Etkinliğin Doğuşu

Ay tutulmuştu o gece, denizler susmuştu. Ne bir rüzgar esiyordu ovada, ne de biri rahatsız olup üşüyordu. Hamur halindeydi insan, yoğrulup duruyordu, karma karışık oluyordu. Ciğerlerine hava verildi, yaşamı sevdi. Zaman başlamıştı aniden, kalbin ilk taze atışı gerçekleşiyordu. Etrafa yabancıydı gözler; nereye gideceğini bilmiyordu. Yabancıydı ayaklar karaya. Birden; karnı olduğunu fark etti. Doğada ki sebze ve meyveleri algıladı. Midesinin bu yiyecekleri bir mıknatıs gibi kendine çektiğini gördü. Yedi meyveyi sevgilisinin elinden, aşk sarhoşuydu beden. Çıplak olduğunun bile farkında değildi. Karnı doydu, gözü açıldı. Kendini tanıyordu artık. Tarih başlamıştı, aynı zaman da medeniyet. Mal-mülk derdi olmadığı için sıkıntı yoktu. Sıkıntı olmayınca da, kavga gürültü de yoktu. Onların olmadığı yerleri mutluluk doldurmuştu. Her şey bir ahenk içindeydi. Kimse kimseden ürkmüyor, hırsızlık, gasp gibi olaylar olmadığı için, güven içinde yaşıyordu insan. Üremeye başlıyordu, bir başak gibi birbirinden çoğalarak etrafa yayılıyordu. Çoğaldıkça yeni dertler, istekler ve görüşler meydana problemi doğuruyordu. Artık bir toplum oluşuyordu. Farklı zevkler birbirinden ayrılıyordu. Çiftçilik, hayvancılık ve ardından bunun kara para haklayıcıları yağmacılar çıkmıştı ortaya. Toplum geliştikçe yeni iş bölümleri, yeni sınıflar çıkıyordu ihtiyaçlara göre. Yönetici- yöneltilen, efendi-köle, sömürü. Ok yaydan çıkmıştı artık. Her şey yerli yerine oturunca iyi ve kötü, çirkin ve güzel gibi olgular gün yüzüne çıkıyordu.

Hayat yeni başlamıştı; ya da kavgası. Herkes bu kavgadan galip çıkıp kendi ipini çekmeye çalışıyordu. Ego hissettiriyordu kendini... Bedene ego tamamen hakim olmaya başlayınca, artık yaşayanlar için kaçınılmaz bir serüven başlıyordu. Bulutların arkasında savaş kendini gösteriyordu. Herkes bir şeylerin peşindeydi; tam olarak ne yaptığını bilmiyordu kimse. Bir kontrol mekanizması lazımdı; ya da güçlü ve akıllı bir insanın bu toplumu yönetmesi. Dağılmış tespihin taşlarını bir ipe dizmenin zamanı gelmişti. Gönüllü veya gönülsüz; herkes buna girmek zorundaydı. Girmeyenler olacaktı elbet, dağlar kucak açmıştı onlara, ipe sapa gelmiyorlardı. Yaşam onlar için bir yağma ve talan yeriydi. Yağmacılar güçlü bir birlik kurduğu zaman başka bir bölgede yaşayan halkı kaba kuvvetle ele geçirip kendi boyunduruğa alıp baskı yönetimi ile kendi devlet sistemini kuruyordu. Yönetime tabi olmuş kişileri bir intizama sokmaya, sistemin kararlarına karşı gelmemeleri için, kutsal bir güce, ya da doğadan korkulan bir olayı kendilerine referans yaparak devletin susturucu imamesini takmış oluyorlardı. Karşı gelinemezdi bu kuvvete; önce bireyi sonra toplumu köleleştirdiler. Ceza ile beyne pranga vurdular. Safahatı kendi tekellerine almış, cumhuriyetin ve demokrasiyi çiğneyerek toprağa gömmüşlerdi. Onları rahatsız edene hemen darağacı-aforoza tabii tutuyorlardı. Kendi isteklerini eğitim düzeni ile şeffaf bir şekilde halkın kafasına dikte etmişlerdi. Artık halk robotlaşmış, işlevsiz kalmıştı. Baskı, zulüm tepki olup arşa çıkıyordu; alın terine karşılık rezillik. İktidar sallanıyordu. Ve nihayet onca uğraştan sonra, güçte olsa yıkılma evresini geriyordu bürokrasi. Kuru bir meşe ağacı gibi tozları içine devriliyordu. Ağaca bağlı kanatlar ağaçla beraber can veriyordu.


Başa geçen muhalif ise, aynı propagandayı değişik yollarla halka dayatıyordu. Bunları yaparken hep din, vatan için yaptıklarını savunarak masum ve haklı bir kisveye bürünüyordu. Tanrıların kutsal mekanlarında, devletin iş ve kanunlarını düzenliyorlardı. Bundan kimsenin kuşkusu olamazdı. Tanrıların büyüklüğünün alameti olarak heykelleri, sfenksleri yapıyorlardı. Toplum bunların önünde eğildikçe, istekte veya şikayette bulundukça; heykeller cansız tanrılara ya da onların aracı konumuna geçiyordu. Halk sanat eserlerini totemleştirerek genel ve yerel tanrılar ediniyordu kendilerine. Tanrı figürleri, o toplumun beklentisinin ve yaptığı işin bir görselliğini ifade ediyordu aslında. Orman işiyle uğraşan kendine koruyucu orman tanrısı -Lilith- kutsal yapıyor; balık işi yapan da denizlerin efendisi -Enlil-i kendine tanrı yapıyordu. Bölgenin tarıma en elverişli mahsulü tanrı simgesiyle taçlandırılıyordu. Beklentilerin ve korkuların imgesi olmuştu. Yemeleri içmeleri için önlerine sunak yapılmıştı. İyi beslenmeliydi ki, güçlü olsun ve kendilerini iyi korusun. Halk yediği her yemeğin bir kısmını veya adadıkları kurbanları tanrılarının önüne sunuyordu. (İnsanlar içindeki hayvanlığı atmak ve yok etmek için tanrıya ''kurban hayvan'' ı feda ederler. Aslında bu olay hayır işi değil, kendi içlerindeki hayvanı simgesel bir ritüelle dışarı atmak ve kanını akıtmaktan başka bir şey değildir. Böylece, tüm vahşiliğini ve yabani içgüdüsünü dışarı bırakmış olur.) Ertesi sabah geldiklerinde koydukları yiyeceklerin tanrıları tarafından afiyetle yendiğini sanıyorlardı. Garipler bilmiyordu ki; onlar gittikleri zaman, aç kuşlar, bazı memeli ve sürüngenler bir güzel mideye indiriyordu bunları. Ama halk bunların farkında değildi.

Bunların böyle olmadığını, tanrıların cansız birer aciz madde, insanların önüne geçmiş bir engel olduğunu birisi biliyordu. (Sorgulama ve felsefenin başlangıcı.) Halk bu amansız kafiri, (düşünceyi) linç ve baskı ile silmeye çalışmıştı. Bu birisi, kandırılmış ahalinin beynindeki buz tabakasını eritmek ve bitirmek istiyordu. Halk ise bunun buzul olmadığına inanıyor, kör bir doğmanın peşinden gözü kapalı gidiyordu. Olaya tarafsız kalan ve soğukkanlı bir şekilde karar veren bir ikinci kişi, -acaba olabilir mi?- diye merak etti. Merak sonuç getirdi. Düşündü; o halde vardı, varlığının tek sahibi kendisiydi, yarattığı ve korktuğu her şey düşüncesinden ibaretti belki de. Bu idea ile prangaları kırmış, his gözlüğünü çıkarmış, her şeyi kendi gözü ve aklı ile kavramaya başlamıştı. Şüphe, hayatın gerçeklerini anlamasına bir vesile olmuştu. (Şüphe insanı gaflete götürür mantalitesini yıkıp, özgür düşünceyi başlatan bir kilometre taşı olarak algılamıştı.) Suskun tanrıların konuşamadıklarını, düşünemediklerini ve bazı çıkarcı zümrelerin kendi işine geldiği gibi yarattığına, onu göğe salıp orada adaleti ve insan işlerinde hakemlik yaptığını ve sadece elit kesim için düdük çaldığını, aklımız ve kalbimizle tanrıyı gökyüzünde değil de yerkürede yaşatabileceğimizi savunarak tanrıyı yeryüzüne indirmiş halk arasına sokmuştu. Yine boş durmamıştı sistem, yeryüzü tanrılarının kendileri olduğu, bu hakkın sadece kendilerinde zuhur bulduğunu ilan edip tekrar başa geçmişlerdi. (İktidar boş durmuyordu elbet; kendi yerini meşrulaştırmak için, kendilerinin tanrı oğulları veya onların temsilcileri olduğunu söyleyeceklerdi. Firavunlar.) Bu gerçekler anlatıldıkça yayıldı, yayıldıkça duyuldu. Her şey de olduğu gibi; doğdu, büyüdü, yaşlandı ve en sonunda çökerek son nefesini verdi.

(Sosyal evrim) Zaman içinde insanlar çoğalmış, toplum, klan, aşiret gibi unsurlarla bölünmüştü. Farklı farklı kültürler ve adetler çıkmıştı ortaya. İnsanlar bulunduğu coğrafi etkenlere uygun bayram, kutlama, inanış ve kült yaratmıştı. Yaşam şartları ve kimyasal sebeplerden dolayı, insanların fizyolojik yapısıda farklıydı. Herkesin inanışı ve tanrısı kendineydi ve en büyük tanrı her zaman kendilerinindi. Diğerleri boş ve anlamsız şeylerin peşinden giden birer cahil kıtasıydı. İnsan artık, düşünen; üreten ve tüketen bir varlıktı. Kendine ev, araba ve yiyecek yapabiliyordu. Yabanıl bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi sayesinde. İlkel bir modernlik kokuyordu tüm nesneler. Üretiyordu devamlı, üretim ve tüketim. Küçük zanaatçılar büyümeye, ya da büyük şirketlerle yarışamadığı için iflasa gebe kalıyordu. Bu da, ustaların işçileşmesi demekti. Ticari sermaye, sanayi sermayesine dönüyordu. İşte o birisi, bütün bunlara öncülük etti. Önce düşünceyi özgürleştirdi, insan düşündükçe ilerledi, ilerledikçe gelişti. Doğa güçlerini kısmi olarak kontrol altına alarak, korkulan bir olay değil, yararlanılan bir nesneye çevirerek mantığına yerleştirdi. Bu ışık daha da aydınlanarak, daha ileriye bilimselliğe doğru yol aldı. Belki de, doğuştan gelen bir yetenek yoktu, insanlar eşit olarak doğuyordu. Daha sonra ki toplumsal ve siyasal sebeplerden dolayı farklılaşma çıkıyordu ortaya. Boş bir sayfa gibiydi zihnimiz; beynimizde ki şeyleri deneyim ve toplumun geleneklerinden alıyorduk.

31 Mayıs 2010 7-8 dakika 6 denemesi var.
Yorumlar