Biz de Çocuktuk

Tahtadandı bizim oyuncaklarımız. Arabamız telden ve kargıdan. Topumuz plastikti, kalemiz taştan. Rengarenk maden telleri ile bisikletler yapar, hayaller aleminde diyar diyar gezerdik. Gazoz kapaklarını mermer taşla ezerdik. Sokaktan ve kahvehanelerin çöplerinden topladığımız gazoz kapakları ve avuç içi kadar bir mermer taşla geçerdi günlerimiz. Sek sek seker, ip üstünden atlar, mendil kapardık. Al satar, bal satardık. Saklambaç oyununu en iyi biz oynardık. O sokak senin, bu ağaç benim saklanırdık bütün kötülerden ve kötülüklerden. Büyümekten sakınır, en çok da zamandan saklanırdık. Ama gelip buldu işte bizi zaman, saçlarımıza karlar düşürdü, yüzümüze inceden çizgiler çekti. “Çocukken her şeyin sahibi olmak için büyümek isterdik. Büyüdük; şimdi her şeyden uzak olmak için hep çocuk kalmak istiyoruz” diyor meşhur Simyacı kitabının Brezilyalı yazarı Paulo Coelho. Yaşı otuzu aşan, yolun yarısına yaklaşan, hayat yükünü omuzlarında iyice hisseden ve çocukluğunu doyunca yaşayan kim istemez ki yeniden çocuk olmayı.

Çocuktuk! Gece gündüz yepyeni oyunlara soyunur, bazen kör bir ebe olurduk. Eski bir araba lastiği ile mutluluğu bulur, misket üter, köşe kapar, gün boyu sokaklarda keyif çatardık. Mahalle maçlarında taş üstünden goller atardık. Bulduğumuz beş taşla dünya bizim olurdu. Elimizde sapanlar, şişe hedef olurdu. Topaç dönerdi. Uzun bir eşek olurduk, herkes birbirinin sırtına binerdi. Her yağmurdan sonra yumuşayan toprakta çivi ile yollar çizer, bilyeleri ise bir çomakla çektiğimiz çizgiye dizerdik. Bulduğumuz bir ağaç dalı atımız olur, patikalarda atımızla gezerdik. Bir tahtaya çaktığımız çivilerle ve bir adet bozuk parayla yapardık biz langırtımızı. Yakan top ve istop ile geçen saatlerin farkına bile varmaz, oyuna hiç doymazdık.

Turbo marka sakızlardan çıkan araba resimlerini biriktirdiğimiz o günlerde, dönme dolaba binmek için bayram günlerini iple çekerdik. Mahalleye, sokak sokak dolaşan dönme dolapçı gelirdi bahar aylarında, bayram ederdik. Sokakta tefle ayı oynatırdı bir amca. “Koca karılar hamamda nasıl bayılır” diye sorardı ayıya. Ayı bayılır gibi yapar, biz de izleyip gülerdik. Çocuktuk ama korkmazdık. Sonra yavru ayılara belini çiğnetirdi büyükler. Çingene kalaycılar gelirdi mahallemize ilkbahar aylarında. Eskimiş tavaları, tencereleri kalaylarlardı bir güzel. Toprak güveç satardı bir amca traktörünün kasasında.

Bizlerse, gökkuşağının altından geçmeyi denerdik yağmurdan sonra. Çocuktuk işte, kapkara önlüklerimizle, hayata rengarenk gülümserdik.

Oyuncaklarımızı kendimiz yaptığımız içindi belki de bitmek bilmeyen oyun sevdamız. Yaz aylarında gündüzler yetmezdi bize, geceleri de oyunlar üstüne, oyunlar kurardık. Tek kişilik oyunumuz yoktu bizim. Bütün oyunları mahallece oynardık. Maçımızın bitiş düdüğüydü, akşam ezanı. Akşam yemeği ailece yenirdi. Yemekten sonra ise soluğu yine sokakta alırdık.

Oyuna ara vermeye kıyamaz, öğle yemeğine zaman ayıramazdık. Komşularımız vardı. Herkes herkesle yaren, herkesle dosttu. Bütün mahallenin çocuklarıydık bizler. Komşumuza, komşuana (goşana) der, onları kendimize ana bilirdik.

Komşunun biri ekmek üstüne ev yapımı salça sürüp verirdi sokakta oyuna dalmış tüm çocuklara. Bir başkası taş fırından yeni çıkmış, dumanı üstünde otlu pidelerden dağıtırdı. Komşuda pişenin bize de düştüğü ne de güzel günlerdi. Televizyonların siyah beyaz yayın yaptığı, hayatın yeşil, mavi, pembe, turuncu olduğu ne de renkli günlerdi.

Ah o özgürce uçurduğumuz uçurtmalar!

