Herkes ataşını burdan götürür

Osmanlı tarihini az ama öz güzellikte anlatan eserlerden biri, Edirneli Oruç Bey tarafından kaleme alınmıştır. 'Oruç Beğ Tarihi' adıyla meşhur olan bu risalede şöyle bir rivayet aktarılır:
Ankara Savaşı'ndan sonra Timur Han ile Yıldırım Han, Denizli şehrinde hamama giderler. Timur Han:
- Hey Yıldırım Han! Sana bir sualim vardır. Doğrusunu söyle, der.
Yıldırım Han ise:
- Buyurun, diyerek karşılık verir.
- Hüküm Allah'ındır. Kudret böyle yüz gösterdi. Eğer ben bu vartaya (tehlikeli durum) düşsem sen beni nice ederdin?
- Eğer sen düşsen, ben seni demirden bir kafese koyardım.
Yıldırım Han'ın bu cevabı üzerine Timur Han:
- Hey Han! Yaman söyledin, der ve en kısa sürede demirden bir kafes yaptırır. Yıldırım Han'ı da bu kafese koydurur. (s. 62)
Tarihçiler tarafından asılsız bir rivayet olduğu ifade edilse de, mana itibarıyla son derece dikkat çekici bir rivayettir!
Peki, hangi yönü dikkat çekicidir bu rivayetin?
Kendimizle ilgili her akıbeti kendi ellerimizle hazırladığımız ve kendi tercihlerimizi yaşadığımız!

***

Sınırsız bir özgürlüğümüz yok; ama en azından, hepimiz akıbetimizi belirleyecek kadar, özgürlüğe sahibiz.
Tercihlerimizi kendimiz yapıyoruz ve hayatımız, o tercihlere göre şekilleniyor.
Elbette bizim kudretimizi aşan ve bizi belirli yönlerde tercihler yapmaya zorlayan birçok sosyal koşullar var.
Bu doğru; ama burada unuttuğumuz ya da gözden kaçırdığımız bir nokta da yok mu?
O da, bu sosyal koşulları üretenin, bizim bireysel tercihlerimiz olduğu gerçeği...
Eğer bir toplum bireylerden oluşuyorsa, içinde yaşamaya mecbur kaldığımız sosyal koşullar da, bizlerin bireysel tercihlerinin bir toplamı değil midir?
Her şeyden şikâyet ediyoruz. Ancak sormak lazım: Şikâyet ettiğimiz bu hususları düzeltmek için ne yapıyoruz?
Yüce Allah, yarattığı insana peygamberleri vasıtasıyla indirdiği dini kabul edip etmemesi konusunda bile özgür bırakmıyor mu?
Kutsal kitabında 'İster şükretsin, ister nankör olsun, gerçekten de biz ona doğru yolu gösterdik' (İnsan/3) diyerek insanın iradesine vurgu yapmıyor, bir başka yerde ise, 'ellerimizle kazandıklarımız dolayısıyla karada ve denizde bozgun belirdiğini' söylemiyor ve yanlış işlerden vazgeçmemiz için bizleri uyarmıyor mu? (Rum/41)
Halimizi ifade ederken Cenab-ı Hakk, 'Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez' (Ra'd/11 )demiyor mu?
Demek ki, 'kendi durumumuzu düzeltmek' bizim elimizde.
Biz bir şey yapmadan, hiçbir şey olmuyor.
İrademiz, özgürlüğümüz var; daha iyi bir dünya, daha iyi bir hayat için hepimiz irademizi olumlu yönlerde kullanmakla yükümlüyüz.
Tanrı'nın, tarihin ve insanlık onurunun bizlere yüklediği temel sorumluluk budur...
İşleri önce yapacağız, sonra Allah'a havale edeceğiz.
Kur'an'ın, bize öğrettiği tevekkül de budur.

***

Tarla kuşunun hikâyesi vardır; bilmem duydunuz mu hiç?
Tarla kuşu, adı üstünde, bir tarlaya yuva yapar ama tarlanın da hasat zamanı yaklaşmıştır. Gündüz yiyecek toplamaya giderken yavrularına tembih eder:
- Yavrularım, aman dikkatli olun. Tarla sahibi geldiğinde konuştuklarına kulak verin. Tarla hasat edilmeden yuvamızı taşımalıyız.
Bir müddet sonra tarla sahibi, oğlu ile tarlaya gelir.
- Oğlum, der, yarın komşularımıza haber ver. Hasat vakti geldi. Tarlayı hasat edelim.
Akşam tarla kuşu geldiğinde, yavrular telaş içinde, olan biteni anlatırlar.
Tarla kuşu, sakindir.
- Bir şey olmaz. Merak etmeyin, der.
Ertesi gün, sabah olduğunda komşular gelmemiştir.
Tarla kuşu yine yiyecek toplamaya çıkmıştır ve tarla sahibi, yine oğlu ile birlikte tarladadır.
- Oğlum, madem komşularımız gelmedi, akrabalarımıza haber ver, yarın onlarla tarlayı hasat edelim.
Akşam tarla kuşu geldiğinde yavrular yine telaş içindedir ve olan biteni anlatırlar.
Tarla kuşu, yine sakindir.
- Bir şey olmaz. Merak etmeyin, der yine...
Tarla kuşu yine haklı çıkmıştır; sabah olduğunda akrabalar da gelmemiştir.
Tarla sahibi ve oğlu yine baş başa kalmıştır. Artık iş başa düşmüştür.
Tarla sahibi bu defa oğluna şöyle der:
- Oğlum, anlaşıldı. Akrabalar da gelmedi. Hazırlıkları yap, kendi işimizi kendimiz görelim.
Akşam geldiğinde olanları öğrenen tarla kuşu, artık işin ciddi olduğunu kavramıştır:
- Bu gece yuvamızı taşıyoruz.
Bu millet de, ona buna güvenip, işlerini bir yerlere havale etmeyi bırakacak; kendi davasına sahip çıkacak!
Anadolu gibi bir coğrafyada yaşamanın ve millet olarak ayakta kalmanın tek reçetesi budur.

