Daralan Çemberler Ve Pastoral Efemer

"Hoş geldin bebek,
Yaşama sırası sende"

Küçücük bir Anadolu köyünde doğmuşum. Daha altı aylık bile değilken, sevgili babamın Antalya'da memurluğa başlaması ile yaşam çizgimin ilk maratonunun startı o gün verilmiş. Hatta ismimi babamın başarılı olduğu sınavı yapan genel müdürün isminden almışım. Karanlık dönemimden sonra ilk hatırladığım renkli anılar köyümüzün o an sınırsız gelen çayırlıklarında yaşıtlarımla deliler gibi koşarak oynadığımız oyunlardı. İşte yıllar sonra "pastoral" rumuzunun kullanmamın gerçek nedeni bu galiba. Çünkü gönlüm hep o çayırlıklar gibi uçsuz, bucaksız kaldı. Efemer'e sonra geleceğim.

Hızlı büyüme grafiğim taşındığımız yeni yerler ile birlikte, yaşamımın olağan evreleri içerisinde ilginç yükseltiler, durağanlıklar oluşturuyordu. Ne gariptir ki, geçmişime ait aklımda kalan üç beş hatıranın çoğu da özellikle yaz tatillerinde ve bayramlar da yaşıtlarımla oynadığım oyunlara ait. Son yıllarda eğitimcilerin, ilköğretimde bilgilerin oyun şekilde verilmedeki ısrarlarının referans noktası bu olsa gerek. Hep beraberdik, yakın zamanlarda sünnet olduk, beraberdik yazlık sinemalarda, maç kuyruklarında, çizgi roman satış alanlarında, körebelerde, saklambaçlarda, elim sendelerde. İnanılmaz çoğul şenliklerdi yazlarları kurulan panayırlar. Yaşam oyundu, yerinde duramamaktı, Zagor'du, Tarkan'dı, Karaoğlan'dı, Radyo Tiyatrosuydu, sapandı, bir an önce büyüme istekleriydi. Ergenliğin sorunlarını yalan yanlış hep birlikte çözmeye çalıştık. Birlikte büyüyorduk, oyunlarımız da büyüyordu. Peki büyüyünce bizi hangi oyunlar bekliyordu ?.

İlk ayrılığı Eskişehir'de yatılı okulu kazandığımda tattım. O günden sonra ayrılıklarla dolu yaşadım. Sıla hep uzaklarda, kar altında bacasından incecik duman tek katlı bir ev olarak kaldı, tıpkı kalbimin içine kazınmış yaldızlı bir kış kartpostalı gibi. Her ne zaman ayrılık kelimesini duysam boğazıma bir şeyler düğümlenir, kalbimde incecik bir sızı başlardı, inanın hala daha öyledir. İzbe, nemli, kirli kalabalıkları ve yolcu otobüslerinin motorlarından daha yorgun personelinin asık suratlarıyla otogarlar, hep en sevmediğim insansı yaşam alanları olmuştur. Özlemse annemin sıcacık kucağı, yılları umutla taşıyan bembeyaz elleri, ak düşmüş saçları, babamın gözlerinde gizlediği şefkat ve kardeşlerimin et tırnak bağlılığıydı. Hep ilerliyordu yaşam, durmaksızın. En büyük problemim yatılı okulun çoğul dünyasındaki yalnızlığım ve bitiremediğim sıla özlemiydi. İlk kez aşık oldum. Çekik gözlü bir tatar kızı gönlümü çaldı, o da beni seviyor. Love Story filmini birlikte seyrettik. Cahide hala temsil ettiği insan yoluyla en çok sevdiğim isim oldu ve hala bu ismin sahibesi sisli gönül vadimde solmamış bir kırmızı gül olarak durmaktadır. Aşk ne tür oyundu tanrım, bir türlü vazgeçilemiyordu. Parlak renkli günlerimizde çizgi romanların yerini yavaş yavaş dünya klasikleri alıyordu. Gazap Üzümleri'nin sonunda kadının sütünü emzirtmesinde yazar neyi imgelemekteydi ? Madam Bovary'nin kalbindeki söndüremediği ateş ne ola ki ?

Öğretmenlik yada diğer resmi görev günleri, askerlik, evlenme davetleri, ilk çocuklarımız da hep yakın tarihlerde oldu. Çocukların ilk okul günleri, LGS sınavları bile hep çok yakın zamanlarda gerçekleşti. Cahit Sıtkı'nın 35 yaşını geçtik, teri soğumamış doru bir at hızıyla. Nefesimiz, kaslarımız güçlüydü. Yaşama karşı güçlüydük. Başımızdaki sevda yelleri durgunlaşmış, kalbimizdeki sevgi pastası üç dört değişik paylara bölünmüştü. O günlerde tanık olduğumuz, bu dünyadan çekip gitmeler ilk kez dikkatimizi çekmeye başladı. Çünkü bu olayları çocukluğumuzda beni duymak ta yada duymaktaydık. İlgimizi "ölüme" yöneltmemizin belki en önemli nedenlerinden birini, şüphesiz bu gerçeğin acımasız ve duraksız tırpanını taşıyan kara kuşların bizim dışımızdaki çemberde yer alan kuşağın başında hızla dönmeye başlaması oluşturmaktadır. Altmışlılar ile iki binliler kuşakları arasında kalan bizlerin dedeleri, nineleri toprakla karışması süreci çoktan tamamladı ve sadece bazı ilahlarımız değil, dayıları, halaları da dünyadan bir bir çekilir oldular. Elvis, Barış, Cem... Ne gariptir ki, bizlerin üreyerek oluşturduğu çember dışa doğru büyüdükçe geometri kurallarını alt üst edecek şekil daralmakta, hatta tükenmektedir. Durgun suya atılan bir taşın oluşturduğu halkalardan önce hangisi yok olmaktadır ? Peki nedir bu daha dün hep birlikte çember arkasında seğirtirken, ağaçlara tırmanırken, kız peşinde koşarken, yaşam kadar gerçek, durdurulamayan, bulunduğumuz çemberi daraltan ve sonuçta yok eden ?

"Dönülmez akşamın ufkundayız artık, vakit çok geç,
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç.."

Öğrencilerimin yanıt vermede zorlandıkları konulardan birisidir, "bir amibin ya da herhangi bir hücrelinin ikiye bölünmesiyle ölüp ölmediği ya da bu olayın bir hücresini vererek yeni bir canlı oluşturan daha sonra metabolik faaliyetlerini bitirerek yaşamdan çekilen çok hücreliden ne kadar farklı olduğu ?" Burada sorgulanan, tek hücrelinin bölünerek genlerini taşıyan iki canlıya dönüştüğü ve ortamdan eksilen bir vücut olmadığından bir anlamda ölümsüzlük olarak nitelendiğidir. Bunun tek hücresine genlerini sığdırarak, onunla yaşamda belirli bir oranda temsil edilen çok hücreliye ne tür bir tanım getireceğimizdir.

Yaşam her nasıl tanımlanırsa tanımlansın, mavi gezegen denilen dünyamızda tüm renkleriyle sürmektedir. Bu güzelim dünyadaki hücre denen yapı birimlerinden oluşan her canlı belirli bir yaşam uzunluğuna sahiptir. Hücrelerin yaşamları da ya bölünmekle ya da fizyolojik ölümle belirli bir nihayete ulaşmaktadır. Tekrar sorumuza dönelim bir terliksi hayvan 20 senede 12.000 döl vererek, belki de yaşamasına devam etmektedir. Bölünmeye hazırlanan amibin sitoplazmasından bir miktar kesilirse yine büyümeye ve yaşamaya devam eder ve bu eylem kuramsal olarak sonsuz sürebilir. Bu durumda, cevap birhücrelilere ölüm yoktur şeklinde olabilir. Ancak bölünen organizmanın dünya üzerindeki varlığı bitmiştir ve genlerinin bir kısmı bir başka devam etmektedir. Yine kabuklu birhücreliler, bölündüklerinde kabuklarını atarak, hayvanlar aleminde ilk defa bir ceset oluşumunu meydana getirir.

Çok hücrelilerde vücut hücreleri, yani soma hücreleri, o tür için belirlenmiş yaşam süresinin sonunda ölmeye mahkumdur. Fakat eşeysel hücreleri, yumurta ve sperma aracılığıyla, yeni bir bireyin meydana gelmesine ve canlılığın onlara aktarılmasına neden olur. Eşey hücrelerinin ölümsüzlük potansiyeli, yaşamın sürekliliğini sağlar. Konunun başlığında verdiğimiz "ölüm" sözcüğü bu durumda soma hücreleri için geçerlidir. O halde ölümsüzlük bir hücreliler, kadar çok hücrelilerin üreme hücreleri içinde geçerlidir sonucu hiçte bir tahmin olamaz.

Bizim dışımızdaki canlıların büyüme hücreleri düzeyinde bu dünyayı işgal sürelerine bakarak, çemberin daralma şekli ve nedenleri üzerine kafa yoralım. Yaşam uzunluğu türlere göre büyük değişiklikler göstermektedir. Balinalar 300-400, kaplumbağalar 300-350, filler 70-90, atlar 40-45, sığırlar 20-25, köpekler ve keçiler 12-15, tavşanlar 5-7, sıçanlar 3, tavuklar, ördekler 20, atmacalar, puhular ve papağanlar 60-100, sazanlardan bazıları 60-80, yayınbalığı 100, karıncaların kraliçesi 12-30 sene yaşadıkları halde eklembacaklıların ömürleri genellikle günle ölçülür. Hatta Efemerler (=birgünsinekleri) son deri değiştirmeden sonra ancak birkaç saat, en fazla bir gün yaşar. Bir efemer için o gün ne kadar özeldir, kim bilir. Kendinden sonra yaşam bulacak yumurtaları, özenle tek tek bırakır. Belki bir annenin mağrurluğuyla tek tek öperek , yumurtanın içinden çıkacak kurtçuk yavrularına yaşam dileklerini sunar. Gün kararınca sessiz sedasız yere düşer. Rüzgar bir yerlere savurur cansız bedenini ve sabah bir kuşun gagası, yeni bir kimyasal döngüye başlangıç oluşturur.

Her canlı için mutlak sona geçmeden, son çembere "yaşlanmaya" bir bakalım. Gerontoloji yaşlanmanın nedenini araştıran bilim dalıdır. Bilinenlere göre yaşlanan bireylerde, yapısal ve ruhsal birçok bozukluk ve zayıflama ortaya çıkmaktadır. Bu belirtileri inceleyen bilim dalı ise "Simptomatoloji"dir. Uzmanlara göre yaşlanma olayı, doğumda hatta doğumdan önce başlar ve belirli bir zamanın sonunda hızlanır. Örneğin 75 yaşındaki bir erkek, 30 yaşında sahip olduğu tat alma tomurcuklarının %64'ünü, böbrek glomeruluslarının %44'ünü, omurilikteki aksonlarının %37'sini yitirmektedir. Sinir impulsları %10yavaşlar; beyine gjden kan %20 azalır; böbreklerin süzme kapasitesi %31; akciğer]erin canlı kapasitesi ise %45 civarında azalır. Memeli hayvanların beyin hücrelerinde, protein sentezi için gerekli olan RNA miktarı azalır. Dolaysısıyla sentezlenen protein azalır. Niçin ilerleyen yaşlarda biraz daha az dikkatli, daha fazla unutkan, alıngan ve güçsüz olduğumuzun yanıtıdır bütün bunlar elbet.

Yaşlanmaya kısa bir göz atışı yaptıktan sonra "ölüm"e bakalım. Aslında, yaşlı vücutların ölümü bir seçilmedir. Çünkü bozulmuş vücuttan meydana gelecek döller, savaşma gücünü büyük ölçüde yitirmiş, güçsüz bireyler olacaktır, ikincisi, ölümle, işe yaramayan vücut ortadan kalkarken, kendisinden sonra gelecek döllere hem yer hem de daha iyi beslenme olanakları sağlanmış olacaktır. Ayrıca evrimde, çeşit değişiminin (dallanmanın) meydana gelmesi bu yolla olacaktır, insan vücudunda bazı hücreler sürekli üreme yeteneklerini korudukları halde (deri, kan, kırmızı kemik iliği ve spermatogonia hücreleri), bazı hücreler (yumurtalıkların oositleri, sinir hücreleri vs.) embriyonal gelişimin sonunda üreme yeteneklerini yitirir. Bu hücreler, bireyin yaşı ilerledikçe ölecek; fakat yerlerine bir daha yenilen konulamayacaktır. Yedi yaşındaki bir köpeğin, küçük beyin hücrelerinin 1/3'ü dejenere olur. insanda yaş ilerledikçe belleğin ve öğrenme yeteneğinin kaybolması, bu sinir hücrelerinin yavaş yavaş ölmesinden ve metabolizma artıklarının hücrelerde birikmesinden ileri gelmektedir. Buna karşılık bağ doku hücreleri (kuşlarda ve memelilerde) ve özellikle böceklerin ergin plakalarından alınan hücreler, epidermis hücreleri, uygun bir ortama ekildiğinde ya da yenilenen doku kültüründe senelerce yaşayabilir. Bu koşullarda dahi zaman zaman yaşlanmaya gittikleri görülür, ölüm sırasında, bireyin bazı hücreleri bir süre daha yaşamaya devam eder; hatta birkaç gün yaşayabilir (bazı epidermis hücreleri, ses telleri, böbrek kanallarındaki bazı hücreler). En erken ölen hücreler sinir hücreleridir. Kuramsal olarak 3 dakika oksijensiz kalan beyin hücrelerinin hepsi ölür. Fakat yapılan denemelerde, 10 saniye sonra elektriksel işlevlerinin tümüyle yitirildiği görülür. Sonuç olarak, ölüm, hücrelerin tek taraflı ve dönüşsüz değişimidir diye tanımlanabilir. Yaşam uzunluğu ise omurgalılarda kemiğin tam oluştuğu sene (insanda 20) ile 6'nın, omurgasızlarda ise gelişim süresinin 1 -6 ile çarpılmasıyla bulunur.

Yaşamda ilginç ölüm şekilleri görülmektedir. Bunlardan ilki Katostrofal ölümdür ve özellikle ömründe bir defa çiftleşen ve bir defa üreyen bir çok hayvanda görülmektedir. Aslında ne kadar ilginç olurdu değimli, şehrin işlek caddelerindeki dev reklam panolarında güzel bir kızın büyük puntolarla "Önümüzdeki ay terk-i dünya edecek 1930 yılı mart ayında doğanlar; en kaliteli ikametgah yerleri, kıyafetleri çok ucuz fiyatlarla sizi bekliyor" şeklinde duyuru yapması ve toplu cenaze törenlerinin düzenlenmesi. Ama hayır, şu anki durumumuz daha uygun bugünkü medeniyetimize, çünkü çıkarlarını her şeyin öncesinde gören insan oğlu bu tür bir ölüm sırlaması durumunda ne tür işler çevirirdi, bir düşündüm de korktum.

Katastrofallarda ölüm, erkeklerde, çiftleştikten sonra, dişilerde ise yumurta ya da yavru bıraktıktan sonra meydana gelir, örnek olarak Halkalısolucanlar, böceklerde, örümceklerde, yılanbalığı gibi bazı balıklar. Fakat bazı hayvanlarda, çoğalma birçok kere tekrarlanabilir. Bu nedenle yaşlanma belirli bir zaman aralığına yayılmıştır, insanda olduğu gibi. Aynı türdeki canlılar için ömür uzunluğuna birçok faktör etki etmektedir. En başta somatik mutasyonlar büyük rol oynar. Meydana gelen kromozom değişmeleri ve nokta mutasyonları, protein yapımını sekteye uğratır. Fakat ölümü hazırlayıcı en önemli etken, metabolizma sonucu meydana gelen artık maddelerin (yağ ve boşaltım maddeleri gibi) hücrelerin içerisine dönüşsüz bir şekilde yığılmasıdır. Oysa yaşam her zaman sürekli bir değişimdir. Değişim yaşamın temel dinamiğini oluşturmaktadır.

Yazının sonuna geldik. Daralan çemberelere yüklediğim yazının sonunu bağlamakta zorluk çekiyorum. Oysa ne kadar kolaydı son cümleler "Genç kız, soğuk bir şubat gününde büyük bir gürültüyle giden trenin arkasından el sallarken, kalbindeki sevginin onu ısıttığını biliyor ve gülümsüyordu..." Adam, piposunu yakıp bir nefes çekti ve dumanını üfürdü, dışarıdan bahar sesleri geliyordu ...." gibi. Ben ne yazmalıyım.

En iyisi daralan çember alanımızda, ölüme inat bir gün daha fazla yaşamanın yollarını aramalıyız temennisini yazayım. Ve sevgiyi dünyamızdan, gülümsemeyi dudaklarımızdan, iyiliği ve güzelliği çevremizden hiç mi hiç eksik etmeyelim

13 Haziran 2010 12-13 dakika 5 denemesi var.
Yorumlar