Bir Öpücük Kondurdu Geceye

Şehrin ara sokakları sonbahar yapraklarının oynaşmasına çoktan şahit olmaya başlamıştı. Yeşilin bütün tonları kahverengiyle yarenlik etmekteydi. Mevsimler değişiyor, hayat aynı ritmini sürdürmeye devam ediyordu...

Kırılgan hayatlar küskün yüreklerle med-cezir leri oynamaktaydı. Hayatın acımasızlığı, koşulların yetersizliği ya da yürek çaresizlikleri rengini veriyordu mevsimlere...

Genç kadın duyduklarına inanamıyordu. Varlığını bütün gücüyle dayandırdığı kaleleri bir bir yıkılıyordu. Doğru olamazdı bunlar... Olmamalıydı...

Hiç bir yorum yapmadı, çok da önemli değilmiş edasıyla çarçabuk çıktı odadan Arkasından neler söylendi, ne yorumlar yapıldı umurunda değildi. Ya da öyle anlasınlar, bilsinler istiyordu. Rüzgâr bir anda nasıl fikir değiştirip kasırgaya dönerse oda öylece fırladı sokağa...
Şimdi ne yapacaktı, ya da ne yapmalıydı?

Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeden bir taksiye atladı. Öyle bir haldeydi ki nereye gitse yüreğini dağlayan, kanını donduran o duygu da onunla birlikte gidecekti.

Taksi şoförünün '' köprüden önce son çıkış '' levhası ile '' ne tarafa gidiyoruz '' cümlesi kendine gelmesini sağladı. O biliyor muydu nereye gideceğini? Aceleyle ücreti ödeyip indi arabadan.

Hava yazdan kalma son günlerini yaşıyordu adeta. İnsanlar sahil boyunca tadını çıkartıyordu güneşin. Kimi banklarda kitabına dalmış, kimi gazete sayfalarına gömülmüş, kimi yanında köpeği salına salın yürüyordu. Kimileri de sonbaharın belki de son güneşinde dalgaların serenat eşliğinde yüreğine ışık yüklüyordu...

Gücünün tükendiğini hissetiği an oturacak bir yer aradı genç kadının gözleri. Boş bulduğu banka yığıldı kaldı adeta. Kulakları uğulduyor, midesi bulanıyor, gözlerinde milyonlarca sinek uçuşuyordu. Neden sonra sicim gibi akan gözyaşlarını fark etti. O an başka bir şeyi daha fark etti, sürekli neden, neden, neden ben diye haykıran sesini. Ürperdi...

Hayallerini süsledi bütün oyuncakları elinden alınmıştı. Bütün kaleleri yıkılmış, tuzla buz olmuştu sarayları. Yaşadığı onca yanlışın, onca haksızlığın karşısında neye dayandıracak, nereden alacaktı yaşam gücünü?

Oysa ne hayaller kurmuş, bir gün, bir gün mutlaka diyerek süslemişti gelin edasıyla düşlerini. Bir gün mutlaka!

O bir günün artık gelmeyecek olmasını açıklayamıyordu kırgın yüreğine. Ne hayalleri ne de yapmak istedikleri kimselerin umurunda olmamıştı bu güne kadar. Güneş yüzlü çocuk düşlerini umursamadıkları gibi. O canından çok sevdiği sevdiceği bile... Yarınlara ait ne bir plan, ne bir kaygı taşımadan fütursuzca tüketiyordu günlerini...

Oysa bir umuttu o, yarınlarımız diyebileceği, yüreğinde coşku ve sevincin bayram teflerini çalacak bir umut. Şimdi ise her şey bitmişti...

Güneş belki de son kez gösteriyordu yüzünü. Rüzgâr yavaştan eşlik ediyordu. İyi ki de ediyordu. Ruhu bu denli bunalmışken ne de iyi gelmişti hafif hafif esmesi. Uzun bir süre dalgaların kayalarla oynaşmasını seyretti. Yavaş yavaş yalpalarken kıyıya birden tüm kızgınlığı ve olanca şiddetiyle çarpıyordu kayalara. Ve bembeyaz köpükleriyle dans ediyordu şaha kalkmış kısrak oynaşması gibi.

