Kaan Turhan: Yaz(g)ısı Çifte Yalnızlık O(ğ)lan

Haydar Ergülen, canına kıyan şairlerden Nilgün Marmara’yı anlattığı bir yazısında (BiRGün gazetesi, 14 Ekim 2018) şöyle diyordu:

“Nilgün’ün iyiliğini görmek, anlamak için onu başka iyilerle karşılaştırmak gerekmezdi. Güzelliğin ve iyiliğin aynı anda parladığı insanlar vardır, Nilgün onlardan biriydi ve hangisi baskındı seçemem ama, iyiliğinin ışığı güzelliğine, güzelliğinin ışığı iyiliğine vururdu. Böylece göz kamaştırıcı bir an olurdu. Yıldızın Parladığı Anlar der ya Stefan Zweig, Nilgün de o adlandırmayı tümüyle dolduran bir yıldızdı, parlaklıktı ve andı.”

Buradaki Nilgün yerine Kaan’ı, hiç çekincesiz, koyabiliriz bence.

Haydar Ergülen’in o yazısının başlığı “Nilgün Marmara’yı iyi biliriz!” idi. Bu başlıktan ilhamla, ben Kaan Turhan için çok daha ileri gideceğim: Kaan’ı iyi bilmek, onu yetesiye anlatamaz. Biz Kaan’ı çok iyi biliriz. Çok güzel biliriz. Çok centilmen, çok zarif biliriz. Onu düşününce, böylesi “olumlu çok”lar uzar gider işte.

1.

Kaan’la yüz yüze tanışmadan önce, onu sanat-edebiyat dergilerindeki düzyazı ve şiirlerinden biliyordum. Derken, 2013’ün son çeyreğinde şahsen tanıdım. Kırtasiye dükkânı çalıştırıyordu, Balıkesir’in Edremit ilçesinde. Hafiften utangaç, hayli çekingen bir genç olduğunu anlamakta pek gecikmemiştim. Ben ısrar etmeseydim, aramızda arkadaşlık, hele dostluk ilişkisi kurulamayabilirdi. Evet, “zor bir insan” olduğu âşikârdı; fakat bu zorluğun aşılabilmesinin hiç de imkânsız olmadığı, onun kar beyazı pek sevimli yüzünden, son raddede sıcakkanlı davranışlarından hemencecik anlaşılıyordu. Hele birtakım ortak paydalarınız varsa, buradan hareketle onun güvenini kazanmanız işten bile değildi.

Nitekim öyle de oldu. Şiir ve edebiyat eleştirisi, ikimizin de ortak ilgi alanlarımızdı. Bu alanlar, bizi birbirimize sımsıcak duyarlıklarla bağlayıverdi. Kısa zamanda kaynaştık. Daha sonra Kaan’ın, biz tanışmadan önce yayımlanmış siyâsal içerikli bir düzine kadar kitabı olduğunu öğrendimse de, dosdoğrusu o yönlerine eğilim duymadım hiç. Eğilim duymak bir kenara, o türlü uğraşlarının, şiirsel başarısını ve eleştirel dinamizmini gölgede bırakabileceği kaygısı taşıdığımı kendisine defâlarca söyledim. Orada kalmayarak, olanca birikimini/ enerjisini yalnızca şiirde ve edebiyat eleştirisinde yoğunlaştırmasını, gene defâlarca vurguladım. Çünkü, görünen köy kılavuz istemezdi: Hakikatli şiirler, hakkâniyetli eleştiriler yazıyordu. Şiirlerindeki kekremsi tat, yapıbozumcu bir teknikle kotardığı ve alışılagelmişin dışında kavrayışlarla örgülediği dizeler, görmezden/ duymazdan gelinecek çalışmalar değildi. Eleştirideki kıvrak, kıvrak olduğunca da berrak anlatımıyla her gün yeni mesâfeler kat ediyordu. Edebiyat eko-sisteminde çoktan yitirdiğimiz bir hasletle donanıktı: Sapına dek doğrucuydu bir kere. Karaya kara, aka ak demekten çekinmeyen, sanatın/ edebiyatın haysiyetini bütün politik/ ideolojik kalıpların üstünde tutan, içtenlikli bir yaklaşımla eğiliyordu yapıtlara. Üstelik, oralarda kalem oynatmaktan bitimsiz sevinçler devşirdiği de gün gibi ortadaydı. Poetik ve estetik değerlerden edindiği zenginlikleri, didaktik ve dogmatik öğretilerin sunaklarında kurban etmezdi.

Kaan’ın şiirsel havzası fazlasıyla geniştir. En şiir-dışı görünen sözcükleri bile şiirinin iskeletine öyle bir ustalıkla yerleştirirdi ki, onun bu mahâretini gıptayla karışık duygularla alkışlardım hep. Davul, gaga, kireç, oba, kerkenez, kekeme, ray, uzuv, atölye, bacak, sivrilik, otorite, trans, sünepe, panayır, arkaik, karine, tilki; böyle sözcüklerden sâdece birkaçı.

Şiirimizin uç beylerinden Ece Ayhan’ın şiirine sınırdaş sayardım onun şiirsel duruşunu. Sâhiden benzerdi Ece Ayhan’a. Ne var, sâdece benzerdi işte;

onun karbon kâğıdıyla çoğaltılmış kopyalarına dönüşmezdi hiç. Ece Ayhan’ın gürlek kaynağından kana kana içerken, içtiklerini kendi kanında Kaan’ca bir akışkanlığa evriltmeyi, yazdığını kendinin kılmayı da şaşırtıcı derecede başarırdı her seferinde. “aynı kerkenezin son çığlığı” başlıklı kısacık şiirini buraya taşıyayım da bakın bakalım, haksız mıyım bu kanaatimde:

“yanık gagaları, soğukluğuyla aldığım kesikler

yüzümde düşündüğün bir kadın ters yollarda

kesiştiğim

o sağanakta yenilme hâli kurduğum

yaprak kımıldamaz artık, sokak tilki uykusunda

sözcükler katran olmuş, ‘yort savul’un ece girecek kapıdan…

karşılıksız sevmekten başladı her şey/ bitiş de ‘yok’a dahil”

Kaan’ın şiiri sislidir, dumanlıdır, loştur, örtülüdür. Kırık ve kekeme bir söyleyişin yeğlenmesidir. Dümdüzlükten, düzenlilikten kendiliğinden/ zorlamasız kaçınmanın ta kendisidir. Bildirisini apaçık iletmez. Tutanakçı olmadığının, gerçekliği şiir diliyle yaşantıladığının bilincindedir. Dolayısıyla kendini kolayca ele vermez. Kolayına geçirgen değildir. Okuyucusundan emek, özen, titizlik, sabır ve hepsinden önemlisi şiir bilgisi/ görgüsü bekler. Fikirce tembel, kuramca hımbıl, düşlemce sünepe birinin; kafa ve kalp katmanlarından yoksun kişinin payına, onun şiirinden bir fiske gelmez. Bunları düşünürken, Nedim Gürsel‘in Şiir Çevirisinde Yöntem başlıklı yazısındaki şu sözlerini hatırlıyorum:

"Doğal dille yazmasına, bildik sözcükleri yoğurmasına karşın dil göstergelerini anlatım amacıyla değil, birer nesne gibi kullanır şair. Konuşma dilinde anlam ileten, bildiri taşıyan göstergeleri bir ressamın renkleri kullanırken yaptığı gibi, her şeyden önce 'gösteren' düzleminde algılar. Böylece, bildik sözcüklerden ağdırılan bir ikinci dile dönüşür şiir; düzanlamların kurduğu doğal dil evreninden uzaklaşır." (Yerel Kültürlerden Evrensele/ Paris Yazıları, s. 54, Cem Yayınevi, İstanbul, 1985)

