Doyumsuzluk ya da mutluluk oyunu

İnsanoğluna kısa bir yaşam verilmiştir. Bu kısacık yaşamımız boyunca dolu dolu yaşayacağımız en fazla kırk yıldır. Bunun on beş yılını çocuksu duyguların doyumuna yırırsak geriye birey olarak yaşayabileceğimiz yirmi beş yıl kalır. O yirmi beş yılı bir şekilde tüketip bitiririz. Geriye kalan ömürse yorgunluk ve hastalıklarla geçer.
İnsan ömrü, var olma, birey olma ve yaşam mücadelesi ile mutluluk veya mutsuzlukla geçer. İnsanı birey yapan kendine duyduğu saygıdır. Sonra gördüğü saygıdır. Yani kendisi ile barışık olup dıştan saygı görmektir. Gerisi küçük ayrıntılardır. Birey olabildiğimiz sürece mutluyuzdur. Para pul, ev bark ikinci plandadır. Mutluluk ruhsal doyumdan geçer.
Çocukken sevgi, ilgi beklentisi, büyüyünce yerini aşk ve cinselliğe bırakır. Anne, baba ilgisini aşar, karşı cinsten ilgi, sevgi beklemeye başlarız. Çocuğun çok istediği bisiklette ulaşması o'nu mutlu etse de bu mutluluk geçicidir. Ne kalıcıdır, ne de çocuğun birey olarak gelişimine katkı sağlar. Sadece geçici bir sevinçtir. Bu sevinç, yeni sevinçlerle beslenmediği sürece bitmek zorundadır ve de biter. Ama bir anne sevgisi, baba sevgisi yeni sevgilerle ömür boyu süreklilik gerektirir.
Buna daha ilerde arkadaşlık sevgisi katılır. Artık büyüdük diyelim. Anne, baba, arkadaş sevgileri yetmemeye başlar. Artık bizi doyurmaz. Yetişkin bir insanın beklentileri ve ihtiyaçları da farklılık ve çeşitlilik arz eder. Tabbi bu ihtiyaçlar doyumsuzluğun şiddetine göre artar. Sürekli ihtiyaçlarsa, beraberinde sürekli çözüm arayışlarını getirir.
İhtiyaç duyduğumuz şeylerin bazılarına ulaşabilsek bile bazılarına ulaşamayız. Yani bir yanımız sürekli doyumsuz kalır. Bu doyumsuzluk da bizi arayışlara iter. Sürekli arayış içinde oluruz. Sevilme isteği doyuma ulaşmayınca bir yanımızın eksik kaldığını düşünürüz ve eksikliğimizi ilk gördüğümüz komşu kızı veya komşu oğlundaya da ilk konuştuğumuz sınıf arkadaşının birinde ararız. Bulursak ne iyi!
Bulamazsak bir mutsuzluk burgacına gieriz.Ya da uslu uslu oturup beyaz gelinlikli bir prenses veya beyaz atlı bir prens bekleriz. Sonunda kendimiz veya biri aracılığı ile bekleneni buluruz. Bulduğumuz kişi de bizim gibi arayışları olan biridir. Onun da eksik yanı vardır ve bulduğu kişiyi kaybetmek istemez.
Bu iki taraflı kaybetme korkusu karşıdakine sürekli gönül okşayıcı sözlerle, iltifatlarla ve güzellemelerle birçok gerçeği perdeler. Asıl kişiliğimiz o perde gerisindedir. Perdenin görünen ön yüzünde kaybetme korkusundan kaynaklı maskeli bir yüz vardır.
Mutsuzluğun en büyüğünü bu maskenin gerisindeki gerçek kişiyi gördüğümüzde yaşarız. Bu çoğu zaman ruhumuzda onarılması mümkün olmayan yaralar açar. Bu durumun ayrılıkla sonuçlanması iyidir. Bazen intihara bile götürür. Çoğu zaman da ailevi ve toplumsal baskılarla bu gerçekle, bu mutsuzlukla yaşamak zorunda kalırız ki, asıl yıkım budur.
Bireysel mutluluğumuzu yakalamaya çalışırken, başkalarının mutsuz olmasına sebep olmamalıyız. Mutluluk binasının tuğlalarını başka birinin binasından sökerek kendi binamıza eklemeye çalışmak mutsuz topluma katkı sunar. Başka mutsuzluklar üzerine kurulmaya çalışılan mutluluk çok yönlü mutsuzluklar yaratır. Bu durumda kendimizi ve eylemimizi sorgulamalıyız. Benim mutluluğum bir çocuğun bir tek gözyaşına değer mi? Gibi bir çok soru sormalı ve yaparken yıkmamalıyız.
Çocuğum bir telefon çaldığında irkilir. Aile savaşlarını yoğun olarak yaşadığımız geçen yıllarda incecik, yumuşacık bir sevgi bulmuştum. Bu sevgi bana telefondan akıp geliyordu. Yüzlerce kilometre uzaktan yaşama tutunmamı sağlıyordu. Aile savaşlarının şiddeti artınca kapıyı vurup çıktım. Evin hanım efendisi arkamdan "Git, git! Telefonda konuştuğun orospuya git!" gibi sözler etmişti. O'nun da bir kaybetme korkusu var. Tepkisi bu yüzden. Ama kaybetmekten korktuğu ben değildim elbette. O, ekonomik kaynağını kaybetmekten korkuyordu. Oysa ben nereye gidebileceğimi bile bilmeden çıkmıştım.
Neyse bu yüzden aileden olmayan her hangi biri ile konuştuğumda oğlum buğulu gözlerle kaçıp kendini odasına kapatır. Kendine gelmesi en azından yarım gününü alır. Barışmamız ise bir günü aşar. Oğlum, yine evi terk edeceğimden korkuyor. Onun için evde iken çocukların yanında telefonla konuşmamaya özen gösteriyorum. Bende kaydı olmayan ya da kayıtlı olup aileden olmayan dost ve arkadaşlar bağışlasınlar. Hiç bir dostluğu oğlumun gözyaşına değişmem!
Kendi kendimize yaşamımızı derinden etkileyen bu eksikliklerimizi tartışırken yine yanılgıya düştüğümüz bir gerçek vardır. Mutluluğu bireyselliğe indirgemek yanılgısı. Bir toplumun parçası olduğumuzu unutmamalıyız. Asıl mutsuz olan parçası olduğumuz toplumdur. Yani bizler mutsuz bir toplumun parçacıklarıyız. Asıl mutluluk toplumun mutluluğundan geçer.
Herkesin ağladığı bir toplumda tek başınıza gülemezsiniz. Gülseniz bile ya kınanırsınız veya yok edilirsiniz. Öyle ise hep birlikte mutlu olunmalı. Peki bu nasıl olacak? İşte sorun burada. Bu sorunun yanıtı ise üretim araçları , üretim ilişkileri, ürettim ve paylaşımın şeklinde yatıyor. Üretim, ürün, artı ürün ve adil paylaşım. Üretim pastasından büyüğünü mutlu bir azınlık yutarken kalan çok küçük parçayı milyonlarca mutsuz insana reva görürseniz, mutsuzluğu artırırsınız.
Demem şu ki mutluluğun sırrı burjuvazinin uydurduğu, beyinleri geçici olarak uyuşturan, esasen kısa bir süre gerçeklerden kaçmak olan Polliana'cılık Oyunu'nda değil, üretenin hak ettiğini almasında saklıdır.

16.04.2008-08:10

27 Temmuz 2009 5-6 dakika 6 denemesi var.
Yorumlar