varımış hep acıhırmış, adam yimeden duramazmış. Acıhtığı zaman ortasından, en derin yerinden gupür gupür acıhdım diye fohurdarmış. Sesi gorhu salarmış edrafına. Bi adam yise, garnı doyar, susarmış. Yiniden acıhana gadar heç sesi çıhmazmış. Bu gole adam yiyen gol dillerimiş. Pek derinimiş, orta yirine varmak insanın yapaca bi şey deelmiş. Belki gavlu beladan belli yidiği adamların haddi hisabı yohmuş.”

Korku; yaşamın kendisinde ve neresinde saklıdır ki, insanların içinden yaşamlarına vursun, yansısın. Yaşam, kendisini yiyip bitirene kadar susmayacak anlaşılan.

Gerekli miydi sizce…yani “yaşam.”

Barlas sokağının sonunda, mahallenin her hanesinin küçük kısa tarihini, arzularını, günahlarını, sevaplarını, sitemlerini kısacası yaşamlarını saklayan Çukur Cami vardı. İnsanın sıradanlığını, mekanikliğine ara veren, yaşama sonsuzluk anlamı katan, bilmedikleri bir dünyaya varlıklar içinde yaşamanın nasıl bir şey olduğunu algılama yeteneğinden yoksun bir “arzu” olarak bilmedikleri, anlamadıkları geleceklerine sarılmak yeriydi orası.

Yüceliklerin güveni içinde başka seçenek var mıydı ki sizce?

Var olmanın anlamını ya da anlamsızlığını düşünüyordu epeydir. Ufacık karşı bir dillendirme isyan sayılırdı, inkar sayılırdı, sapma sayılırdı, yıkılma sayılırdı.

İşte o göl o zaman gerçekten“adam”ını isterdi yemek için, yok etmek için.

Bu değişimin, hareketin, hızlanmanın bedeli miydi? Siz yaşamınızda böyle bir hesap dökümü yaptınız mı? Bi düşünün isterseniz…

Caminin oradan iki ayrılan yolun bir tarafı mahalle fırınına giderdi. İçi yıllardır biriken islimlerin oluşturduğu simsiyah kubbeli taş fırının, yarım abdest lakaplı kuru, sıska, çökük suratlı fırıncısının yüzü hiç gülmezdi. Kendisine verilmiş bir görevin nesnel parçası gibi mekanik hareket ederdi.

Unutmuş muydu yoksa unutturulmuş muydu kendi anlamı… ne ve kimin önemi vardı ki kara, kuru, sıska şeyin.

Gülmek ya da ağlamak, varsıllık ya da yoksulluk, yaşamak ya da ölüm çok mu farklıydı, işin esasında, özünde. Kimin için yaşamak, yaşamın merkezinde olan ne ya da kim?

Yaşam bu kadar basit sembolize edilebilir mi ki sizce? Ha…ne dersiniz?

Bir kukla repliği midir insan…

İçi kalaylı bakır hamur teştlerinden taşan hamurlardan yayılan maya kokularının ekşimsiliği tüm fırını kaplar, arada sırada kontrol edilen ateşe odun atma hareketi bile ayrı düşünülemezdi, hatta “is”in kaynağı benim dercesine atmosfere hakim olan yaşamın çökmüşlüğünden kaynaklanan istiflenmiş bir ömre atılır gibiydi.

Fırıncının tüm dünyası, kuşluk vaktine kadar mahalleli kadın ve çocukların, her seferinde inatla gıcırdayan kapıyı açıp kapatmasından yakaladığı bir göz ucu atışla, bir gülümsemeyle karşılaşma isteği tüm yaşamı boyunca beklediği beklentisiyle geçecekti kim bilir.

Tüm dünya hatta tüm yaşam burasıydı onun için yarı cehenneme dönüşmüş bir atmosferde, dışarıdaki bilmediği cenneti yoktu içinde…

Başını yukarı kaldırdığında lambanın çevresinde dans eden ateş böceklerinin hipnotize eden hareketlerine dalan gözleri birden karardı. Evrende böyle mi dönüyordu?

Bekleyen Tanrı hipnoza mı girmişti yoksa kendisi gibi. Yoksa dayanılır gibi değildi bu yaşam.

Kendimden olanlar değişime uğradıklarını düşünerek beni aşağıladı, oysa kendi varlıklarını sürdürmek için benim gücümden yaralandılar.

Diye düşünmeyen kim olabilir ki?

Bay Lee! Efendim bay Lee beni duyuyor musunuz?... Seslenişi geliyordu derinlerden. Her yer rahatsız edici şiddette ışıkların parlamasından gözlerini açamıyordu. Anlaşılan burası bir hastanenin acil istasyonu olmalı diye düşünmeye zorladı kendini ama Lee değildi ki adı.

Bu da nereden çıktı?

Sabah köy meydanında toplanan sığırların böğürtüsüyle uyanırdı, meydana bakan kırık pervazlı pencereden ev ahalisi kadınlarında karıştığı sığır sürüsünden arta kalan ganimetleri toplama çabası, yani büyük bir “bok” kapma savaşını izlerdi her sabah. İçini ve toprak zeminli odayı kaplayan kesif bok kokusuyla yaşamı algılamaya çalışırdı, gözünün önündeki sığırlardan farklı olarak sadece bu algılarıydı.

Ne vardı?...

Kubbeli isli fırının kalın duvarlı, dövme demirli penceresinin hemen önüne konmuş defalarca kullanılmanın ve kalaylanmanın yorgunluğunu taşıyan küçük bakır tepsinin içindeki bakır renkli kadayıf güneşte bir başka parıldıyordu. Fakir sofraların altı yiyeceği olmanın gururunu taşıyor gibiydi.

Bu parıldama, Saçmacı sokağının yakın komşularına düşecek paylarını da müjdeliyordu.

Hacer abla, iyilikleri bu kadar güzel yapmak zorunda mıydın? İyilik gerekli miydi senin için?

Neden?

“Bay Lee, korkuttunuz bizi.” Reenkarne olarak yaşayacağı bir sonraki yaşamı , yaşadığı şu andaki yaşama getirerek denge sağlayamaz mıydı Tanrı?

Işıklar döngü hızını yitirmeye başladığında bedeninin tüm hassaları ve düşünceleri uyuşturulmuş, yeni nesil çocukların; çizgi filmsel dünyasından, dijital dünyaya, oradan da sanal dünyaya evriltilerek kendi evrenlerinin kahramanlarını ürettiklerini sanmaları, özgürlük ve başkaldırı duygusunu yaşatıyordu. Oysa her şey sahteydi baktıkları ekran kadar.

Oysa işin özü yani teslim oldukları “şey” Salih dayının “göl”ünden başka bir şey değildi.

Değişim “Zaman Dalgalanması”

Kenarları elle sıvanmış kireç kaplı pencereden köy meydanını izlerken kendi bok savaşçılarının da çabalarını izler, geleceğe saklanan umutlarının ve kendi gerçeğini görmenin çocuksu öfkesine kapılırdı. Bu öfke aynı zamanda kaygı ve korku yüklüydü düşünen canlı olmayı bilmenin getirdiği.

Yoksa ne güzel olurdu bir sığır gibi yaşamak…

Tandırda yakıt olarak bir tezek, duvarlarında yapı taşının harcı, yoksa hep “ocak tütmeleri” buna mı borçluydu?

Bir avuç bok için bu kadar çabaya değer miydi ki, yaşam. Ya insanın ki, değerli olandan değersiz bir şeyler mi çıkıyordu, işe yaramayan iğrenç ötesi. İnsanın zihni gibi atıkları da kirlilik mi barındırıyordu?

