En Azından Denedin

Ne çok benzeşecek şeyler var, ne anlatılacaklar, ne yazılacaklar... Kısmen de olsa yaşanılacaklar. Elektriğin bütün kudreti hayatımı çevrelese de kendimi Katyuşa'dan alamıyorum. Mona Rosa'dan mesela, türkülerin çıplaklığını keşfedeli her şeyde bir mana arar oldum. Sokaklar, çöp atma adetleri... bakışmalar. bir bütün olarak sürüklenen insanlar 1900'ler gibi belki aletler farklı, hastalıklar daha az konuşulur, lakin insanın harcı olan bu hırs... hep yara aldığı tarafları yamamaktan sahte kişilikler giymiş bir araba insan...

Ne boş, ne eğreti... rutinin kokuşmuşluğu... zerk etmeye dayalı temas... herkesin hayata borcu olan bu kin... eksikliklerinin üstünü kapatabilecekleri o gizli yalanlar, insanın kendine bile bir şekilde yedirdiği o yalana inanmadan kapı dışarı çıkamayacak halde bulunan, dışarıdan pekte mütevazi, bi hayli güçlü görünen kuklalar... cep telefonları internet siteleri hep aynı ilkellikteki aç gönülleri doyurmaya programlanmış. robotlar gibi...

ne vakittir yazmamaktan olsa gerek, tüm ahali bir tramvaya doluşmuş ve aklımı tavaf ediyor. gelgelelim konuya giremiyorum.  bu farkındalığın şahsımda oluşturduğu hodbinlikten de ayrıca tiksiniyorum.

özel hissetmiyorum.

kullanmadığım taraflarım küf tutuyor, samanlıkta bekleyen traktörler gibi çürüyorum... yeni bir hasada yetecek alanım kalmamış... özgürlük kargaşasında kimseye değmek istememek yüzünden belki bir kafese almışım kendimi...

iradem beni kaldırmıyor. yere düşmedim ama burada durmak bana iyi gelmiyor.

bu kafesi ben icat ettim, belki de bu enayi fedakarlık, hep o ikinci plana attığım kendim... ertelediğim hülyalarım tarafından unutuldum... hayallerim bir çuvalın dışına çıkabilmek kadar basit. 

bir müddet sonra, anlatmamaya başlıyorsun işte. Adam sen de! boş ver gitsin mi duyayım. hiç durmadığım taraklara mı bez bırakayım... bakıyorum uzun vakittir, 

bırakayım rollerini, bakışlarında yakaladığım o çıplak gerçekleri görmediğimi düşünerek pekte bir etkili olduğunu hissettikleri bu tiyatroyu oynasınlar. her gördükleri lalettayin işten bir iz taşıyan, o sahte konuşmalarını... eksiklerini aslında kimsenin fark etmediği bir meziyetleri olarak çarpıtarak yaşamalarını seyredeyim...

kendiyle asla barışamayan ve acısını dünyadan almaya niyetli, içinde bir kaç dirhem fazladan ifrazat taşıyarak ölebilmek için çırpınan kalabalık... işte bu..

bakışlarının altındaki aç kurdu, zihinlerini kemiren o şehveti gizlesinler... sonra birbirlerine çarparak kararan ve şekil alan üzümler gibi, birbirlerine biçtikleri kişilikleri yaşasınlar işte...

fazla  iyilik ve yardımseverlikle , bazen de sinirli bir tavırla dışa vuruyor insan zamanın pasını...içinin kirini... hiç olmadıkları insanlar olarak yaşıyorlar ya kısacası... işte çıldırtıyor bu mesele beni...

mamafih; bana ne değil mi? kaç kişinin şuanda aya baktığını düşünüyorken söylerim zaten bunları... 

lakin  denizin beni aldığı, seyrederken dalıp gittiğim suların beni götürüp de attığı yerden şüphe duyuyorum artık , son kez yaşadığım ve bir daha yaşayamayacağım hislerin hangileri olduğunu seçmeye uğraşıyorum. en sonuncusunu daha bir şevkle hissederdim, eğer bilseydim. 

oysa ne çoktu bir zamanlar, koca  fili avlamış bir aslan gibi, önümde dağ gibi yatıyordu bu hissiyat, lakin aslanda olsan doyuyorsun... kalkıyorsun bir daha ne zaman kurulacağı belli olmayan o masadan. ve toprağa bırakıyorsun geriye kalanı...

ve sonra bu kalabalığın içinde bir his kuraklığı başlıyor, kıtlıktasın... kendime yalan söylemiyorum... sevemiyorum içinde bulunduğum anı çoğu kez, ve bir gün canımı dahi sıkmayacağım bir pişkinliğe düşeceğim diye korkuyorum.

işin en kötü tarafı aslında...
kimsenin  yardım edecek kadar kalbinin kalmadığını anlıyorum artık,
sayısal bir şey değil bu yalnızlık... 

14 Eylül 2022 3-4 dakika 6 denemesi var.
Beğenenler (5)
Yorumlar