İçimizdeki Vicdanın Sessiz İstifası
Bir gün biri kapıyı çaldı. Açmadım. Çünkü kimsenin gelmesini beklemiyordum artık. Beklemek bir alışkanlıktı eskiden; şimdi unutulmuş bir çocukluk hastalığı gibi. Şimdi biz, bildiri kağıdı gibi katlanmış insanlarız: kırış kırış, başkalarının haberlerini taşıyan. Kendi kelimemizden utanıyoruz.
Yolda yürürken yerdeki karıncaya basınca durup özür dileyen çocuklar yok artık. Bir gözyaşına eğilen başlar da kalmadı. Gürültü arttıkça vicdan küçüldü. Her şeyin bir sesi var ama kimsenin duymadığı bir sessizlik var aramızda. Bu sessizlik… vicdanın istifa mektubu gibi: yazılmış, okunmamış, çöpe atılmış.
Bir zamanlar utandığımız şeylerle övünüyoruz şimdi. Yalanla yaşayıp gerçeği hor görüyoruz. Yanlış yapmak değil mesele; yanlışı sahiplenip doğruymuş gibi pazarlamak. Eskiden biri yere düştüğünde kaldırılırdı; şimdi düşeni ezip geçen ayakkabılar markasına bakıyor sadece.
Bir gün biri bana "vicdan" dedi. Cebinden bir kart çıkardı. Üzerinde “süre doldu” yazıyordu. Anladım ki biz sadece dışımızı yıkıyoruz. İçimiz ise çoktan harabeye dönmüş; ne utanan kalmış ne utandıran.
Çocukluğumda bir sokak vardı. Duvarlarında yazılar, balkonlarında çamaşırlar, kalbinde utanan insanlar… Şimdi o sokak yok. Ya da biz artık o sokağın insanı değiliz.
Diyorum ki; belki bir gün… Bir çocuk, yere düşen bir kuşu alır, cebine koyar, evine taşır. Ve biz de o çocuğun gözlerinde yeniden utanmayı öğreniriz.
Ama o güne kadar, içimizdeki vicdan… Bir daha konuşmamak üzere susacak belki de.