Öyleyse sahip olduğumuz, olacağımız düşüncelerimiz de böyle olmalı? Ha…ne dersiniz?

Beli bükük ebesinin her zamanki“guzum uyandın mı” sorusuyla birlikte üstüne çekilen şiltenin kirli kokusu en az bok kokusu kadar burnunun direğini sızlatıyordu, içinde gittikçe artan bir nefret biriktiriyordu Tanrı’ya karşı.

Meydandan çekilmiş bir neslin porsumuş temsilcisi, meydana sürülecek yeni bir neslin taze temsilcisini hazırlıyordu kendince, sahi ya… meydanın sahibi kimdi de böyle olmasını istiyordu.

Göle adam hazırlamaktan, adak olarak sunmaktan farkı yoktu.

Ey! Zeus bak efsanen gerçek oldu.

Peki o zaman var olmanın vazgeçilemeyecek kadar değerli olanı ne idi?

Dağınık bilgisayar masasının kenarında duran künefeye baktı tiksinircesine, o bulmak istediği, yaşamak istediği “tad”bu değildi, tadında Hacer ablanın iyiliği yoktu. Annesi ne diye ha bire tatlı getirirdi ki kendisine, anlamakta güçlük çekiyordu.

“Lee, yesene yavrum” seslenişini duyduğunda afalladı. Ekrana baktı, dünyayı bir tezek gibi gösteren animasyonun düğmesine bastığında, nefret biriktirdiği köyünü, geçmişini izliyordu. Düşünceleri somutlaşıp, maddeye hakim mi oluyordu.

Kendi geçmişini kendisi belirleme evrimi mi geçiriyordu. Yoksa böyle mi olmalıydık? Ha…ne dersiniz?

Ekranın parlaklığında ala buçuk kendi görüntüsünü yakalamaya çalıştığında dehşet ve korkuya kapıldı. Koltukta kendisi değil kıvrımları derin ve belirgin “koltuk dolusu bir beyin” oturuyordu, ha bire tatlıyı neden yediğini bu görüntü açıklıyordu. Ekrana “aynaya dön” komutunu verdiğinde apaçık tüm detaylarını görebiliyordu beyninin.

Evrimsel bir dönüşüm mü geçirmişti, yoksa mutasyon mu ya da bunu anlatan bir terime mi dönüşmüştü. Oysa; kendisinde bir dönüşüm değil, değişim istemişti he zaman… Ekrana bir kez daha baktı, algı organlarına ihtiyaç kalmadığından evrimleşerek yok olduklarını anladı beş duyusunun da. Her şeyi nasıl başladığını hatırlamaya çalıştı. El ve ayak parmaklarında, serçe parmaklarının ne kadar gereksiz olduğunu düşünmüştü bir zamanlar.

Evrim de aynı şeyi söylüyordu, gereksizleşen organlar yok olmaya mahkumdur…Ama dönüşüm mü değişim mi. Evrim değişim demişti oysa kendisi kocaman bir beyne dönüşmüştü.

Ne zamandır buradaydı hatırlamak için kayıt dosyasının açılmasını emretti. Çevresinde beliren iradesiz baş robotlardan kısa bir brifing yollanmıştı kendisine yani “yüce beyin”e. Uzun zamandır buradaydı, yavaş yavaş dönüşmüştü “büyük zeka”ya. Neler oluyor sorusu geçince iradesiz robotlardan biri ekrana dokundu önüne açılan evrene baktı hayranlıkla.

“Bu sizin eseriniz efendim.”

Yeşil gezegen dikkatini çektiği anda evrende hız, başka bir enerji şekline dönüşüp beynine açıldı her şey. Robotların istem dışı seğiren tiksel düşüncelerini algıladı, iradesiz ama düşünüyorlardı.

Yeşil gezegende amaçsızca gezinen ve birbirlerini kemiren, kemirgen canlılara takıldı görmesi.