***

Çocukken bizim de köyümüzde, tarlalarımız ve tarla kuşlarımız vardı.
Ama biz, hiçbir zaman tarla kuşlarının yuvalarına zarar vermezdik. Hatta yuvaları teşhir olmasın diye, tarlayı hasat ederken, yuvaların etrafını bir metre kadar biçmez, oraları tarla kuşlarının can güvenliğine feda ederdik.
Hasat edilmiş bir tarlada, biçilmemiş bir miktar ekin gördüğümüzde, orada tarla kuşlarının yuvası olduğunu hemen anlardık.
Sadece tarla kuşları mı?
Değil elbette!
Bize zarar vermedikçe ya da zarar verme hissi bizde oluşmadıkça, hiçbir canlıya zarar vermememiz gerektiği, daha çocukken bize öğretildi.
İhtiyarlamadıkça ağaç kesilmez, karınca yuvası bozulmaz, öldürmemiz gereken kuduz bir köpek olsa bile, en acısız yol tercih edilirdi.
Hatta yılanlara bile, yaşam alanlarımız dışında, doğada kaldıkları sürece dokunulmazdı.
Oysa bağrımızda büyüyerek yılanlaşanlar, ne de çoktur tarihimizde!
Biz, büyük bir milletin evlatları olarak, insanlığı, insan olmayı annelerimizin kucağında, babalarımızın ocağında öğrendik.
Sadece insanlığı mı?
İslâmlığı da biz, annelerimizden-babalarımızdan hatta dedelerimizden ve ninelerimizden öğrendik.
Neidiğü belirsiz bu nevzuhur tarikat ve cemaatler peyda edilmeden ve değerlerimizi ters yüz etmeden önce din, milletimizin vicdanındaydı ve anamızın ak sütü gibi tertemizdi.
Bizim onlardan öğrendiğimiz din, kabuğu değil içi, şekli değil özü esas alan bir dindi.

***

Bizim kültürümüz kadar, İslâmiyet'i içselleştiren ve özümseyen, hayatına yayan; şiirinde, türküsünde, ninnisinde, masalında, ..., ilahisinde ve deyişinde yaşatan başka bir kültür var mıdır, sorarım sizlere?
'Cennet cennet dedikleri
Birkaç evle birkaç huri
İsteyene ver onları
Bana seni gerek, seni' mısralarının sahibi bir yürek, milletin ortak vicdanı olmuşsa ve yüzyıllardır bu mısralar kuşaktan kuşağa aktarılarak gelmişse, bu durum İslâmiyet'i, İslâm irfanını en yüce ve en muttaki biçimde algılamanın bir ifadesi değil midir?
'Evden barktan geçeceksin
Ecel tasın içeceksin
Ne ektinse biçeceksin
Aldanma gönül aldanma' diyen Cafer Baba, takvada geride kalanlarımıza, en azından irademizi insanlık ve İslâmlık yolunda kullanmamız gerektiğini nasihat etmiyor mu?

***

Eğer biz, büyük bir millet olduysak; medeniyete birçok katkılar sunduk ve eski kıtanın çok büyük bir kısmına hükmettiysek, irademizi iyi yönde kullandığımız için böyle olduk.
İrade ettik, çalıştık ve neticeye ulaştık...
Bugün, bizi biz yapan bütün değerlerin erozyona uğradığı, bütün kültür kodlarımızın unutulmaya ve terk edilmeye yüz tuttuğu, geçmişimizle bütün köprülerimizin yıkıldığı bir atmosferde, her şeyden şikâyet ediyoruz.
Bundan daha doğal, ne olabilir ki!
Düşünün; evinizin kökünü ateşe veriyorsunuz, sonra 'evim yanıyor' diye ahûfigân ediyorsunuz...
Ne diyordu kadim bir türkümüzde?
'O dünyada ataş olmaz, nâr olmaz
Herkes ataşını burdan götürür.'
Evet, Türk Halk Edebiyatı'mızın ölümsüz ozanı Karacaoğlan böyle söylemiş...
İrademizi kullanmayarak, hatta çoğu zaman kötü yönde kullanarak bu dünyamızı ateşe veriyoruz. Yetmiyor; buradaki ateşi, öteki dünyamıza da taşıyoruz.
Gök-Türk kitabelerinde söylenen 'Ey Türk! Titre ve kendine dön' sözü sanki bugün için söylenmiş!
Sizce de bu milletin, titreyip kendine dönme zamanı artık gelmedi mi?

13 Kasım 2009 7-8 dakika 10 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar