Ben O Dört Kişi / Yetik Öğretmenin Yitik İtibar Manifestosu

Ben bir öğretmenim. Bu cümle ağzımdan çıkarken bile bir yankı duvarına çarpıyor, ruhumun dört köşesinde dört ayrı ses uyanıyor. Kim konuşuyor? Hangi ben? Hangi öğretmen? Zihnimde dört gölge birbirine karışıyor: Yetik, Ücretmen, Sözleşmen, Özelmen. Her biri aynı kimliğin farklı biçimlere bölünmüş hâli, her biri aynı kalpten kopmuş bir parça. Sabahları aynaya bakarken sadece yüzümü değil, bu dört ruhun birbirine geçmiş sınırlarını görüyorum. Yetik’in gururu, Ücretmen’in yorgunluğu, Sözleşmen’in korkusu ve Özelmen’in maskesi… Dördü de aynı sorunun farklı yankıları: “Ne oldu bize?” Bu sorunun cevabı ne yalnız sistemde ne de bireyde; ikisinin arasında, sessiz bir ahlak boşluğunda gizli. Yetik Öğretmen, öğretmenliğin aslı, özü, soy halidir. O, bilgiyi sadece aktaran değil; bilginin doğduğu toprağın bekçisidir. Onun tahtası, bir medeniyetin panoramasıdır; elindeki tebeşir bir silah değil, bir dua taneleridir.
Yetik, öğretmenliği bir meslek değil, bir emanet olarak görür. Her çocuğu, bir ülkenin yarını olarak değil, bir ruhun bugünü olarak kabul eder. Onun sınıfında “öğrenci” değil, “insan” vardır. Yetik’in gözünde eğitimin hedefi sınav değil, şahsiyettir. Fakat ne yazık ki modern zaman, onun bu yüce anlayışını “romantik” diye küçümser. Çünkü hız çağında derinlik, üretkenlik düşmanı sayılır.
Yetik’in doğduğu topraklar, bir ulusun yeniden inşa edildiği yoksul ama onurlu yıllardı. Köy Enstitüleri’nin, halkın içinden doğan aydınlığın ve emeğin birleştiği o altın dönemin çocuğudur o. Tarlada alın teriyle kazandığı bilgiyi, tahtada vicdanla işler. Onun pedagojisi yalnız aklı değil, kalbi eğitir. Çünkü bilir ki, bilgi sevgisizse zulme dönüşür. Ama bugünün dünyasında Yetik, eski bir masal kahramanı gibi hatırlanıyor; kitaplarda methiye, gerçek hayatta yokluk. Sistem onun ruhuna ihtiyaç duymuyor artık; ondan sadece müfredatı yetiştirmesi bekleniyor. Yetik Öğretmen, hem bilgenin hem isyankârın karışımıdır. O, susmaz ama bağırmaz da. Bilgeliğini öfkeye karıştırmadan taşır. Ancak her bilgelik gibi onun da bir tuzağı vardır: nostalji. Zamanla geçmişin ışığında körleşir; kendi çağını reddetmenin konforuna sığınır. “Bizim zamanımızda” diye başlayan cümlelerinde aslında bugüne olan inancını kaybetmiştir. Oysa hakiki Yetik, geçmişi özlemez; geçmişin erdemini bugüne taşır. Bu fark, bilgelik ile donukluk arasındaki ince çizgidir.
Yetik’in sınıfı sadece dört duvar değildir. O, bir toplumun aynasıdır. Onun tebeşiri, bir ülkenin bilincine değdiği anda değişim başlar. Çünkü Yetik, öğretmenliğin metafiziğini temsil eder: Eğitim onun için bilgi değil, varlık meselesidir. “İnsan nedir?” sorusu onun ders planının özüdür. Ancak modern eğitim, bu soruyu unutturmuştur. Onun yerine, “Ne işe yarar?” sorusunu koymuştur. Böylece öğretmenlik ruh olmaktan çıkıp fonksiyon haline gelmiştir. Bir Yetik Öğretmen, maaşıyla değil, öğrencisinin vicdanıyla yaşar. Ama bu, bir ütopya olarak kalmıştır. Çünkü bugünün sisteminde Yetik’in sesi ekonomiyle bastırılıyor. Onun dersi, piyasa verimliliğiyle ölçülüyor. Yani ölçülmesi imkânsız olan, ölçülebilir hale getirilmeye zorlanıyor. Bu, bilginin ölümü, anlamın kurumasıdır. Yetik, buna direnmeye çalışır ama her direniş bir yorgunluk yaratır ve bir süre sonra o da kendi kutsalına yabancılaşır. Öğretmen toplumun vicdanıdır ama toplum artık vicdanını dinlemiyor.