“Büyüt” komutunu düşündüğünde büyüdü bütün gezegen. “Düşündüm ve ol”du yeteneğinin de farkına vardı, böylece.

“Bunlar nedir?” diye sordu iradesiz robotlara…

“Bizden sonra ürettikleriniz.”

“Kendi başlarına mı hareket ediyorlar?”

“Evet ve bizim de onlara tabii olmamızı istediniz?”

“ Peki sonuç ne çıktı?”

“İnsan…”

“O zaman söyleyin bana şükretsinler, ben onlardan akıllarını kullansınlar, doğruyu bulsunlar kötüye gizlediklerinden ayıklansınlar, diye ürettim. Onlar bilmedikleri alanda her “iki yönde” kabul ve inkarda kendi kötülüklerini ürettiler. Beni maddeye indirgerken bir taraf diğeri kendi dünyasal hazlarına “buriler” dedikleri seks kölesi üreten bir güç olarak görmek istediler.

Be aptallar! Buriler ne der? Duymak bile istemezsiniz….”

Yeri gelmişken söyleyelim; biz her iki tür çabayı da ahmakça buluyoruz…

“ Artık sizi de tanımıyorlar, ihtiyaçları kalmadıklarını düşünüyorlar, onların aklı ve iradesi de var, kendi hükümranlıklarını kurdular. Sanal gerçeklik dedikleri bir evrenden bahsediyorlar…sizden bağımsız olarak.”

“Ya şu kızıl gezegen.”

“Cehennemin dibi orası.”

“Bir süre verin şu “insan” denen yaratıklara, eğer çeki düzen vermezlerse kendilerine, kızıl gezegene yollayın hepsini toptan, bitsin bu iş.”

“Yok mu edilecekler?”

Gittikçe yaklaşan ayak seslerini duyarken, kapısı açıldı.

“Efendim proje ortaklığına düşündüğünüz konuklar geldi.”

“Bırak şimdi konukları yakınlarda hiç kara fırın var mı sen onu söyle.”

“Kara fırın…böyle bir şeyi ilk defa duyuyorum bay Lee.”

“Sen bana ne dedin? Bay Lee mi?”

“Bay Lee… efendim bir aksilik yok umarım.”

Fantazi düzeyinde düşüncelere sahip olanlar, bedenleri de yorulmayınca bilinç ya da ruhları, kendilerine psikolojik sorunlar çıkarmaya başlar. Düşünce derinliği sandıkları girdapta kendilerini kaybedecek metafora kapılırlar. Ve bu sanrının sarhoşluğuyla “ne güzel düşünüyoruz,” derler. Teolojik bilgileri esir alınmış dijital beyinleriyle yorumlama, yargı ve genel hükümler çıkarma peşine düşenler, kıçlarını dahi temizlemekten aciz olup temizlik nutukları atmalarına benzer.

Zavallılar…

Şaman’ın büyüsel töreninde sizin ruhunuza yaşattığı halisünojen katkılar, evrenin buruştuğu gibi buruşturarak size önce cehennemi, sonra evrenin genişlediği gibi genişler huzura erersiniz cennete açılan kapısından, yanılsadığınız gerçeğinize bakarsınız, ayrılmak istemeyeceğiniz hazla. Bu yüzden;

Saygı duymak zorundasınız “Şaman”a…

Evren dediğiniz nedir ki…saf enerjinin yol açtığı madde ve anti maddenin çatışmasından ortaya çıkan enerjinin yeni bir ürünü müdür? Bu nasıl bir enerji imiş ki “düşünceyi, iradeyi, sevgiyi” üretmiş…ve bunların zıddını.

Tanrı’dan büyük müymüş… öyle mi diyorlar.

Sosyolojik tekamülden söz eden insanlar, kendi düşüncelerinin gerçekliğini ortaya koymak ve bundan yararlanıcı olunması için “halk tabakaları”nı ürettiler, bir hayvandan yararlanır gibi insanı aşağıladılar sırmalı palan bile vursalar...aşağı halk, orta sınıf ve sözde burjuva, ürettiler.

Bunların kendi aralarında meydana getirdikleri koridorlarla adalet adına geçiş yapabileceklerini halka yansıtarak en acımasız baskı ve sürdürülebilir şeytansılık olmayı tesis ettiler. Bunu da analitik düşünce dayatmasıyla oluşturdular, kendilerine hayranlık duymaları gerektiğini de empoze ederek. Göz önünde bulunanlar dahil olmak üzere, elde ettikleri saklı gizli bile olmayan ama halkın farkına varmadığı bilgilere, düşüncelere bölümlemeler yaparak, bunlar üzerinden sözde kavramlar üreterek “bak biz bir şeyler biliyoruz”u imaj ederek, halkın altta kalmasını ve kendi istedikleri bilgi ve düşünceyi düşünmelerini sağlamak emperyalizmin en acımasızıdır.

Uzaylıların etkisinde kalarak istila edilmiş dünyada “ele geçirilmiş insanlık”tan farkları olmaz hale gelir halk.

Sosyal varlık olarak gördükleri kitleyi plastikleşen ihtiyaçları için uğraş verdiğini zanneden konuma getirdiler. Bu; meydanda savaşı verilen “bok” kavgasından başka bir şey değildir.

Halk savunmasız mıdır? Öyle mi sanıyorsunuz…

Unutmayın!... Halk türküleri, elitlerin aryalarından daha üstündür.

“İç çatışma…”

İnin aşağıya, dediler. İndiler ama bunu cennetten yersel, mekansal kovulma olarak anladılar sadece. Söylüyoruz, uyarıyoruz, düşünmelerini sağlamaya çalışıyoruz… anlamıyorlar.

Akıl düşmesi, düşünce düşmesi, zeka düşmesi, anlama düşmesi, bilme düşmesi “in”mek değil de nedir?... Cennetten kovulmak değil de nedir?

Taoizm’de “su simgeciliği” diye bir şey vardır.

Nesnenin, özdeksel yani maddesel ilkesinin bir simgesi olarak su… he, bildiğin su, içtiğin su. Aynı zamanda sosyal düzeyde halkın bir simgesi olarak da kavranabilir. Bu sosyal düzey, suyun aşağı konumda bulunmasına tekabül eder.

Anlamadın mı…

Ama sen beyim! Sen evet evet sen! Bir çırpıda “modernist” aklınla yorumla, bayağılaştır ve çöpe at, öyle mi…ham beyinli insan brokeri.

Simgecilik örnekleri verdim daha önce anlamadın, anlasaydın en azından susardın, saygı duyardın. Kontrol edemediğin öfken ve daha önceki temelleştiremediğin düşüncelerin, kendini basitlemene, sıradanlaşmana yol açmış.

Demem o ki;

Yani “Bilge” kişi suyun doğasını taklit ederek halkla açık ve net konuşabilmek için aşağı düzeye iner, kaynaşma ortamı oluşturur. Bu ne demektir? Bu şu demektir…Bilge, halkı yüksek etkiler ama kendisi halkın düşüklüğünden etkilenmez, değer kaybetmez, halk obje etkisi bile yapmaz, bilge üzerinde, bu; su etkisidir.

Hani demiştim ya yukarıda… halkın türküleri, elitlerin aryalarından üstündür.

“Gayseri”den yola çıkmış… çakır çukur taş döşeli, toprak damlı, az fazla esse kendilerini ve evlerini başlarına yıkacak yelden, borandan bile “korku” sindirilmiş yüreklerine.

Sokakta yanından“adam” geçerse kadınsın!..”yüzünü duvara dön ve adamın geçmesini bekle!” Yoksa adın azgın kadına çıkar, aşifteye çıkar, bir çırpıda yok eder toplum seni, çerçöp yerine koyar.

Tam Taşlamalık olursun.

Peh! Düzene bak düzene…

Birkaç litre süt veren inek, bu kalabalık “horanta”lı ailenin Tanrı’yla tek rızık bağı, ne kadar kıt verse de şükrün en büyüğünü hak eder, kutsaldır. Hem sığır hem de Tanrı…şimdi bazı sığırlar kızsa da, köpürse de bana bu böyledir. Farklıysa söyleyin de bilelim andavallar.

Ve üstüne ölüm, bir daha ölüm, diriyken ölüm, yaşarken ölüm… düşürmüş yollara “Angara”ya. Daha bunlar beş tane bebe belik ve başlarında kısa akıllı, uzun saçlı “eksik etek.”

Ama tertemiz iç giysili…

Ne yapacak ki. Yasa, varlık yasası kendisini yaşatmak için bunların üzerinden mi geçmesi gerekiyor…savunmasız, diye ezmesi mi gerekiyor. Önemsenmeyecek kadar küçük mü bunlar?

Bay Lee neredesin?

Sen içimde en güçlü olansın, “yasa”ya bile karşı gelirsin, kınamazlar seni. Hatta baş tacı bile yaparlar.

Halk tabakaları var dedik ya sınıflandırdık ya, öyle istiyorlardı ya.

Eskiden çok eskiden sıradan insanlar haksızlığa uğradıklarında, yanına birileri yanaşırmış. Üst sınıfsal katmana ait olanlara karşı kendilerini savunabilmek için mürekkep yalamış, ağzı iyi laf yapan “sofist”ler denilen adamlar varmış, güya bunlar adalet, hak savunucaları gibi görünerek, sıradanların hem malını hem ne olduklarını acı bir şekilde kendilerine kanıtlar gibi ortada bırakırlarmış.

Devir değişmiş yesyeni, yepyeni, gıcır gıcır zamanlar oluşmuş. Devire göre ani büyük yenilemeler bile olmuş, değişim mi olmuş yoksa dönüşüm mü? Bana göre dönüşüm olmuş, hem de çok acı.

Halk bu ya aslında halk bir “kaynaktır, rezervdir, stoktur.” Halk; kendi kendini ezmesi için bir gönüllü kitlesel sosyal organizma bütünüdür. Hani kendi kendini yönetmesi dedikleri “İnsani komedya” gibi değil gerçek.

Şekilden şekle sokulurlar…

Meydandaki bok savaşından rahatsız olan, ayıkan, çakan birey, kendinin ne olduğunu fark etmeye başlarsa önüne iki seçenek çıkar. Ya organizma içine gönüllü katılacak ya da yok olacaktır. Geldiği yeri unutmama, yardım etme hala ki kurtarma gibi düşüncelere sahip olma fikri, imkansıza yakın bir şeydir. Bu düşünceler adına hareket etmek, harekete geçmek için maddi ve ruhani olarak en azından inisiye statüsünde olmak gerek.

Benim düşüncelerim avamın üstünde lordlar kamarasına müsait. Bana bunun gerektirdiği imkanlar bütününü vermeleri gerekir, yoksa sorun çıkartırım diye size düşündüren kendi bilgi birikimleriniz ve ekonomik yaralanma farkındalığa iten arzulama durumunuzdur.

Yani daha açık ifade ile baldırı çıplak bir bok savaşçısının ürünü iken, içinizdeki cevher ne kadar yoğun olursa olsun, sizi üst sıralara doğru yükseltirken size sağlanan imkanlarda, ekonomik, düşünce ve yönetsel olarak size uygun görülen çizgiyi aşamazsınız. Çünkü siz edindiğiniz sosyal çevreniz, meslekler, eğitiminiz ve hatta sahip olunması istenilen inancınızla böyle yetiştirilirsiniz.

Siz “bu”sunuz, bir ürünsünüz.

Aykırı olma durumu ne sosyalizmin romantik karakterlerinde, ne anarşistlerin yaşam biçiminde ne de Teolojik yüceliğe baş koymuş, yetkilendirildiğine inanmış “veli”lerde bile bulunmaz. Çünkü insana verilen form insani ellerle yapılmıştır.

İşte buna egemenlerin egemenliği diyoruz. Değişemezsiniz… dönüşürsünüz. En fazla sömürgen bay Lee olursunuz ama “öz”ünüzden ayrılamazsınız.

Tek kurtuluşunuz siz inanmasanız da “Tanrı”nın varlığıdır. O olmak zorundadır yoksa herkesin yaptığı yanına kar kalır ve insanlık madde kendini yok edene kadar ezilmeye devam eder.

Hadi yarım bırakmayım az daha anlatayım şu öyküyü, konudan az uzaklaşsak da.

On üçüne vardıydım… “Angara” ne çok yabancıymış.

“ Ana, televizyon diye bir şey varmış, öyle diyorlar.” On üç numarada oturan Namık emmi pardon Namık beylerde varımış gı…bi bahaydıh, nası bişiymiş.”

“Yemiye ekma’miz yoh bizim, gadasını aldı’ım ninicah “el”in tele…”

Ama…

Kulağına çalınmış Namık emminin, sağ olsun “yayın olan bir gün”de evlerine çağırdı bizi. Beş bebe, bir ana…usulca çaldığımız kapıda heyecanla beklerken tembihin bini bin para vallahi zaten hiç “gık”ımız çıkmıyor ki. Nasıl çıksın “gık” gücümüz var mı ki.

“ Televizyona bahacıh…”

Buyur ettiler içeri, yerler petrol türevi yeşil karo parke döşeli, koridorda uzunca bir halı “Bünyan ne ki.”

“E…hadi girin içeri.”

Boy boy, sıra sıra usulca ayak parmaklarımızın ucunda yürür gibi incinmesin yer, yabancılık çektiğimizden ve ezilmişliğimizden yüzümüz kıpkırmızı, utandık ama neden biliyor musunuz aslında… Yoksulluğun ve sahipsizliğin yüklediği yokluk, bilmemezlik, görmemezlik ve kendine yabancı olma öyle çökmüş ki omuzlarımıza bu “saflıkla yaşamak” utandırdı bizi, ilk defa fark ettik dışımızda başka bir dünya var. Bizi, bilmemezliğe mahkum edenler hala rızkımızın peşinde değil mi acaba?

Bir sorun kendinize yine öyle değil miyiz?...

Salona girdik meğerse kocaman bir odaya derlermiş, yerler yine halı kaplı pofidik pofidik bir şeyler var.

“Ana gı...bunlar ney?”

Koltuk, dedi Namık emmi. Hadi oturun, üzerlerine. “sıkı mı otursana” Oturanların kıçına yapışırmış öyle belletti yaşam bize sonra, kalkmak bilmiyorlar… Şeytanın, sacayağından birini oluşturuyorlar. “iktidarlar”, “zenginler”, “ruhbanlar” ve bağlı oldukları başı sahipler, şeytanın ta kendisi.

Uzun koltuğun alt kısmına yere dizildik, ezilip büzülerek, ayaklarımızı altımıza büzüştürerek, kırarak, minnet duyarak kutsal bir “diz oturuşu” yaptık.

Tanrı’ya yapar gibi…saf ve tertemiz.

Evin oğlu Ertan ve kızı Demet, garip bakmalarına bir yenisini daha ekleyerek, kafese tıkılmışa bakar gibi bakarak bizi anlamaya çalışıyorlardı, yaşamın neresinden kopup gelmişler, diye meraktalar.

Bizlerse onları…

Aha! Televizyonun örtüsü de kalktı, düğmeye basıldı bile. “Bu ney lan” der gibi beşimizin de ağzı açık kalmış, en küçüğümüzün ağzının kenarından hayretten akan “sel”i ana silmesiyle fark etmiş olduk.

Vallahi kar yağıyor zannettik ekrandaki karıncalanmayı, sevindik çocuk gibi pardon zaten çocuk değil miydik… Biz unutmuş muyduk, yoksa unutturulmuş muyduk…İnanın bu soruyu çok sordum kendime.

Demek buymuş televizyon dedikleri “naa’dar” güzelmiş kar yağması demeye ve düşünmeye kalmadı.

Rahmetli Levent Kırca ile Köksal Öngür’ ün “Bizler Ali Veli makinist ” şarkısıyla, “Oyun Treni” başlayınca “lan bu guccük adamlar nirden girmiş bu gutuya” dememize… anamızın “korkudan arınma” ve cin kovucu duaları eşlik etti bizlere üfleyip sıvazlayarak. Yüzümüz kireç gibi olmuş korkudan… “lan bunlar cin mi ecinni mi?”

Ya şimdi…yine aklım ermiyor, cambaza baklara.

Tabak tabak önümüze sürülen “tepsi keki” buram buram açlık kokuyor, merak kokuyor. “Bu neymiş ki pasta dedikleri mi…yumuşacık” merakımızla beşimizin kafası soldan, üst sağa dönmüş anamızın gözüne bakıyoruz.

Pavlov’un belletilmiş köpekleri gibi “ye!” işmarını almadan elimizi sürmüyoruz. Baş hafifçe sallanarak onaylandı, çatal da neymiş eller tabaklara uzandı ki uzandı. Ama…

Hacer ablanın iyiliği yine yoktu o tabaklarda. Olsun… yine de çok güzel günahsa da “Lan Namık emmi iyi ki varsın.”

En küçüğümüzün “ıcıh da virseler” deyişine garip garip baktılar. Bunlar nece konuşur, der gibi.

Biz buyuz beyim…Anadoluyuz. Hatta Anadolu’dan daha Anadolu.

Elleri üşümüştü, yoğun duyguları “farkına varma”sına engel oluyordu. Bu hep böyle midir?... Mezar taşından kayan ellerine baktı, birkaç damla gözyaşının izin verdiği kadarıyla. Yeni başlamak üzere olan tipinin öncüleri ayazla birleşmiş, yüzünde kendi gerçeğini hatırlatıyordu.

Başını göğe kaldırdı, haykırdı “ben yüzleşmeye hazırım…” Ben Kimim… Çocuk mu, ana mı, fırıncı mı, imam mı, Lee mi, ebem mi…

Yoksa bir avuç bok muyum, neyim ben? Ha…siz ne dersiniz?

Söyle bana ben kimim? Benim bir bildiğim var senin söylediğin, bunu biliyorum. Ben bir “bok savaşçısı”yım…biliyorum ama yetmiyor, zihnime tahakküm etmeme. Bunalım diyorlar, inancın bunalımı, buhranı.

Tabaktaki iyilik miyim ben, yoksa kötülük mü iyilik, dediğim iyilik sandığım şey!...

Fırıncının hissi, imamın gayreti, kadınların çaresizliği, babaların acısı, çocukların saflığı, ebelerin şefkati ve Lee’nin gücü…söyleyin ben hangisiyim ve hangisiyle yani kendi kendimle mi savaşacağım bir avuç bok için.

Ve beni çevirmek için karşı koyuşlar, o kadar güçlü ki kendimi tanıyamıyorum. Gözümü açıyorum, sokağın başındayım. Yine aynı şeyleri mi yaşayacağım…

Yeniden yolu yürümek gibi bir şey bu, istemiyorum. Yukarıya bakıyorum, O da bana bakıyor…

Bir ses geliyor gaipten kulağıma…

Hadi çöz, dedi Tanrı.

26 Nisan 2024 24-25 dakika 24 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar