Gözlerin Ardında / Dinci Dindar

Gözlerin Ardında / Dinci  Dindar

Müminlikten Müşteriliğe, İmanın Rengini Kaybedişine Dair Bir Deneme

“Yüzleri secdede ama elleri piyasada."

– Kamusal alanda duyulan bir iç ses

Giriş 

Bir cami avlusunda başladı her şey. Öğle namazı yeni bitmişti. Seccadesini toplayan adam, bir yandan cep telefonuna gelen mesajları inceliyor, diğer yandan ağzından Allah’ın adı eksik olmuyordu. Başındaki sarık, gözlük camındaki yansımasında kendisini bile büyülemiş gibiydi ama o gün, seccadesinin ucundan sarkan bir evrak dikkatimi çekti: bir iftira metni. Hukukçusuna gönderilmek üzere hazırlanmış, bir insanı toplum önünde küçük düşürmek için planlanmış bir karalama kampanyasının taslağıydı.

İşte o an içimden şu cümle geçti: “Al bir yalan, yanında iki iftira bedava.”

Bu, sadece bir söz değil; bir çağın çürümüş vicdan özetidir. İslâm’ın adalet ve merhamet üzerine inşa ettiği her değerin, nasıl pazarlık masalarında satıldığını anlatan acı bir özet. Artık günahlar pazarlanıyor, iftiralar promosyon gibi dağıtılıyor. Bir zamanlar Allah için susulurdu, şimdi Allah adına konuşarak insanların onuru ayaklar altına alınıyor. Eskiden mümin, kalbinde saklardı imanını; şimdi dindarlık, afişlerde, kürsülerde, Twitter etiketlerinde satılıyor. Dindarlık artık seccadeye değil, senaryoya bağlı. Ve işin en korkunç yanı şu ki: Bu senaryonun en güçlü aktörleri, dindar görünen din tüccarları. Yüzleri secdede, ama elleri piyasada. Dilleri Allah’ta, ama kalpleri menfaatte. Gözyaşları dualara eşlik eder gibi görünse de, arkalarında bir banka dekontu ya da karalanmış bir insan var.

Bu deneme, işte tam da bu çürümüşlüğü sorgulamak için yazıldı çünkü asıl düşman dışarıda değil; Allah’ın adını kullanarak içeriyi çürüten, dini itibarsızlaştıran, imanı promosyona dönüştüren sahte dindarlardır. Bu çağda iman, bir direniş biçimi haline gelmek zorundadır.

I. Gözlerin Ardında Ne Var?

Modern zamanlarda din, gözle görülen, satılabilen, reklama konu olabilen bir gösteriye dönüşmüşse, gözlerin ardında olan neye dönüşmüştür? Cevap çok net: manadan imaja, içtenlikten taklitleşmiş bir inanca. Din, kalpte filizlenen bir hakikat olmaktan çıkmış, vitrinlerde sunulan bir "yaşam tarzına" evrilmiştir. Artık ibadet, Allah için değil; takipçi kazanmak için yapılıyor. Gözlerin ardından bakan biri görse, orada secde değil; selfie'sini çeken bir benlik bulur. Bir dönem, dini yaşamak bir sorumluluktu; şimdi dindar görünmek bir pazarlama stratejisi. Toplumun büyük kesimi, dindarlığı gösterişsel bir kimlik olarak benimserken, kalplerinde hâlâ haktan ve hukuktan uzak hesaplar dönmektedir. Cuma namazına koşan ayaklar, vergi döneminde şirket hesaplarını temizlemek için muhasebeci kapısında da bekler. Şirketteki hile, apartmandaki kul hakkı, emek sömürüsü... bunlar gözlerin ardındaki görülmeyen yüzlerdir.

Din, insanın iç dünyasını aşarak hakikate ulaşması için bir yoldur. Bu yol, çetin ve süssüzdür; sabır ister, tevazu ister. Ama şimdiki yolcuların çoğu, gösteri duraklarında mola vermeye çok meraklı. Secde, reklam panolarında bir afş, oruç, diyete indirgenmiş bir slogan; zekât, PR faaliyeti. Dinin yüklediği anlam, pazarlanabilirlik testinden geçmezse unutuluyor.

