Bir Öğretmenin Romanı -3-

Köyün merkezine üççeyrek saat yürüyüşle varılan uzaklıktaki kır evimizde geçti okul öncesi çocukluğum. Kır evimiz köyden hayli uzaktı. Köyümüz ise Karadeniz Bölgesine göre oldukça düz bir alana kurulmuştur. Ortalama üç yüz hane ev ve büyükçe üç mahalle. İki katlı şirin ahşap evler ve evlerin arasında meyve bahçeleri ve ilerlerde gür ormanlar. Yaz-kış yemyeşil iğne yapraklıların oluşturduğu ormanlar. Meşe, gürgen, palamut, karaağaç cinsi ağaçlar ormanlarımızda hayli yer kaplar. İlkbaharla beraber çiçeğe durur tüm bahçeler. Her tarafı allı-sarılı çiçekler ve çiçeklere dadanan arılar bir tanımsız güzellik verir çevreye. Ormanlarda kuş sesleri, horozların ötüşleri, kazların gak gak sesleri birbirine karışır. Güneyimizde bulunan dağlardan esen serin rüzgârlarıyla ziyaretçilere tam bir cennet dedirtecek hoş ve uzak bir köy. Altı ay kış ve de altı ay diğer üç mevsim yaşanır bu topraklarda. Halk zor doğa koşullarından kurtuluş çaresi olarak ilk tercih olarak okulculuk anlayışını seçmiştir.

Köyümün okulunun yapılması, hemen cumhuriyetin ilan edildiği yıllara kadar gidiyor. Devlet-köylü işbirliği ile beş sınıflı kocaman bir okul yapılmış. Daha bin dokuz yüz ellili yıllardan kız-erkek köyün tüm çocukları okula gider olmuş. Yedi yaşına yaklaşıyor yaşım. Sonbaharda okulların açılmasıyla okula başlayacağım. Aynı yılın ilkbaharı, köyde tarla sürülüyor. Güneşli güzel bir gün. Ben de çift sürenlerle birlikteyim. Tarlamız okula çok yakın.

Sıra halinde öğrenciler ve öğretmenler kır gezisinden dönüyorlar. Siyah önlük, beyaz yakalıklı ablalar-ağabeyler yanımızdan geçiyorlar. Ablalar saçlarına beyaz ve sarı kurdeleler takmışlar. Önde kızlar yürüyor. Hep birlikte marşlar okuyarak okula yaklaşıyorlar. Çevrede çift sürenler çift işine mola verdi bir anda. Herkes sevinç ve gururla kendi köyünün çocuklarının bu coşkulu geçişini ve söyledikleri marşları izliyor:
'Eskişehir Eskişehir
Yalçın kaya sarp yeri.
Kalelerden çok kuvvetli,
İçindeki askerleri...' Marşlar bitmiyor. Bu kez de:


'İzmir dağlarında çiçekler açar,
Altın güneş orda sırmalar saçar,
Bozulmuş düşmanlar yel gibi kaçar,
Yaşa Mustafa Kemal paşa yaşa
Adın yazılacak mücevher taşa...'
O yıllarda ülkemizde özellikle köylerimizde büyük-küçük herkeste coşku içinde yaşama ve gelecekte güzel günler görme arzusu ve ümidi vardı. Evler petrol lambasıyla aydınlatılır, dışarıdan sadece gaza, tuz ve şeker alınırdı. Evlerimize elektrik girmediği gibi çok az evde radyo vardı. İnsanlar kendi hallerinde mutlu yaşıyorlardı. Geleceğin güvencesi çocuklar güle oynaya okula giderlerdi. Okullu öğrencilere duyduğum hayranlıkla onların yanlarında birazcık yürüdüm. Tüm ruhumu tatlı bir heyecan sardı. Onların içlerinde olabilme, aynı marşları söyleyebilme isteği içimi yaktı kavurdu...

Aynı yılın sonbaharındayız. Okullar açılalı belki iki hafta geçmiş. Serin bir eylül sabahı babamla okula gittik. Dün gibi anımsarım. Ders zili çalmış öğrenciler sınıflara girmişler. Babamla birlikte sınıfa girdik. Çoğuyla arkadaş olduğum çocuklar garip garip oturuyorlar sıralarında. Başlarında güçlü kuvvetli, asık yüzlü bir öğretmen. Herkes bir anda bize baktı. En arkalarda bir sıraya oturtturuldum. Okul yaşamım neşe ve coşkudan uzak bir biçimde başlayıverdi. Tahtada dört satırlık bir yazı vardı. Çocuklar parmak kaldırıp tahtaya çıkıyor ezberden yazıyı okuyorlardı. İlk satırı şöyleydi o yazının:

'Koş Kaya koş, o kuşu tut okşa.'
Bende parmak kaldırarak tahtaya kalkmak istedim. Okuyanları dikkatle izleyip ne dediklerini öğrenmiştim. Birazda hayretle öğretmenimiz beni tahtaya çıkardı. Yazıyı eksiz okudum. Ders sonunda en iyi ikinci güzel okuyan olarak seçildim. Bu duruma çok sevindim. Güle oynaya, okulda ilk günlerim güzel geçti. Amcamların evi okula çok yakındı. Öğle yemekleri için amcamlara gider hem yemek yer hem de benden bir yaş küçük kuzenimle oynardık. Evin önünde, hala bizlere meyve veren şeker elmasına bir ip asıp salıncak kurmuşlardı. O salıncakta sallandık kuzenimle. Daha sonra okula döndüm.

Mahallemizden bir arkadaş parmak kaldırarak:

'Öğretmenim, .... arkadaşımız öğlede salıncakta sallanıyordu,'diyerek beni öğretmene şikâyet etti.
Öğretmenimiz bir eğitmendi. Genç cumhuriyet ülkenin öğretmen gereksimini tam karşılayamıyor o yıllarda. Okuma-yazma bilen ve askerde erbaşlık yapan gençleri kısa bir eğitimden geçirerek köylere eğitmen olarak atıyordu. İdealist bu insanlar, akademik bağlamda yeterli olsalar bile çocuk psikolojisinden haberleri yoktu. Eğitim psikolojisi, çocuk eğitimi alanlarında bilgileri çok yetersizdi. Eğitmenimiz bana sordu:

'Salıncakta sallandın mı?'
'Evet, sallandım,' diye cevap verdim.
Cevabımı duyan öğretmenimin esmer yüzü iyice karardı. Allah ne verdiyse tüm gücüyle sağ yanağıma bir Osmanlı tokatı patlattı. Bir an dünyam karardı. İki gözüm iki çeşme ağlamaya başladım. Hem fiziksel acı duydum hem ruhum yaralandı. Salıncakta sallanmak suç olmamalıydı. Sınıf bana zindan oldu. Ders bitiminde ağlayarak eve gittim. Kimseye bir şey anlatmadım. Zaten herkes işte-güçte. Benim ilgilenmeye hiç kimsenin ne zamanı ne de ilgisi vardı. Okul günlerim sona erdi. Evden okula gidiyorum diye çıkıyorum sabahleyin. Bahçelerde, orman kenarlarında dolaşarak akşamı bekliyorum.

Günler habire geçip gidiyor. Ben bir kaçağım, okul kaçağı. Ağaçlar yapraklarını döktü. Dağların doruklarına karlar yağdı. Nihayet dışarılarda vakit geçiremez oldum. Bir gün ahıra saklandım. Akşam olduğunda okuldan geliyorum diye ahırdan çıkıp eve girerim diye plan yaptım. Planım tutmadı. Akşama kadar sığırların yanında bekledim. Ahırın kapısı kapanıverdi, içerde kalıverdim. Biraz sonra zaten karanlık olan ahır iyice karanlıklara büründü. Ağlamaya başladım. İki odalı evimiz ahıra hemen bitişikti. Sesimi duydular, eve alındım. Kaçaklığım sona ermişti. Sevgili annem beni adeta kanatlarının altına aldı, sevdi okşadı. Babam:

'Madem okula girmiyormuşsun, yarı seninle ormanda keçileri otlatalım,' gibi sözler etti. Ertesi günü babamla okula gittik. Karlı bir gündü. Bu kez daha tuhaf bakılarla karşılaştım. Eğitmenimiz alfabeden hep dikte yaptırırdı. Evde nasıl ders çalışılır, başarı için ne yapılır diye bir uygulama içine girilmedi. Dikteler değerlendirilir benim defterime hep zayıf yazılırdı. Birinci dönemde hiçbir şey öğrenemedim. Zaten eğitmen benimle ilgilenmiyordu. Karnemde üç zayıfım vardı. Oysa ben okula başlamadan öğrenme isteğiyle yerinde duramayan, herkesi sorularımla tedirgin eden bir çocuktum!

İlkbahar geldi. Ağaçlar çiçek açtı, havalar ısındı. Sınıfta dikte çalışmasına devam ediliyor. Mart aynını sonları yaklaşmış benim sınıftaki yerim arka sıra. Yine dikte yazıyoruz. Bu kez söylenenleri hecelemeye başladım. Sanki yukarılardan birileri kelimeleri hece hece, harf harf bana söylüyor. Artık yazabiliyordum. Yazılar değerlendirilirken eğitmen-öğretmenimizin yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi defterimi incelerken:

' Bu yazıya yazarken kimseye baktın mı? Hemen hemen hiç yanlışın yok!' Diyerek bana gülümsüyordu.
Biz çocukların bir yemin şekli vardı o yıllarımızda. Ellerimle kapattığım gözlerimin üstüne bastırarak aynı yemini yaptım, birazda göğsümü gererek:

'Evet, öğretmenim, yazımı heceleyerek ben yazdım. Kimseye bakmadım.'
Kısa sürede okuma yazmayı öğrendim. Öğretmenimle ilişkilerim düzeldi. Sınıfın en çalışkan öğrencilerin arasına katılmış oldum. Çalışkan öğrencilerin mükâfatı ön sıralara oturtmak olurdu. Bir hafta sonra önden ikinci sıradaydım.

Her yaz mevsiminde köyümü ziyaret ederim. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği baba topraklarını ziyaret etmek benim için adeta bir kutsal görevdir. O topraklar beni çeker. Yemyeşil bahçeler, serin yaylalar ve unutulmaz tatlı anılar. Köy mezarlığının yanından geçerken mezarlıkta ebedi uykusunu uyuyan benim ilk öğretmenimin mezarını ziyaret etmeden geçemem. Bana okuma-yazmayı, özellikle hesap yapmayı öğreten öğretmenimin için gerekli dini görevimi yapıp mezarlıktan hüzünle ayrılırım.

03 Mayıs 2016 7-8 dakika 150 denemesi var.
Yorumlar