Bu dansa ne zamandır eşlik ediyor bilinmez ama bir ayakkabı oynaşıp duruyordu dalgalarla. Tam kıyıya yaklaştığı an başka bir dalga alıp uzaklaştırıyordu. Duyguları darmadağın olmuş genç kadın saatlerce seyretti ayakkabının dalgalarla dans edişini.

Neye uğradığını anlamadan irkildi oturduğu yerde. Omzunda kendisinden büyük bir boya sandığı, gözlerinde bahar coşkusu saklı güleç bir yüzle '' boyayayım mı teyze? '' diyen şirin bir çocuk duruyordu karşısında.

Genç kadın adlandıramadığı, bir anlam yükleyemediği o duygunun yine yüreğini hapsettiğini fark etti. Kısa bir bocalamadan sonra eğildi yüreğinin en saf en temiz yanıyla kına kızılı saçlarını okşadı çocuğun. Öyle güzel, öyle ışıl ışıl bakıyordu ki...

Tüm gücünü toplayıp sohbet etmeye başladı boyacı çocukla. Kaç yaşındaydı, okula gidiyor muydu, ailesi ne yapıyordu, nerede oturuyordu, neden çalışıyordu falan... Öyle anlaşılıyordu ki çocuk bu soru yağmuruna tutulmaktan şikayetçi değildi. Genç kadın soruyor, çocuk bıcır bıcır yanıtlıyordu. Kadın ayakkabılarının boyanmadığını söylediğinde çocuğun o güleç yüzü bulutlandı bir anda. Fırçalayıp tozunu alırsa parayı hak edeceğini söylediğinde görmeliydiniz o bulut bulut olmuş gözlerini. Sanki sonbahara inat bahar dalları açmıştı bir anda. Acemi yüreği ve o küçücük bedeni ile boyadan birçok renge bürünmüş parmakları nasılda tezattı... Büyük bir ciddiyetle kurdu tezgahını ve başladı fırçayı bir o yana bir bu yana sallamaya. Arada bir sandığa vurup ritm tutturmayı da ihmal etmiyordu. Ya işini seviyor olmanın ya da kazanacağı paranın heyecanı ile bir de ıslık tutturdu acemi dudakları.

Adı Ahmet, bir yıl olmuş kente göçeli. Henüz on bir yaşında olmasına rağmen yüklenmiş hayatın yükünü. Ne yapabilirdi ki başka? Kendisi gibi hem okuyup hem de çalışan bir abisi, üç küçük kız kardeşi, bir de okuma yazması bile olmayan ana-babası varmış. ' Hamallık yapar benim babam' derken duyduğu gururu gözlerinden okumamak mümkün değil. Bazı geceler karasakız sararmış anacığı babasının beline. Tek göz gecekonduda yaşıyorlarmış.

Boyacı çocuk anlatırken genç kadının verdiği mücadeleler geldi yine aklına. Belli belirsiz bir gülümseme yayıldı yüzüne. Nereden nereye diyordu içindeki çocuğa. Birden irkildi çocuğun sesiyle. Ve bir şeyler yeniden düğümlendi boğazında. Göz pınarları isyan bayrağını çekmişti yeniden. Ne cevap vereceğini bilemedi bir süre. Küçücük bir çocuk nasıl anlasın sicim gibi akan gözyaşlarında sakladığı cevabı. Aceleyle cüzdanını açtı ve uzattı parayı çocuğa. Çocuk tüm çocukluk haklarını kullanarak yeniden sordu en sevimli haliyle
'Senin de çocuğun var mı teyze? '...

Genç kadın yüreğinde düğümlenen duyguları ötelemek istercesine gökyüzüne kaldırdı başını, dans eden bulutlardan medet umarcasına. Bütün gücünü toplayarak gülümseyen gözlerle sevgi dolu baktı çocuğa. '' yok'' dedi, olmayacak da...

