Bir Öğretmenin Romanı -1-

Köyümüzün mahallelerinden normal yürüyüşle üççeyrek saatte gidilebilecek uzaklıkta bir kır evinde doğmuşum. Evimiz yeşil çimenlerin arasında yaz-kış şırıl şırıl akan küçücük bir derenin kenarındaydı. Ev dediysem şöyle iki katlı kocaman köy evlerimiz gibi bir ev sanılmasın. İki küçük oda birde yanlarında müstakil ambar diye adlandırılan bir kilerimiz vardı. Babam koyunculuk meraklısı bir hayvan severdi. Diyebilirim ki, uzun ak yünlü koyunları en az biz çocukları kadar severdi. Onun için köyden uzak çayırlar içinde bu kır evinde oturuyorduk. Evimiz küçüktü. Koyunların barınak yeri, samanlık çok daha büyüktü.

Çayırların dereye yaklaşan kısmında kurulu evimizin önünde karanfil, bir de şeker elması vardı. Bu iki meyve ağacının dalları hemen evin pencerelerine kadar uzanıyordu. Daha ileride bir çok armut ağaçlarından oluşan bir meyve bahçemiz vardı. Derenin karşında yemyeşil iğne ağaçlı ormanımız uzayıp gidiyordu. Bu ormanımızda yaşayan, bin bir çeşit kuşların, her telden ötüşmeleri; tadına doyum olmaz bir müzik ziyafeti sunardı bizlere. Birde ilkbaharın gelişiyle eriyen karların suları deremizin suyunu daha bir coştururdu. Coşkun deremizin şırıl şırıl akan su sesleri kuşların cıvıltılarına karışıp daha hoş bir ses armonisi oluştururdu.

Mayıs ayı başlarında köylerimizde yaylacılık başlar. Bu kez çayırların otları boy atar, allı morlu, sarılı çiçekler süsler yemyeşil çimenlerin içini. Bu kez börtü-böcek sesleri yükselir doğamızda. İçte çocukluğum Ziya Osman Saba'nın Çocukluğum adlı şiirinde de betimlediği güzellikler içinde geçti:

Çocukluğum

Çocukluğum, çocukluğum...
Uzakta kalan bahçeler.
O sabahlar, o geceler,
Gelmez günler çocukluğum.

Çocukluğum, çocukluğum...
Gözümde tüten memleket.
Artık bana sonsuz hasret,
Sonsuz keder çocukluğum.

Çocukluğum, çocukluğum...
Habersiz ölen kardeşim,
Mezarı bilinmez eşim,
Her bir şeyim çocukluğum.

Çocukluğum, çocukluğum...
Bir çekmecede unutulmuş,
Senelerle rengi solmuş,
Bir tek resim çocukluğum...

Kalabalık bir ailede keçi sütü içirilerek büyütmüş annem beni. Kendi sütü çok yetersiz geliyormuş anneciğimin. Benden büyük üç ablamla beraber benden küçük de bir erkek ve bir de kız kardeşimle birlikte altı çocuklu bir aileydik. Annemin ikinci çocuğu erkekmiş. O çocuğu, dört yaşına kadar büyütebilmişler. Yaylada yaşarken bir akşam darında annem pınara gitmiş. O yıllarda kız-erkek tüm çocuklara kaftan giydirirlermiş. Ağabeyim uzun kaftanıyla ocakta ısınırken aniden kaftanı tutuşuveriyor kızıl alevlerle. Annem eve döndüğünde zavallı yavrusunu yarı ölü yanıp kavrulmuş buluyor. Yatsıya doğru ağabeyim, güzel gözlerini kapıyor dört yıl yaşadığı dünyasına. Annem, o hazin olayı anımsadığında yüzünü hüzün kaplar, bulutlanan gözlerinden yağmur damlaları gibi yaşlar akardı.

Erkek çocuk sahibi olmak köylerde çok önemlidir. Babanın sağ koludur erkek çocuklar. Ağzına yemek götürmeyi başardığında sorumluluk bekler köylerimizde erkek evlatları. Önce koyu-keçi peşinde, daha sonra elde tırpan çayırların yanı başında güne başlanır...

Tüm anneler çocuklarını çok sever. İlk erkek çocuğun kaybedilişi ile benim doğumuma kadar yıllar geçmiş. Ben doğunca evde adeta bir bayram havası esmiş. Annem anlatırdı:

'Beş yaşına gelinceye kadar seni hiç yanımdan ayırmadım... Sen gülünce güldüm, ağladığında hüzünlendim.' Derdi.

Köy yerinde-yaylada sürekli bağda-bahçede, çayırda-tarlada geçer köylünün günleri. Böylesi meşgalenin çok olduğu yerlerde çocuk büyütmek çok zor bir zanaattır. Her gittiği yere taşımış beni annem...

Babamın birincil uğraşı koyunlarının güzel otlaklarda yayılması, güzel kuzular doğurmasını düşünmekle geçerdi. Son derece güzel kaval çalardı. Kavalının sihirli melodilerini hala anımsa, çocukluk günlerimin unutulmaz anılarını yeniden yaşarım. İlk kez ne zaman pantolon giydiğimi anımsayamıyorum. Lakin kuzu derisinden siyah bir kabalağım vardı.