Şiiriyle kişiliği birebir örtüşmüştür Kaan’ın. Nasıl yaşıyorsa, nasıl düşünüyor ve düşlüyorsa, şiiri de öyledir. Kendi kadar dağınık, kendi kadar sergüzeşt. Başka türlüsüne, patlamalı yürek kesimleri, ruhunun yangınlı bölgeleri izin vermezdi zâten. Sözgelişi “var ve yok arasında” başlıklı şiirde bu dediklerimin tam karşılığı var:

“mezarlığı çevreleyen duvar, gömülürüm yatağına!

ne yürek dayanır, ne yaşamak seni.

ölü canlar taşıyan toprak yüklendiğinde

şehrin leşliğini, tökezleyerek damarlarımda akan

duru dirilişe gönenir sıcaklığında”

Onun şiiri diyalojiktir. Gerçekliği salt ben bilirim, diye kestirip atmaz. Şiirin mağması ya da odak noktası, karşıtıyla birlikte devinir. Benlik (Ego), üst-ben’le (süper ego’yla) çatışır sürekli. O çatışmalardan dolayıdır ki alt-benlik (id) boyuna yaralanır ve git git yarılır. Şiirsel oluşum, o yaralanmaların/ yarılmaların deltasından fışkırır.

Az daha açalım bunu: Mekanik, duruk şiirlerde gözlemlediğimiz tek-benciliğin konformizmine zinhar göz kırpmaz. Şiir uğraşı, durma saçaklanan/ palazlanan gövdesiyle, bireyselle toplumsalın aynı potada ergidiği bir bütünselliğe erişir. Tekrarlamayı göze alarak söyleyelim, kalkılan da varılan da aynı yer: Ontolojik/ psişik gerilimlerin, epistemik örselenmelerin neşet ettiği… Belirliyoruz: Burada bir döngü var ama kısır değil. Tersine, doğurgan bir döngü. O bereketli döngünün eş(l)iğinde bedenlenen düşündürücü bir sosyoloji ve yerleşik yargılarla amansızca didişen bir psiko-şiir kültürü de:

“kaldıraçlar diyarından tek bir varoluş bu,

yanık kokan odanın en acımasız kanatlarıyla

soğukluğu duymak,

tersine yaşamlarda insanları görürken

yiten ince kalınlıklarda karartmak çağrıları

kutsallığında tek bir gerçek varsa da hüzün,

gelip geçici trans ya tütse de uzuvların

gece kalacak yalınlığıyla…”

Kaan’ın şiirine değgin daha önce yazdığım bir yazıda (Aşkınlığın Şiirine Bitişmek, Berfin Bahar, Şubat 2014, Sayı 192) dediklerimi burada da yineleyeceğim:

“Ortaya çıkan şiirsel gerilimin çaktırdığı şimşekler, okur olarak bizlerin analitik düşünme çeperlerini alabildiğine genişletiyor sonuçta. Biri diğerini süreğen biçimlerde dürten/ etkileyen, ayrıntıların gücüne yaslanan estetik katmanlarla buluşuyoruz ki; her iyi şiirin, varsa bir işlevi, varabileceği doruklar buralarıdır.”

Kaan, şiirinin nesnesi olmayı taaa başından reddetmiştir. Güçlü, devingen imgelemiyle şiirinin öznesidir, her hâlükârda. Onu her yazdığı şiirde biraz daha ileri taşıyan öz/ içerik, bu sıkı sıkıya özne olma hâlinin mayalanmasıyla gündeme gelir.