O son sözü nasıl söyleyebildi kendisi de bilmiyordu. Artık ne sesine, ne de hıçkıra hıçkıra haykırdığı duygularına hakim olamıyordu. Çocuk ne olduğunu, nerede yanlış yaptığını bilememiş, dili döndüğünce özür dilemeye çalışıyordu. Genç kadın usulca okşadı başını ve ''senin bir suçun yok'' diyebildi... Şaşkın ama para kazanmanın gururuyla uzaklaştı çocuk...

Hayatının iyi-kötü bütün evrelerinde çaresizliğini, acizliğini kimselerin bilmemesi için büyük çaba harcayan genç kadın küçücük bir çocuğun bir tek sorusuyla darmadağın olmuştu yeniden. Hakim olamıyordu artık ne duygularına, ne de hıçkırıklarına. Oysa öyle miydi daha düne kadar. İnsanlar ne der, ne düşünür öyle önemserdi ki! Şimdi ise umurunda değildi kimin ne düşündüğü ya da düşüneceği. Varsa da yitirmişti önemini bildiği bütün doğrular...

Ne kadar zaman geçmiş, ne kadar haykırmıştı dalgalara içindeki çığlığı bilmiyordu. Üşümeye başladığını anladığı an anlamıştı, akşam olmuştu. Sahilde bir kendisi, bir de başıboş dolaşan sokak köpekleri kalmıştı akan trafiğin dışında.

Yavaşça kalktı, kıyıya yaklaştı. Bir an dalgalarla oynaşan ayakkabının yerinde olmak istedi, vazgeçti...

İçindeki o adını koyamadığı boşluk her adımında daha da büyüyordu. Küskünlüğüne karışmıştı tüm kırgınlıkları. İsyan bayrağı henüz çekmemişti rüzgârına zılgıtını. İskeleye yanaştı, bir bilet aldı. Vapur yeni kalkmıştı, diğer sefere epey bir zaman vardı.

'' Akşam simiii diii ''diye bağıran çocuğa takıldı gözleri. Sonra iskele girişindeki mendil satan çocuk, su satan çocuk, para isteyen çocuk... Sanki sözleşmişçesine bütün çocuklar takılıyordu gözlerine. Oysa o çocuklar hep oralardaydı, hep vardı. Tamam, bu gün normal bir gün değildi genç kadın için ama çok mu belli oluyordu yüreğindeki çaresizlik. Ya da kendisi mi büyütüyordu bu kadar ayrıntıyı, bilemiyordu. Karma karışıktı duyguları, düşünceleri. O an bildiği tek şey bir an önce evine gitme istediğiydi. Ev düşüncesi ile o hain duygu yeniden çöreklendi yüreğine. Korku bulutları mıydı sağanak halinde üzerine yağan, yoksa umutsuzluğu muydu?

İçinde depremler yıkıp deviriyor, kasırgalar yok ediyordu her şeyi. Bir an nefes alamadığını, boğulduğunu hissetti. Neyse ki vapur gelmişti, evine ulaşma duygusu kendine gelmesini sağladı...

Gecenin karanlığı evin sessizliğine karışmıştı. Ne yapacağını bilemez bir halde bir sağa bir sola dolanıp duruyordu. Her köşesinde binlerce anı hücum ediyordu üzerine. Oysa çok şey istememişti. Sevdalı yüreğinde küçük bir sevda çiçek açsın istemişti. Her seferinde sunulan anlamsız nedenler imkânsız kılmıştı bu hayalini. Biliyordu birçoğunu. Maddi imkânsızlıklar, yarına ait ciddi yatırımlar, alınacak sorumluluklar falan... Asıl neden ise bambaşkaydı. O ölümüne inandığı, güvendiği, sevdam dediği biricik aşkının cesaretsizliği ve sorumluluktan kaçması değil miydi?

Bedeninden her yok olanla ruhunda da bir şeyler yok oluyordu. Canını en çok yakan da buydu. Yüreğinden sökülüp alınanlar...