Halk, çocuğunun karnesindeki notu öğretmenin kalbindeki yorgunluktan daha önemli görüyor. Oysa bir öğretmenin gözündeki sönmüş ışık, geleceğin karanlık habercisidir. Yetik bunu bilir ama anlatamaz; çünkü anlatmak bile lüks haline gelmiştir. Artık kelimeler değil, sayılar konuşuyor. “Bir millet, öğretmenlerinin omuzunda yükselir,” denir; ama o omuzlar artık geçim yüküyle çökmüş durumda. Yetik, bunu görür ve içten içe kırılır. Çünkü onun inancı, artık bir istatistik satırına dönüşmüştür. Yine de tamamen susmaz; çünkü bilir: Bir öğretmen sustuğunda, tarih dilsiz kalır. Yine de Yetik’in trajedisi sadece sistemin değil, kendi inanç yapısının da sonucudur.
O kadar yüksek idealler kurar ki, hayal kırıklığı kaçınılmaz olur. Gerçek ile ülkü arasındaki uçurum büyüdükçe, ruhu yıpranır. Fakat o yıpranmışlık, öğretmenliğin de onurudur. Çünkü onur, yara almadan öğrenilmez. Yetik’in tebeşiri artık ellerinde değil, avuç içlerindedir ama hâlâ yazmaya devam eder. Benim içimdeki Yetik, hâlâ susmadı. Her sabah uyandığımda, onun sesini duyarım: “Unutma, öğretmen olmak bir meslek değil, bir duruştur.” Bu duruş, maaşla ölçülmez, unvanla tanımlanmaz. Bu duruş, bir çocuğun gözlerinde yeniden filizlenir. Fakat bu filiz, artık kurak bir toprakta yeşermeye çalışıyor. O toprağı kim sulayacak? İşte orada diğer üç kimliğim devreye giriyor: Ücretmen, Sözleşmen, Özelmen. Onlar, Yetik’in yaralandığı çağın çocuklarıdır.
Yetik öğretmen artık yalnız. Çünkü onun yanına, sistemin ürünü olan diğer üç benlik çöreklenmiş: Ücretmen, Sözleşmen ve Özelmen. Onlar, ruhun üç gölgesidir. Her biri öğretmenliğin bir yanını temsil eder ama her biri aynı zamanda onu biraz daha eksiltir. Bu üçlü, devletin, piyasanın ve geçimin dişlileri arasında sıkışmış öğretmenin iç dünyasında birer surete bürünür. Her biri, Yetik öğretmenin içindeki hakikati biraz daha törpüler, biraz daha sessizleştirir. Ücretmen, alın terinin karşılığını değil, aşağılanmanın ağırlığını taşır. O, emeğin değersizleştirildiği bir çağın sembolüdür.
Ücretmen, derse girdiğinde bilgiyle değil, kaygıyla konuşur. Çünkü onun zihninde her zaman bir sayı vardır ay sonu kaç saat derse girdiği, hangi gün ücret yatacağı, kaç gün gecikeceği. O artık bir bilge değil, bir bordro satırıdır. Ama ironik olan şu ki: en fazla fedakârlığı da o yapar. Çünkü ücretmen, açlığıyla değil, onuruyla yaşar; sistem ona açlık sınırında bir maaş verir ama o, kendi bilgisinin onuruyla sınanır. Her sabah o kapıdan içeri girerken içinden geçen cümle şudur: “Ben bir öğretmenim, ama devlet beni hatırlamıyor.” Sözleşmen öğretmen ise kalıcı olmayan bir cümledir. Onun hayatı bir “ama” ile başlar, bir “belki” ile biter. O, sürekli bekleyişin içindedir: kadro umudunun, atama kararının, yeni bir yılın, bitmeyecek bir belirsizliğin içinde.
Sözleşmen, modern köleliğin eğitimdeki karşılığıdır. Devlet, ona emek verir ama güven vermez. Her sene yeniden ölçülür, yeniden değerlendirilir, yeniden sorgulanır. O yüzden Sözleşmen öğretmen, bir çocuğun gözlerinin içine bakarken bile geleceğini hesaplamak zorundadır. Onun içinde, Yetik öğretmenin ışığı hâlâ vardır, ama bu ışık artık tedirgin bir titreme hâlindedir; yanar ama ısıtmaz. Özelmen öğretmen, piyasalaşmış eğitimin yüzüdür. O, bir idealisttir ama sistem onu bir “ürün satıcısına” dönüştürür. Özelmen, öğrencisine değer vermek ister ama kurum ondan “müşteri memnuniyeti” ister. Sevgiye puan biçilen, emeğe fiyat konulan bir düzenin dişlisidir artık. Onun ders anlatışı bile bir performansa, bir pazarlama stratejisine dönüşmüştür. O, Yetik öğretmenin ruhunu hatırlar ama artık o ruha tahammül edemez; çünkü vicdan, rekabetin içinde bir lükstür. Özelmen’in trajedisi şudur: o hâlâ öğretmen olmak ister ama sistem ona “satıcı ol” der.
Bu dört kişi, içimde aynı anda yaşar. Bir yanım ideallerle, bir yanım geçimle; bir yanım adaletle, bir yanım korkuyla doludur. Bazen Yetik konuşur, bazen Ücretmen, bazen Sözleşmen ya da Özelmen. Hepsi ben, ama hiçbiri tam olarak ben değil. Bu yüzden “ben bir öğretmenim” cümlesi artık bir kimlik değil, bir çatışmadır. Her gün, tahtaya yazdığım kelimelerle kendi içimdeki bu dört kişiyi yeniden tartarım. Her ders, aslında kendi vicdanımın yoklamasıdır. Her öğrenci, bana kim olduğumu hatırlatır. Öğretmenlik artık bir meslek değil, bir sınavdır ve bu sınavın soruları bilgiyle değil, sabırla ilgilidir. Sistem, bilgini değil; tahammülünü ölçer. Ne kadar bekleyebilirsin, ne kadar susturulabilirsin, ne kadar görmezden gelinebilirsin? İşte bu çağda Yetik öğretmen olmanın bedeli budur: hem bilmek hem de unutulmamak için savaşmak. Çünkü devlet, bilgiyi öğreteni değil, bilgiyi yönetenleri ödüllendirir. Oysa gerçek öğretmen, yönetmez; rehberlik eder.
Yetik öğretmen, bu dünyada hâlâ var olan son bilgedir. O, ilahi bir sabrın beden bulmuş hâlidir. Bir çocuğun kalem tutuşundaki tereddüdü, bir insanlığın yeniden doğma umudu gibi görür. Çünkü o bilir: her çocuk bir evren, her cümle bir dua, her ders bir direniştir. Bu yüzden o, hiçbir zaman tam olarak tükenmez. Onun tükenişi bile anlamlıdır; çünkü o, tükenirken bile bir başka ruha ışık bırakır. Ve belki de bu, insanın kendini anlamasının en yüce biçimidir: kendi yanışını başkasına ışık kılmak. Öğretmenlik, sabırla deliliğin arasındaki ince çizgidir. Her gün aynı cümleleri farklı çocuklara anlatmak, insanın hem inancını hem aklını sınar. Ama Yetik öğretmen o sınavı bilerek seçmiştir. Çünkü o bilir: insan, anlatırken kendini yeniden kurar. O, her tekrarda biraz daha bilgeleşir. Zamanla fark eder ki ders, aslında kendinedir. Anlattığı tarih, öğrettiği matematik, tartıştığı fikirler hepsi kendi içindeki insana yöneliktir. Öğrenci bahane, hakikat vesiledir.
Bir gün gelecek, bu ülkede öğretmenlik yeniden itibar bulacaksa, bu Ücretmen’in sabrı, Sözleşmen’in umudu, Özelmen’in direnci ve Yetik öğretmenin vicdanıyla olacak. Çünkü bu dört kimlik aslında öğretmenliğin dört temel unsurudur: emek, umut, sabır ve anlam. Onlar birbirine düşman değil, birbirini tamamlayan yönlerdir. Öğretmen, kendi içindeki bu dört unsuru birleştirdiğinde yeniden bütünleşir ve o zaman, sınıf bir iş yeri değil, bir kutsal mekân olur. Ama o gün gelene kadar, Yetik öğretmen susmaz. O, tahtaya tebeşirle değil, kalbiyle yazar. Ücretmen, parasız kaldığında bile derse girer. Sözleşmen, iş güvencesizliğine rağmen çocuklara güveni öğretir. Özelmen, baskıya rağmen sevgiyi öğretir. Çünkü bu dört kişi aslında tek bir kişidir ve o kişi, bu ülkenin umududur. Öğretmen tükenirse, toplum kendi aynasını kaybeder. Çünkü öğretmen, bir milletin vicdanıdır. Vicdanı susturulan toplum, karanlığa mahkûmdur.
Ey toplum!
Sen ki çocuklarını bize emanet ettin, geleceğini ellerimize bıraktın; şimdi sana sesleniyorum. Biz öğretmenler yalnızca müfredatın değil, bir milletin vicdanının taşıyıcılarıyız. Ama bugün o vicdan, senin sessizliğinde boğuluyor. Çünkü sen sustukça, bizim sesimiz kısılıyor; sen görmezden geldikçe, biz görünmezleşiyoruz. Aç kalan bir öğretmen, sadece kendi karnını değil, bir neslin merakını, cesaretini ve özgüvenini de aç bırakır. Eğitimde değerini yitiren her birey, toplumun geleceğinde bir çöküş noktasıdır. Bir öğretmen korkuyorsa, hiçbir çocuk özgür düşünemez. Güvencesizliğin gölgesinde büyüyen nesiller, sorgulamayı unutacak, kalıplara hapsolacak. Eğer öğretmen onurunu kaybederse, bilgi bile sadece bir formalite hâline gelir; merak bir lüks, öğrenmek bir zorunluluk olur. Sen, toplum olarak bu zincirin halkalarını görmezden gelirsin, ama biz her gün o halkaları tamir etmeye çalışırız. Unutma: bir neslin ruhu, öğretmenin vicdanına dayanır. Eğer o vicdan susturulursa, geleceğin toplumu da susturulmuş olur.
Geleceğe dair umutlarımız, senden başlar. Eğer öğretmenin emeğini, onurunu ve varlığını görmezden gelirsen, aslında kendi geleceğini karartırsın. Çünkü öğretmen yalnızca bilgi aktaran bir figür değildir; o, çocuğuna dünyayı, adaleti, sevgiyi ve cesareti öğretendir. O, küçük bir sınıfta, sessiz bir köşede, parası ve güvencesi olmadan büyük bir mücadele verir ve sen bunu fark etmezsen, sadece öğretmeni değil, kendi insanlığını da kaybedersin. Biz, yani Yetik, Ücretmen, Sözleşmen ve Özelmen, artık birleşmek istiyoruz. Ama bunu yalnızca yasalar, maaş bordroları veya kurum kurallarıyla başaramayız. Vicdanın, adaletin ve ahlaki cesaretin kurtaracaktır bizi. Öğretmenine değer ver, onun itibarını geri getir. Çünkü öğretmenin itibarı, senin toplum olarak değerinin aynasıdır. Onu yitirdiğinde, sadece mesleği değil, kendi insanlığını da yitirirsin. Unutma, öğretmenini aç ve korkak bırakan toplum, kendi geleceğini çoraklaştırır.
Son sözüm: Eğitimde itibar ve vicdanı geri getirmezsek, yarınların toplumu ahlaken harap, hafızasız ve saygısız olacak. Bu sadece öğretmenlerin değil, hepimizin sorunudur. Eğer bugün susarsan, yarın kendi çocuklarının gözlerinde de sessizliği göreceksin. Ama eğer bugün öğretmenine itibarını verirsen, yarın toplumun aynasında kendini göreceksin ve o ayna, kırılmamış, temiz ve ışıklı olacak; umut, bilgelik ve insanlık, yine öğretmenin ellerinde doğacak.
Çocuklarımızın geleceğini inşa eden en kutsal meslektir öğretmenlik ama maalesef ki günümüz siyasetinin sergilediği ezme çabasıyla gerçekten de itibarsızlaştırıldı,atanamadığı için intihar bile eden genç öğretmenlerimiz oldu bu ülkede iyi ki ve şükür ki sağlıklı bir eğitim süreci yaşadık çocukluğumuzda elleri öpülesi öğretmenlerimiz sayesinde eğitim ve meslek olarak bir yerlere geldik sayelerinde şimdinin eğitim neferleri için aynı şeyi söylemek zor Allah yardımcınız olsun Yetik öğretmenim
değerli paylaşım için teşekkürler