Dilenci

Caddenin en işlek dükkânlarının bulunduğu kaldırımlarda insanlar vitrinlerde bulunan eşyanın çekiciliğine kapılmış, onu daha yakından görebilmek için ya fiyatını soruyor; ya da aybaşı mutlaka alacağım diyerek arzusunu tatmin ediyordu. Eşyaların çekiciliği insanları mıknatıs gibi kendine çekiyordu. Öyle ki, bilinçaltına yerleştirdiği eşya, yerli-yersiz rüyalarına girip, ruhlarını okşuyordu bu insanların. Işıltılı dükkânların yanında, eski bir çeşmenin yanında başını yere eğmiş bir dilenci vardı. Onu gören kaldırım taşlarının toz taneciklerini sayıyor sanırdı. Belki de bu dilenci insanlık için ağlıyor, çeşmenin ses temposu onun inlemesini bastırıyordu. Bir mızıkacı ise hüzünlü bir ezgi tutturmuş, müzik aralarında şu nakaratlar dökülüyordu ağzından. . .

Burası hayat ey ölüm
senden gelen bir bilinmezden
sana dönen bir yolcuyum
ellerimde kristal kürem
gözlerimde evrensel görü
mumyalanmış tarihler içinde
geçiyor ruhum
çözerek şifresini
alın yazılarının
geçiyor yakarak
tüm boyutları
ben
bir gezginim
hayatın rahmine
düştüğüm günden beri...

Ara sıra uzaktan boğuk sokak köpeklerinin sesi geliyor, ihtiyar dilenci sesin geldiği tarafa soğuk bir bakış fırlattıktan sonra, bakışı bu sefer süslü-püslü vitrinlere takılıyordu. Bir an için dilencinin gözünün içine bakan, vitrinlerin ışıklı renklerini görebilirdi. Ama onun bakışı sert ve karanlıktı. Gökyüzüne bakamıyordu; yıldızların ışığı gözünü alıyordu. Rengârenk yapay ışıkların karanlığında hayallere dalıyordu. Geniş yüzünde gümüş telleri anımsatan gri sakalları ve gerilmiş yüzü, yayına takılmış bir ok gibi fırlatılmayı bekliyordu sanki. Yanından geçenlerin bazıları onu hiç görmezden geliyor, bazıları ise merhamet duygusu ile belki bir gün bizim de başımıza gelir diyerek nafakasını veriyordu. Dilenci bugün için çok gezmiş, yorulmuştu; oturduğu yerde içi geçmiş uyuklamaya başlamıştı. Mızıkacı ise ölüm marşını andıran ağır melodi ile geceye ninni çalıyordu sanki. Müzik aralarında ise ağzından şu replikler dökülüyordu. . .


kaostan yaşamlar doğurur zaman
burası yaşam
gözlerimizi acılara açtığımız yer
burası hayat
düşlerimizin uçurumlarına düştüğümüz yer
burası kıyamet
burası ihanet
burası her yalana kandığımız yer
burası yer küre
kan gözyaşı nefret
burası global cinnet
burası alınyazımızı yazdığımız yer...



Dilenci sayıklıyordu; onu gören Azraille boğuşuyor sanırdı. Asıl köle diyordu, isteklerine gem vuramayan, eşyanın hükmü altına girmiş insanlar. Asıl dilenciler ise; sevgilisinden bir damla aşk dilenen sevgi korsanlarıdır diyordu. Gelin alın diyordu canımı; er ya da geç mutlaka çıkacak zaten. Canınızı bağladığınız mülkiyet sizi kurtarmayacak elbet; sizden sonra gelecek çocuklarınız sizi bırakıp çatışacak ilelebet. Dilencinin hararetli sözleri ve üzerinden boşanan ter damlacıkları sıcak bir çatışma içinde olduğunu gösteriyordu. Hayatta aldığı son nefes gibi derin derin nefes alıp bırakıyordu. Yine geleceğim, yine geleceğim, belki bir çiçek, belki de bir yıldız veya su. Önce katı bir hal, ardından hırıltılı bir nefes ve kalbin son atışı. Ne demişti Montaigne; 'Her gün ölüme gider, son gün varır.' Yolcu son durağına varmış ve inmişti. Gecenin ilerleyen saatlerinde artık kalabalık dağılmış, bir kaç sokak kedisi ve kovaladığı bir kaç fare kalmıştı. Kedi avını yakalayıp başarıyla kucaklaşmış, hayat ise dilenciyi öldürerek zaferine ulaşmıştı. Mızıkacı ise yorgun bir müzik ile bugünlük bu kadar der gibi kısa ve kesik bir akort tutturmuş gidiyordu. Müzik aralarında ise ağzından şu nağmeler dökülüyordu. . .



Ruhumu astım İsa'nın yanına
Kendi gövdeme bir çarmıh uydurdum
Kıblemde bir şeytan ayeti
Ne zaman güzel şeyler düşünsem;
Karşımda insan ihaneti

Az önce bir dilenci öldü
Toplayamadan yıldızları koynuna
Kir pas içindeydi saçı sakalı
Üç kelimeydi vasiyeti
-Yakarak- yok edin- beni-
Suçu günahından büyüktü.


Bütün kuşlar kanatsızdı o gece
Bütün sevişmeler tutsak
Ve bütün insanlar Allahsızdı.

07 Aralık 2009 4-5 dakika 6 denemesi var.
Yorumlar