Karadeniz Bölgesinde hayvancılık dolayısıyla yaylacılık esastır. Mayıs ayı başlarında kız-kızan, koyun-kuzu yaylalara yollanır. Kışla ve yukarı yayla diye adlandırılan iki yerleşim yerinde yaylalarımız var. Biz çocuklar annelerimizle birlikte yaz günlerimizi yaylalarda geçiririz. Yukarı yaylada güneşli havalarda oyunlarımızı bir türlü bitiremezdik. Hele birde bozuk havalarda gün uzar yüz yıl olur. Sisler-puslar içinde zaman bir türlü geçmek bilmez. Yaylada geçen çocukluk günlerimizde en çok meyve yeme arzusu içinde geçerdi günlerimiz.
Haziran başları, yukarı yayladayız. Güneşli güzel bir gün başlamış. Henüz kuşluk vakti. Büyük dayımın oğlu olduğunu öğrendiğim ince uzun boylu, keskin mavi gözlü bir delikanlı ilginç bir müzik aletini çalarak yanımıza geldi. Adının tulum olduğunu öğrendiğim bu müzik aletinin sesi adeta herkesi büyüledi. O gün bugün ne zaman tulum sesi duysam yayladaki o yakışıklı genç akrabamın pür neşeli halini anımsarım. Meğer bizimki yaylada kırmızı yanaklı bir kıza aşıkmış. Başında kavak yelleri eserken coşkulu duygularını tulumunun eşsiz ezgileriyle anlatıyormuş...

Köylerde erkek çocuk olmak bazen boyundan büyük işler yapmakla gibi bir sorumlulukta gerektiriyor. Yaylada un bitmiş. Babam köy değirmeninde biraz buğday ve mısır öğüttü. Kağnı arabasıyla beni yola çıkarıp ortalama iki saatlik yayla yoluna yolcu etti. Henüz beş yaşında bir çocuk. Bir çift öküz, boyunduruğa koşulu ve kağnı arabası, yollar uzun ve ıssız. Hayvanlar beni fazla önemsemiyor. Yatsı vakti ancak yaylaya varabildim.

Okula başlamadan kendimi sürünün içinde buldum. Yıllar sonra bir tanıdık anlatıyor:

'Bir koyun sürüsünün yanından geçiyorum. Görünürlerde çoban yok. Birde ne göreyim küçücük bir çocuk koyunların arasında. Dikkat etmesem çobanı görmek ne mümkün. O çoban senmişsin diye,' benim çobanlık günlerimi anlatmıştı.

Okulla ilgili de birkaç anımı anımsıyorum. Daha kır evine taşınmadan köyde amcamlarla beraber oturmuşuz. Ablam ve onun yaşındaki amcamın oğlunun arkalarından okula gitmişim. Onlar beni fark etmemişler. Daha sonra ayakkabısız eve dönmüşüm. Annemler sormuş, ayakkabıların nerde kaldı diye:

'Ayakkabılarım yüksek çamurda kaldı,' diye yanıt vermişim. Ablamlardan bir şiir öğrenmişim. O şiiri sık sık okuturlarmış bana.

'Yükseklerden uçan kara bulutlar,
Serpiyor göklerden kucak kucak kar.
Bembeyaz dallara serçeler konmuş
Hep yollar kapanmış, dereler donmuş.'
Bu şiirin şairini bulamadım. Şiir sevgim belliki bu şiiri okuyarak başlamış. Ablamla birlikte bir gün okula gittim. Dar bir sınıfta gözlüklü bir öğretmen ders anlatıyordu. Teneffüse kadar anlatılanları dikkatle dinledim.

Kırdaki köy evinde benden iki yaş küçük erkek kardeşim ve benden bir büyük ablamla oyunlar oynardık. Ancak dini bayramlarda annem bizleri köydeki akrabalarımız ziyarete götürürdü. Uzun kış günlerinde kır evinin sessizliği ve akşamların yaklaştığı saatlerde ıssız bir yerde yaşamanın garip hüznünü yaşardık.

Ablamın ders kitaplarındaki siyah-beyaz resimlere bakarak günler akıp giderdi. Atatürk'ün Samsun'daki at üzerindeki heykeli çok dikkatimi çekerdi. Ablam, Atatürk hakkında bir şeyler anlatırdı. Yurdumuzu düşmanlardan kurtardığını, bizler için çok çalıştığını ve de öldüğünü söylerdi. Ölüm olgusunu pek bilmiyordum. Ablama sorardım:

'İnsan ölünce ne oluyor?' Ablam şöyle yanıtlardı bu sorumu:

'Bir insan ölürken ağzından nefesi çıkıyor. Bu nefes bir daha geri dönmüyor...'

Çocuk kalbimle düşünürdüm. Herkes Atatürk'ün ağzına biraz nefes verse acaba Atatürk dirilemez mi diye!

Yaşanan yıllar içinde Atatürk'ün, 'Hayat demek mücadele demektir. Hayatı kazanmak için mücadeleyi kazanmak şarttır.' Özdeyişini öğrendim. Aynı zamanda ölen bir insan yeniden yaşama döndürülemez bu gerçeği de öğrendik. Lakin toplumların yaşamını olumlu yönde etkileyen ve değiştiren liderlerin izlerini takip etmenin de akılcı bir yaşam felsefesi olduğunu da öğrenmiş oldum...

29 Nisan 2016 7-8 dakika 150 denemesi var.
Yorumlar