Karnını okşadığını fark ettiğinde anlamsız bir korkuya kapıldı. Panik halinde uzaklaşmak istedi daldığı duygu çemberinden. Ne kadar uzaklaşmak istese de başaramıyordu. Sağanak halinde yağıyordu her bir anı üzerine. Başkalarının kasırgalarına kapılıp olmadık anlarda sudan bahanelerle hırpalamıyorlar mıydı yüreklerini. Şimdiki yalnızlığının nedeni de bundan değil miydi? Şimdi kiminle paylaşacak, kimden destek alacaktı kanayan yüreğine? Ya dostlarına ne diyecekti? O her dara düştüğünde yüreğinin desteği dostlarına! 'Karayel savururken seni fırtına bulutlarına yârin nerede? Biz sana söylemedik mi bundan sana hayır yok diye " demezler miydi?

Ya hayallerine, umutlarına, içinde büyüttüğü, kimselerin dokunmasına bile izin vermediği duygularına ne cevap verecekti! Nasıl yok edecekti bu hain duyguyu?

Ne yapsa da zaman geçmek bilmiyordu. Geceden çok ay'dı karanlık olan. Yıldızlara küsmüş, kesmişti sanki ışığını o gece. Oysa ne kadar da ihtiyaç duyuyordu yaralı yüreği tam da şimdi gün ışığına. Tan yeri ağarırken yaydığı o muhteşem kızıllıkla yeniden yıkamak ruhunu iyi gelecekti genç kadına. Böylece gönderecekti yalnızlığını ay batımı gecelere...

Duyguları hallaç pamuğu gibi darmadağınıktı. Ne sağlıklı düşünebiliyor, ne de içinden çıkılır bir cevap bulabiliyordu karmaşık duygularına. Ensesine saplanan ağrı dayanılır gibi değildi. Usulca kalktı, anlaşılmaz adımların seyrindeydi bedeni. Bir süre buzdolabının önünde bekledi ne yapacağını, oraya neden geldiğini bilmeden. Neden sonra hatırladı, ağrı kesici kutusundan bir hap aldı tam kapatacakken dolabı bira kutularına takıldı gözü. Bira her zaman dağıtıyordu düşüncelerini. Toparlanmasına yardımcı olurdu. İlacını içti, birayı aldı ve salona geçti. Bir CD taktı, müziğin ritmine uyarak dans etmeye başladı. Evin her metrekaresini yeniden tavaf ediyordu sanki o gece.

Neresinden tutunmaya çalışsa kayıp gidiyordu avuçlarından hayat. Şimdi ise tutunacağı, güç alıp yeniden hayata meydan okuyacağı hiçbir şeyi kalmamıştı elinde. Son dalını da kırmışlardı
hayat ağacının. Artık işe yaramaz bir zavallıydı, öyle hissediyordu. Ne yaptıklarının, ne de kendi kendine söylendiklerinin farkındaydı. Dayanılmaz baş ağrısına takılmıştı. İçmeliyim, içmeliyim diyor ve bitiriyordu biraları ardı ardına. Sızıp kalmak ve o dayanılmaz ağrıdan kurtulmaktı tek derdi. Ya sonra! Sonrasını düşünecekti elbette kendini toparladıktan sonra...

Yüreğinden bir şeylerin akıp gittiğini hissetti birden. Artık gözyaşları izin alma gereği bile duymadan akıyordu sessizce. Zorlamadı ağlamayayım diye. Gözünün önünden film şeridi gibi geçip gidiyordu her şey. O ilk karşılaşmaları, birlikte arşınladıkları kaldırımlar, keşfedilen bakir sokaklar, martı çığlığına karışan sevda haykırışları... Bu evi tuttukları gün daha dün gibi hatırındaydı. Cennetimiz dedikleri bu dört duvara olumsuz hiçbir şeyi getirmemeleri, birlikte mutfağı gece yarısı talan edip muhteşem ziyafet sofraları hazırlamaları ve her köşesinden haykıran sevda naraları... Neler geçmiyordu ki şu an aklından!

Ne kadar zorlasa da yok edemiyordu bu düşünce sağanağını. Yaşanmış her şeyin hücumuna uğramıştı adeta. Sonun başlangıcında her şey geçermiş insanın aklından. Birden konsolun üstündeki çerçeveye takıldı gözleri. Sevdalarının acemice cirit attığı dönemde çekmişlerdi.
' Onlar cennetimizin bekçileri, biz yokken bekliyorlar cennetimizi' demişlerdi...

Hatırına düşen bu son cümle binlerce haykırışı sürükledi peşinden. Artık bilinç dışı hareket ediyordu. Psikolojik bir yıkımın girdabına kapılmış, iradesi devre dışı kalmıştı.

O artık gelmeyecekti, öylece çıkıp gitmişti. Başkalarının fırtınası kendi cennetini talan etmişti. ' Bir daha yüzünü görmek istemiyorum' demişti, bir daha asla!

On yedi gün sonra, tam on yedi gün sonra yeniden duymuştu aynı cümleyi ' bir daha asla'
İki imkânsız birden yüklenmişti yüreğine. Hayatımın anlamı dediği sevdasının yüreğinde başka rüzgârlar esmekteydi artık. Başka mevsimlerin renklerini beziyordu yüreğine. Tam on yedi gün sonra varoluşunun gerçek anlamı da alınmıştı elinden.

Salonun adımlanmadığı hiçbir köşesi kalmamışken her voltada konsol üstündeki çerçeveye takılıp kalıyordu. Gecenin karanlığı zaman ilerledikçe daha da hırçın akıyordu sanki evin içine. Çerçevedeki o bir çift muzip göze takılıp kaldı yine. ' seni seviyorum karadutum, çatal karam, çingenem' diyordu. Bilinçsizce hareket ediyordu artık. Kâh kahkahalarıyla dans ediyor, kâh hıçkırıklara boğuluyordu. Elinde çerçeve yârinin zeytin karası gözlerine takılmış kalmıştı.

Usulca açtı pencereyi, rüzgâr yalayıp geçti gözyaşı sağanağından ıslanan yanaklarını. Gecenin karanlığında bir öpücük kondurdu yârinin zeytin karası gözlerine. Bir daha, bir daha... Doyamıyordu. Nasıl da mutluydu, yüzünde güller açmıştı birden...

Sabah olup gün ışımış koca kentin üzerinde yaşam belirtileri başlamıştı. Sokak lambalarının hala sönmemiş olması güneşi kızdırmıyordu. O doğuyordu tüm haşmetiyle yeniden. Pencerelerden cılız ışık seli perdelere inat yalıyordu pervazları. Kuşlar çığlık çığlığa karşılıyordu yeni doğan günü. Sokak kedileri titrek mırıldalanmalardaydı. Köşe başında ilk siftahını işe geç kalmışlarla yapacağı hayallerini kuran yarı uykulu taksi şoförleri, çöp bidonlarının etrafında yiyecek bulma çabasındaki sokak köpekleri, duraktan her uzaklaşmasında ortalığı egzoz gazına boğan belediye otobüsleri...

Yeni bir gün ve yeni bir hayat adımları hızla yerini alıyordu gün doğumlarıyla...

Genç kadın ölümüne inandığı zeytin karası gözlere bir öpücük kondurmuştu gecenin karanlığında. Ne ay yol göstermişti, ne de yâri bilmişti yüreğindeki fırtınaları. Kimselerle paylaşmamıştı. Sessiz çığlıklarını hapsedip yüreğine son busesini kondurmuştu yârinin gözlerine...

Sabahın ilk ışıklarıyla çöpçülerin soğuk beton üzerinde bulduğu cansız bedeni gazetelerde baş manşet olmuştu...

'ŞÜPHELİ ÖLÜM'

12 Kasım 2002 / İstanbul

18 Şubat 2011 14-15 dakika 6 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar