Bir Garip Sürgün
Gecenin kör karanlığında,dertlerini paylaşmak için  yıldızlarla konuştu.İçini döktü...Dürbün gibi bakışları,bütün gezegenleri taradı;yitip giden bir dostunu,yarenini arar gibi... Kim bilir hangi parlak gezegende nasıl bir yaşam vardı. Sönmeyen aşklar...Yalansız,hilafsız sevdalar...Çıkarsız dostluklar.Altın gibi saf,pınarın kaynağından çıkan su gibi berrak umutlar;katışıksız,homojen...
Mehtaba baktı, baktı;parlak geçmeyen mazisini anımsadı ve içi burkularak yüreği  yandı. Nostaljik duygularının ezik çağrışımları, onu daha da beter etti...
Kalesinde tarih kokan doğup büyüdüğü şehri, gözlerinin önüne getirdi. Dededen kalma iki gözlü virane  barakanın bahçesinden  baktığında;karşısında bütün heybetiyle zamana meydan okuyan o muhteşem kalenin,hala yıkılmamak için direnen surlarının tılsımlı çekiciliğine dayanamayıp,nasıl da koşup tırmanmak isterdi. Bazı günler dayanamayıp; dizleri yırtılırcasına  dikenli çalıların arasından koşarak,kalenin gizli bölümlerinden  kahraman bir serhat gibi kan ter içinde kalenin içerisine girer ve ramazan topunun başında bütün Niksar ovasını büyük bir hazla seyrederdi.
Gözleri takılırdı, kalenin tarih kokan  taşlarına. Eski kültürün Rumca yazılarını not edip öğrenmeye çalışırdı. Çeşmenin başındaki taşa kazınmış; 'Su ve Hayat' kelimelerinin çağrışımdan ilk öykülerini yazmayaı denerdi. Su ve Hayat... Su ve Hayat...Kendisi için bu iki kelime; atomun elektronları gibiydi, sürekli kendi yörüngelerinde sonsuza dek dönen,birinin yokluğunda, diğerinin anlamsızlaştığı...
Bir zamanlar Danişmentlilerin başkentliğini yapmış o güzel şehrin  eski ismini şarkı  sözü gibi terennüm ederdi: N-i-k-h-i-s-a-r..Nik... Hisar..Nikhisar...Ve en son şekliyle Niksar...
Bazen şaşırıp kalırdı;dedeleri Niksar'dan mübadele sonucunda Yunanistan'a göçenlerin torunlarının kafile halinde gelip de eski kültürlerini arayışlarına...İmrenirdi de,onlara.Dostluklar kurdu Natalia ve Nikos'la...
Yunan dostlarına:
'Ben, dedelerimin yaşadıkları Selanik'i göremesem de bolca selam söyleyin ' derdi.Tarihten kaynaklanan bir kültür birlikteliği sezerdi,yunan dostlarının yüzlerinde...
Sonraki zamanlarda yine deli gibi kendisini,Niksar kalesinin dehlizlerine...Yarasalar uçuşurdu,tarih kokan atmosferin yoğunluğunda... Güvercinlerin pislikleri,yüzüne av tüfeğinden atılan saçmalar gibi yüzüne yapışırdı...
Sonra şehrin kimsesiz, şarap şişelerinde esrarlı sigaralarında kendi dünyalarındaki  pejmürde giyimli,saçlı sakallı insanların arasında;hayali, küçük mutluluklardan kendinden geçerdi...
Şimdi... Ya şimdi...
Büyük şehrin o korkunç, insanların birbirlerin kaçıştığı ve yüzlerine bakmaktan kaçındıkları o kahrolası  atmosferinde;kendisini sürgünde gibi hissediyordu...
Bir garip Sürgün...