Kalpteki niyetle dışarıdaki hareket birbirini doğrulamıyorsa, orada bir tutarsızlık vardır. Dışarıdan bakıldığında temiz, ama içeride bencil bir çaba gizli. "Allah için" başlayan her cümle, sonunda "insanlar ne der?" sorusuyla büyüsün istiyor. İçsel yolculuklar terk edilmiş; dışa yönelik bir dindarlık gelişmiş. Eğer insan bir aynaysa, bu ayna bulanık. Görüntü yansıyor ama hakikat gizleniyor. Biri, bir başkasının gözüne 'iyi' görünmek için şeffaf bir perde takıyor; öyle ki kendisi bile kendi gerçekliğini unutuyor. Bu unutma, sadece bireysel değil, toplumsal bir hafıza kaybına dönüşür.

Sözüyle eylemi bir olmayanın dini, sadece sesli bir aldatmacadır. Kalbin doğruluğu, dilin tatlılığından daha muteberdir. Fakat günümüzde hakikati ölçen terazi, samimiyet değil; beğeni oranıdır. Bu da dinin asli görevini, yani insanı kendiyle ve hakikatle yüzleştirme becerisini zedeler.

Tasavvufta söylenir: “Kendi gözlüğünden dünyaya bakarsan, senin de kalbin cam olur.” Ama bu cam artık şeffaf değil, vitrin camına dönüşmüş durumda. İçeride satılan dinin fiyatı, arkasında yatan maneviyatla değil; gösteriyle ölçülüyor.

--------------------------------

II. Kapitalizmin Abdestli Yüzü

Kapitalizm, bir sistem olarak sadece malları değil, değerleri de paketleyip raflara yerleştirir. Şu anda dindarlık, bir "yaşam tarzı" olarak pazarlanmaktadır. Market raflarında "helal" etiketli su, "mümin" onaylı kozmetik ürünler, Kâbe motifli tişörtler satılmaktadır. Tüm bunlar, kutsalın metaya dönüşmesinin apaçık göstergeleridir. Satın alınan şeyler, inancın bir parçası olmaktan çok, bir aidiyet sunar hale gelmiştir. Modern dünyada kutsalın görünür olması, tüketim nesnesine dönüşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Camiye gitmekten çok, camiden selfie paylaşmak mühim oldu. Dualar, filtreli birer aforizma gibi düşüyor ekranlara. Televizyonda diziler arasında ezan sesiyle reklam verilmesi, kutsalın piyasa mantığıyla ne kadar iç içe geçtiğini gösterir. Dinin sözüyle piyasanın dili birbirine karışmış durumda.

Kâr amacı, artık "sevap puanları" gibi sunuluyor. Bir yardım kampanyası, sanki sadakanın reklamı gibi paylaşılıyor. Zekatı gizlice vermek yerine, sosyal medya hesaplarından bağış yaptığını duyuranlar çoğaldı. Görünür olmak, makbul olmakla eşleşmiş durumda. Allah'ın rızasından önce toplumun onayı aranıyor. Dinin pazara inmesi, onun ilkelerine aykırı bir çelişki yaratır. Kapitalist düşünce, büyümeyi ve sahip olmayı kutsarken; din, tevazuyu, kanaatkarlığı ve vermeyi önceler. Bu zemin kayması, insanın ruhunda da bir sarsıntı yaratır. Kendini "dindar" zanneden birey, sistemin içine gömülmüş bir tüketiciye dönüşmüştür.

Bugün bir hac yolculuğu, maneviyat arayışından çok, prestij arayışına benziyor. VIP paketli umre gezileri, Kâbe manzaralı oteller, sosyal medya paylaşımlı kutsal ziyaretler... Tümü dinin "ticaretleşmiş" yeni formunu ortaya koyuyor. Oysa kutsal, pazarlanabilir olduğu an kutsiyetinden kaybeder. Ruhsal derinlik, maddi çerçevede daralır. Gerçek inanan, sahip olduklarıyla değil, vazgeçebildikleriyle ölçülür. Ama şimdi din, biriktirmek için bir gerekçe, gösteri için bir platform. Kalbin sözü değil, ekranın sesi duyuluyor. İnsanlar, Allah'a değil; algoritmaya hitap ediyor. Ve bu yeni "abdestli kapitalizm"de, kutsal sadece bir markanın alt logosu olarak parıldıyor.

---------------------------------

III. Kamusal Alanda Yeni Bir Maskeli Dindarlık

Kamusal alanda dindarlık, bir zamanlar ahlakın ve mahcubiyetin işaretiydi. Bugünse giyimde, konuşma biçiminde, sosyal medya dilinde teşhir edilen bir aksesuar hâline geldi. Başörtüsü bir kimlik beyanı olmaktan çok, modanın bir ifadesine dönüştü. Tesettür, örtünmekten çok şekillenmek için kullanılıyor. Dış görünüşteki bu dönüşüm, iç âlemde yaşanan yozlaşmanın aynasıdır. Artık örtü, mahremiyeti değil; şıklığı vurguluyor.

Mümin olmak, kalpte başlardı. Şimdi görünürlükle ölçülüyor. Bir kimsenin inancı, ne kadar çok paylaşım yaptığıyla, ne kadar dikkat çektiğiyle değerlendiriliyor. Oysa hakikat, kalabalığın ortasında değil; sessizliğin içinde büyür. Kalabalık içinde dindar görünmek kolaydır, fakat yalnızken Allah’a sadık kalmak zordur. Bu yüzden, sahicilik yerine sunilik hâkimdir kamusal alanda. Namaz kılan ellerin aynı gün bir işçiyi haksız yere işten çıkardığı, iftar verenlerin aynı sofrada dedikodu yaptığı bir çağda yaşıyoruz. Din, artık sadece mekânlarda değil, zihniyette de vitrine konulmuş durumda. Birine “dindar” denildiğinde artık o kişinin ahlakı değil, hangi cemaatten olduğu, hangi kıyafeti giydiği soruluyor. Kimlik, imanla değil; aidiyetle tanımlanıyor.

Reklamlar dahi bu dönüşüme ayak uydurdu. Mübarek aylar geldiğinde televizyon kanalları “İslami duyarlılık” temalı reklamlarla doluyor. Ürünler dua eşliğinde tanıtılıyor, alışveriş merkezleri “manevi atmosfer”le süsleniyor. Bu gösteri, dinin özüyle çelişiyor. Çünkü din gösterilmek için değil; yaşanmak için vardır. Gösterilmek için yaşanan her şey, bir noktadan sonra taklidi olmaya mahkûmdur.

Bir zamanlar “tevazu” yüceltilirdi; şimdi “fark edilmek” erdem sayılıyor. Dindarlık da bu yarışın içine dahil oldu. En çok kim yardım etti, kim en çok kutsal metin paylaştı, kim en kalabalık iftarı verdi... Oysa gerçek yardım, gizlide yapılır; gerçek ibadet, gösteriden uzakta olur. Bilinmezlik, samimiyetin zeminidir. Ama günümüzde her iyilik belgeleniyor, her dua yayınlanıyor. Kamusal alandaki bu dönüşüm, dinin içten dışa akan değil, dıştan içe doğru zorlama bir inşaya dönüştüğünü gösteriyor. İnsan, önce inanır sonra yaşardı; artık önce nasıl görüneceğine karar veriyor, sonra inancını şekillendiriyor. Bu, tersine bir maneviyat akışıdır. Ruh, şekle hapsoldukça özgürlüğünü yitirir.

Dinin özüne dönmek, gösteriden sıyrılmakla mümkün. Sessizlikte yapılan bir iyilik, yaygarayla sunulan bin bağıştan daha değerlidir. Kalbin örtüsünü başın örtüsünden daha önemli gören bir anlayışa yeniden ihtiyaç var. Gösterişin parıltısı yerine, iç huzurun sükûneti. Gerçek dindarlık, ancak gözlerin ardındaki o sessiz niyette başlar.

-------------------------------------

IV. Ezilenin Ahındaki Hakikat

Bugün toplum, en çok da dil yarasıyla kanıyor. İftira, sadece bireye değil; toplumsal vicdana da saplanan bir hançerdir. Dindar görünen bazı kişiler, iş yerinde işçisinin emeğini hiçe sayar, sözle yıpratır. İslam’ın ahlaki temelleri, bu çelişik davranışlarla erozyona uğrar. Din adına konuşanlar, ticaretlerinde hakka riayet etmiyorsa, bu yalnızca bireysel bir yalan değil, sistematik bir yozlaşmanın işaretidir. Din tüccarları, vicdan pazarlamacısına dönüşmüştür. Yardım kampanyası düzenleyip, kendi cebine para aktarır. Diyanet üzerinden kariyer inşa eder. İnancın saf suyu, bu ticarette kirlenir. Allah için yapılan işler, kamera önü için şekillenir. Bir şirket sahibi, sabah duası paylaşır, akşam işçiyi haksız yere işten atar. Bu dindarlık değil, gösteridir. Kul hakkını gözetmeyen bir inanan, Allah’ın adını ağzında taşısa da boş bir gürültüden ibarettir.


İslam, ezilene sahip çıkan, adaletin yanında duran bir öğretiydi. Ama bugün en çok da bu öğretinin adına konuşanlar, ezilenin karşısında duruyor. Fabrikada 12 saat çalışan bir işçiye, Cuma vakti "namazı geciktirme" diyen patron, mesai fazlası için tek kuruş ödemezken hangi adaletten, hangi imandan söz edebilir? İslam, sadece secdede değil; sofrasında da adil olanın dinidir. Toplumun ezilenleri, sadece yoksullukla değil, ayrıca iftirayla, dilsizlikle, görmezden gelinmekle ezilir. İftira, yalan, hak gasbı; bunlar çoğu zaman en "dindar" görünmek isteyenlerin dilinde ve amelindedir. Haksızlığa uğrayanın çığlığı, vaaz salonlarının duvarlarında yankılanmaz. Çünkü sistem, gerçek inancın değil; parlatılmış maskelerin dinini seviyor. Bu nedenle soruyoruz: Namaz kılıp iftira atanlar, sadaka verip maaş çalmaktan gocunmayanlar, Allah’ın adını pazarlayıp insanı kandıranlar... siz hangi dinin dindarlarısınız? Gerçek iman, haktan yanadır. Hakkın yanında olmayan, hangi secdede hangi ayeti okursa okusun; o secde, Allah’a varmaz. Gözlerin ardındaki niyeti aramakla başlar din.


----------------------------------

Mümin Mi, Müşteri Mi?

Modern çağın dindarı, bir vitrinde sunulan hayat tarzının alıcısı haline geldi. Kalpten akan inanç, artık reklam afişlerinin arasında kaybolmuş durumda. Mümin, yavaş yavaş müşteriye dönüşüyor. Bu dönüşüm sadece bireysel değil; toplumsal bir yapının, sistemin ve düzenin sonucudur. Din, tüketim toplumunun ihtiyaçlarına göre şekillendiriliyor, piyasada değer bulan bir metaya indirgeniyor.

Bir zamanlar sevaplar, vicdanda hissedilen hafiflikle ölçülürdü. Şimdi sosyal medyada kaç beğeni aldığınla. Günahın bedeli para, sevabın vergisi prestij olmuş. Birinin ekmeğiyle oynamak, iftira atmak, rüşvet vermek gibi eylemler artık sadece “dünyevi meseleler” olarak görülüyor. Oysa dinin özü, bu dünyada atılan her adımın öbür dünyada yankılanacağına dair bir bilinçtir.

Karma inancı, yapılan her eylemin bir karşılığı olduğunu söyler. İslam’da da benzer bir anlayış, “Ne ekersen, onu biçersin” ilkesiyle vardır. Bektaşi felsefesi, dış görünüşe değil iç temizliğe vurgu yapar. “Eline, beline, diline sahip ol” diyen öğüt; bugünün gösterişli ama içeriksiz dindarlığına bir tokat gibidir. Şamanist geleneklerde de ruhsal bütünlük, doğayla ve toplumla uyumdan geçer; yani görünürlük değil, denge esastır.

Gerçek inanç, sessizdir. Bağırmaz, övünmez, pazarlanmaz. İçten gelen bir sıcaklık gibi yayılır; gösterişin değil, hakikatin sesidir. Din, bir etiket değil, bir yolculuktur. Bu yolculukta kişi yalnızdır ama asla sahipsiz değildir. İlahi adalet, görünürde değil; hakikatin kıyısında işler. Kalbin en derin yerine saklanan niyet, bir gün mutlaka karşılığını bulur.


Dindarlığın gösteriyle ölçüldüğü, samimiyetin unutturulduğu bir zamanda, yeniden durup düşünmeye ihtiyaç var. Din, hangi giyim markasını tercih ettiğimizle, hangi tatilde iftar açtığımızla değil; neyi neden yaptığımızla anlam kazanır. Ruhun sesi kalabalıkta boğulurken, insan içindeki suskun hakikate yabancılaşır. Oysa o hakikat, gözlerin ardında, sessizce beklemektedir.

Bu deneme, o sessizliği duyurmaya bir çağrıdır. Gözlerin ardında bir bakış varsa, orada henüz umut vardır. Din, tekrar içtenliğe dönebilir; ama önce herkesin kendine şu soruyu sorması gerekir: “Ben mümin miyim, yoksa sadece iyi pazarlanmış bir müşteri mi?”

18 Temmuz 2025 12-13 dakika 41 denemesi var.
Yorumlar