Kaan; olaylara/ olgulara, bireylere/ topluma, doğaya ve dünyaya, karamsarlığı da aşan kötümser bir pencereden bakar. Süregiden bir “negativizm”den beslenir. Distopiktir. Bu bakımdan, ona “gerçekçi-kötümser” demek yerinde olur. Gelgörelim, bir ucuyla kötümserdir diye, şiirsel çizgisini olumsuzlamak doğru olmaz. Dikkat buyurun: Önce gerçekçi, sonra kötümser. Şu demek oluyor: Karamsarlığı gerçekçiliğinin doğal/ kaçınılmaz sonucu. Öyleliğinden ötürüdür ki, nerdeyse resimsel betimlemelerle çizdiği görünümlere saygıyla ve sevgiyle bakmak gerekir. Kanaması bir türlü dinmeyen, kabuk bağlamayan yaraları imlemiştir. Bir çeşit “vicdan istasyonu” gibi çalıştırmıştır sözcükleri ve imgeleri. Kral çıplak, demiştir hakçası. Ötesi var mı?

Kaan; "emek tablosu ve yenik adam” (bu şiirini resim sanatının emektarlarından İbrahim Balaban‘a adamıştır), "amele kahvesinde rıza'yla", "küllerden yükselen alev yangın yeri", "bir çocuk ölür" başlıklılar başta olmak üzere, birçok şiiriyle kendi deyişiyle söyleyelim: "ceviz kabuğu kadar sandalıyla kapitalizme kafa tutar". Onun da ilerisine geçerek, dünyaya ve dünyevîliğe saldırır gibidir. Gibisi fazla. Açıktan saldırır. "bir çocuk ölür" şiirinden dört dizeyle somutlayalım bunu:

“bir çocuk ölür sarsılır dünya

bir avuç aş için dünya yıkılır

hayâllerde mızraklar saplanır çelimsizliğine

bir çocuk ölür, tavan arasında kâğıtlarla

(…)”

Ernst Fischer‘in, Sanatın Gerekliliği kitabındaki meselâ şu saptaması, Kaan'ın bu bağlamdaki şiirsel tepkilenmelerini destekler, haklılaştırır mâhiyettedir.

"Bütün malların piyasa meta'ına dönüşmesi, her şeyi kapsayan yararcılık, dünyanın tümüyle ticaret üstüne dönmesi hayal gücü olan herkesi öylesine tiksindirmiştir ki, yaratıcı insanlar başarılı kapitalist düzene büyük bir tepkiyle karşı çıkmışlardır."

2.

Kaan’ın edebiyat eleştirisi dalındaki yazıları da şiir çabaları kadar verimlidir. Orada bilhassa sanat-edebiyat ortamlarını zehirli sarmaşıklar mîsali kuşatan/ kemiren yozlaşmalara/ kokuşmalara yöneltir mızraklarını. Diklenmeden dik başlı olmanın örneklerini verir. Taylan Kara‘nın bir kitabını (Vasat Edebiyatı 101) yorumlarken şöyle der:

“Düşük nitelikle, kendini çürüyen edebiyatın içinde bulan okurun gerçekliği algılayışı da sıfırlanmıştır. Özellikle çok satan, çok okunan, enfes ve nefes kesici gibi soğuk reklâm pazarlamalarıyla piyasaya sürülen romanlarla, estetik zevk alçaklığının, körelmiş insanî duyarlığın tohumları ekilir”. (Vasat Edebiyatı Çürütmeye Devam Ediyor, başlıklı yazısından)

Şiir yarışmaları ve ödüller hakkında çok etkin yazılar yazdı. O yarışmaların/ ödüllerin ne denli dayanaksız ve nesnellikten uzak itkilerle tertiplendiğini çığlık çığlığa sergiledi. Şiir Ödülleri İçin Manifesto başlıklı yazısından şu kesit, onun bu doğrultudaki özenli dikkatini serimleyecek niteliktedir:

“Edebiyat, ‘edep’ten türemiş bir sözcük olarak; ahlâkı, iyi huyu, güzel duyuyu içerirken; birileri kalkmış, açıktan, sırıta sırıta ‘edepsizlik’ yaparak, bu biricik olanı ve tek olanı, bir başka biricik olanla ve tek olanla yarıştırıyor. Sonuç olarak, yarışan egolarla, yarışan otoritelerle, yarışan eserlerle dolu bir cümbüşü yarıştıran ‘piyasa edebiyatı’ işlemektedir. Gerçek sanat eseri de bu düzenbazlığın çok çok ötesindedir.”

Kaan’ın eleştirel yazılarında kullandığı büyüteç, nesnel edebiyatın ölçeklerini boşluğa düşürecek herhangi bir sapmaya izin vermezdi. O kadar öyledir ki, aynı kazana koysalar birlikte kaynamayacağı kişilerin bile yapıtlarında bir umut ışığı görse, yeşil zeytin gözleri heyecanla parlardı.

Görüşüm odur ki: Kaan’ın öte-dünyaya göç etmesiyle, edebiyat eleştirisi de, şiirimiz de, bilgisini/ görgüsünü aşama aşama geliştiren bir emekçisinden yoksun kalmıştır.

3.

Bana kalırsa, Kaan’ın volkanik püskürmeler hâlindeki şiiri de, edebiyat dükalıklarına keskin-eleştirel yaklaşımı da, onun ahlâki konumlanışının doğrudan uzantılarıdır. Ne kadar estetikçiyse, o çapta da etikçidir. Ahlâkının kendi içinde tutarlı bir felsefesi vardır. Katışıksız iyiliğin, katışıksız güzelliğin buruk adresi.

Bilirsiniz, esnaflık nihâyetinde “alışveriş” ameliyesidir. Dürüstlerini meclisten dışarı tutarak söylüyorum: esnaftan kişilerin satışta yer yer açıkgözce, kurnazca davrandıkları gibi bir algı çoğumuzda vardır. Nitekim, bir birim liralık bir malzemeyi, üç birim liraya, hattâ beş birim liraya pazarlayanlara bu sahâda rastladıklarımız olmuyor değil. Kaan; sosyo-psikolojik bünyesine kökten karşıt böylesi bir iklimde ne kadar nefes alabilir, ne kadar barınabilirdi? Nitekim, ne nefes alabildi, ne barınabildi. Boğuldu bütün bütüne. Zar-zor da olsa, ayakta kalabilmek, çarkı döndürebilmek için, onun da belli bir miktar para kazanması gerekirdi hâlbuki. Hep en asgarî kârla sattı. Bırakın asgarîsini, müşterisinin dar gelirli olduğunu biliyorsa, kerelerce tanığım ki, çoğunca bedâvaya verdi verdiğini. Askıda Kırtasiye kampanyasına bu sebeple gerek duydu ve o kampanyayı da alnının akıyla yürüttü. Geçim darlığı yaşayan âilelerin ve onların okul çağındaki çocuklarının imdâdına yetişti. Sürgit vericiydi. Şunu dediğimi duysa, mutlaka karşı çıkardı: Çoğumuzdan alacaklı gitti.

Kaan, “mülkiyetten tümüyle âzâde” idi. Sâhiplenmek duygusunun zerresini bulamazdınız onda. Çok sevdiği kitapları dâhil, her şeyini fütursuzca paylaşırdı: Karşılıksız. Beklentisiz… Çıkar güdüsünden bu kadar arınık birini ben görmedim. Dolayısıyla, buralardan bakınca, ona “esnaf” demek olanaksızdı. Gencecik bir “çağcıl derviş”ti sanki. Tek başına bir “infak (bağış, yardım) kurumu” gibiydi. Borç isteyeni katiyen döndürmez; borcun zamanında ödenmemesi hâlinde, kendi sıkışık durumuna karşın, ilgili kişiye borcunu hatırlatırken boncuk boncuk terlerdi. Nice yoksulun, kimsesiz yaşlıların, elden-ayaktan düşmüşlerin cebine, hiç de azımsanmayacak ölçüde paralar sıkıştırmıştır.

Becerikliydi Kaan. Edebiyata/ şiire fedakârca bağlanmış birinden umulmayacak düzeyde hem de. Kitapları ciltlemekten tutun da, akla-hayâle gelmeyecek işlere kadar, elinden gelmeyen yoktu. Onun on parmağında on mârifet değil, yirmi parmağında yirmi mârifet vardı. Mahâretleri ölçüsünde de incelikli, kibardı. Diyelim, sizin bir işinizi görmüştür. Normalde öncelikle sizin teşekkür etmeniz gerekirken, o size teşekkür ederdi. İnceliğin buncası, kalınlıklarından/ nobranlıklarından geçilmeyen gezegenimizde çok fazla değil miydi?

Kedilere ve köpeklere başta olmak üzere, hayvanlara sevgisi tanımlanamayacak kertedeydi. Emeğiyle kazandıklarının büyükçe bir bölümünü onları besleyerek harcardı. Küçücük dükkânının önü “kediler panayırı” gibiydi. O kadarla yetinmez, o hayvanların hastalıklarını da sağaltmaya çalışırdı. Kedi ve köpek sevmesi kendine özgüydü: Bağrına sımsıcak bastırdıktan sonra, ağzından öperdi her birini. Sırf sevgiden yaratılmıştı Kaan.

Gereğinde kendisiyle dalga geçmekten hoşlanırdı. En sevdiğim yanlarından biriydi onun böyle hâlleri.

Bâzı niteliksiz, sığ yazar ve şairlerden söz ederken, araya girer “onlar sığ olmakla kalmış, bense sığ ve sığırım” deyiverir, beni de güldürürdü böylece.

Arada takılırdım ona. “Kaan,” derdim, “kimbilir nasıl dans edeceksin düğününde, belki de pistten hiç inmeyeceksin o gece” diye. “Ben ne bilirim dans etmesini. Koca gece yuvarlanırım olsa olsa” derdi.

Bu yıl 35. Yaşını sürüyordu Kaan. Bu sebeple de Cahit Sıtkı Tarancı‘nın o çok bilinen iki dizesini (“Yaş otuz beş! yolun yarısı eder./ Dante gibi ortasındayız ömrün.”) sık sık “yaş otuz beş, yolun yarısı eder/ panda gibi ortasındayım ömrün” biçimine dönüştürerek tekrarlardı. Ah, Canım Kaan! Yolun yarısında hepimizi gözyaşlarına boğarak terk edeceğini hiç düşünemez, yakıştıramazdık sana.

Şimdi düşünüyorum da bütün bunları, ne denli kıvrak/ üretken bir zekâsı ve mîzah yeteneği varmış, diyorum kendi kendime. Sonra, en avâmî, en sakil insanların bile burnundan kıl aldırmadığı bu çağda, kendini ikide bir sarakaya alabilmek, az çelebilik midir?

4.

Çizgi-dışı bir şair. Çember-dışı bir eleştirmen.

Toplumun dayattığı ve kendi seçtiği yalnızlığı birlikte, iç içe yaşadı. Yaz(g)ısı Çifte Yalnızlık O(ğ)lan.

5.

Ardından yazdığım şiirin 2. bölümcesiyle sesleniyorum sana , sevgili Kaan. Özgürlükçü Kaan. Yurtsever Kaan:

“ah be kaan!

ne vardı bu kadar erken gidecek

her yanı aşırı derecede yaralı ceylân

sen yaşasaydın da keşke

ben hiç şiir yazmasaydım bir daha”

Bu dizelerde bir eksiklik var, bağışla beni! Yaşasaydın, düzyazı da yazmamaya râzıydım.

Bir de merak ettiğim bir şey var, son olarak. Sonsuzluğa senden çok önce uğurladığımız şiirdaşımız Abdülkadir Bulut, "Gözyaşları da Çiçek Açar" demişti, hatırlarsın. Açar mı sâhiden? Açacak mı?

Serçe nârinliğindeki ruhundan, hicranlı hasretlerle öpüyorum seni.

(*): Berfin Bahar, Kasım 2018, Sayı 249

03 Mayıs 2019 16-17 dakika 27 denemesi var.
Yorumlar