Uçurtma yapmak da, uçurtmayı göklerde bayrak gibi özgürce dalgalandırmak da büyük bir maharet ister. Herkesin elinin gönyesi yoktur. Bu sebeple uçurtma yapmak usta işidir. Göklere saldığımız uçurtma, göndere çekilmiş bayrak gibi özgürlüğümüzün sembolü olurdu. Bizler özgür çocuklardık. Dağlar, dereler, tepeler, ağaçlar, papatya tarlaları, sokaklar hep bizimdi. Oyunlarımız çok gerçek, düşlerimizse yağlı boya çizimdi.

Çocuktuk biz de!
Beyaz bir masalın içinde çocuktuk.
Bir vardık bir de yoktuk.
Az ve uz giderdik, dağ, bayır, dere, tepe.
Gölgesi, yeşil çimenlere uzanan ağaçların, kucağında uyurduk.
Gözlerimizi, gökkuşağıyla bağlayıp,
Körebe oynardık, sarı yaz günlerinde.
Saklambaç deresinde güneşin arkasına saklanır,
Kuşların gözyaşları ile yıkanırdık gülkurusu akşamüstlerinde.
Uçurtma gezdirirdik rüzgarın saçlarında.
Gökyüzünden ödünç aldığımız beş yıldızla, beş taş oynardık, temmuz akşamlarında.
Uykumuz satendendi. Kayardı gecenin ellerinden.
Rüyalarımız köpük köpük, düşlerimiz gökyüzü mavisinden.
Her sabah güneş odamıza usulca sokulup fısıldardı kulağımıza yeniden;
“Hadi kalkın çocuklar. Gün dolusu oyun sizi bekliyor...”

Ağaçlarla dosttuk biz. Salıncaklar kurardık onlara, bir adet urgan, bir yamalı bohçayla. Ayakuçlarımız bir göğe, bir yeşil çimenlerin saçlarına değerdi sallanırken. Meyveleri, dallarından toplardık. Bahçelerden, erik, dut, şeftali, kayısı, üzüm çalardık. Sabah serinliğinde ballanmış incirleri, kuşlardan önce tadardık.

Ağaçlara evler kurar, kuşlaraysa kafes yapardık. Keklik ve karatavukları, adına serpen dediğimiz, tuzaklarla avlardık. Çayda balık tutardık. Zavallı sincapları, cevizlerle tavlardık.

Futbol hayat demekti bizim için. Beydağlarının (İzmir-Beydağ) eteğinde, adına “Yeşillik” dediğimiz bir alanda yapardık maçlarımızı. Fadime Ana’nın evinin bahçe duvarı ile başlayıp, Habip Emmi’nin buğday tarlasının kenarı boyunca devam eden yemyeşil bir alandı. Topumuz, Fadime Ana’nın bahçesine kaçtığında, şefkatli ihtiyar kadın topumuzu hemencecik verirdi de, Habip Emmi tarlasında çalışırken kaçarsa topumuz onun tarlasına, geri dönüşü olmazdı. Eline kaptığı bıçakla, karpuz böler gibi ortadan ikiye ayırırdı harçlıklarımızı birleştirerek zar zor aldığımız topu. Habip Emmi’nin öldüğü günü hatırlıyorum da, nasıl da sevinmiştik o çocuk aklımızla. Tek geçim kaynağı buğdayların, mahallenin arsız ve haylaz çocukları tarafından ezilmesine kızardı esasında. Haksız da sayılmazdı ihtiyar adam bir senelik emeğinin çocukların ayakları altında ezilmesi karşısında. O, bu dünyadan göçüp gittikten sonra eski heyecanı kalmadı maçlarımızın ve çok sonra anladık onun yokluğunun bizim için aslında ne kadar büyük bir eksiklik olduğunu. Çok sonra fark ettik maçlarımızı göz ucuyla bir onun, bir de sahanın karşısındaki dükkanının önüne sigarasını içmeye çıkan kendi halindeki mandıracının izlediğini.

Ahh o günler, ne de güzel günlerdi. Yaşamak !!!

Özgürce, sorumsuzca yaşamak. Çocuktuk! Yaramazdık belki de, haylazdık, ama çok mutluyduk …

Affan Dede’ye para saydım
Sattı bana çocukluğumu.
Artık ne yaşım var, ne adım;
Bilmiyorum kim olduğumu.

Hiçbir şey sorulmasın benden;
Haberim yok olan bitenden.
Bu bahar havası, bu bahçe;
Havuzda su şırıl şırıldır.

Uçurtmam bulutlardan yüce,
Zıpzıplarım pırıl pırıldır.
Ne güzel dönüyor çemberim;
Hiç bitmese horoz şekerim!

Cahit Sıtkı TARANCI

15 Kasım 2019 6-7 dakika 5 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (2)
  • 4 yıl önce

    Şimdilerde ise çocuk yaşta gelinler ,çocuk yaşta katiller ve suçlular,çocuk yaşta din sömürüsüne sokulanlar var yaşayamadıkları çocukluklarının içinde kaosa sürüklenen ne acı bir tablo bizim kadar şanslı değillerdi Nostalji geziniz için teşekkürler Ercüment bey