Kabuk

Kendim ile hasbıhal halindeydim. Geceydi. Yalnızlığı duyurdum onlara. Sonra yalnızlığı soğuk bir kışın penceresinden bakarken soyduğumuz portakallar gibi soyduk beraber. Dudaklarına yakınlaştık. Renk göründü ve tat göründü. <Rengi kırmızı> dedi biri, <tadı demir gibi> dedi diğeri. <Kan mıdır?> diye sordum. Cevap verilmedi, o kış gecesi görülmüştü gökte uçan kırmızı. Belki de kırmızı değildi. Kırmızıyı en çok kırmızı severdi ama ben en çok bütün renkleri severdim; güneşimin, yağmuruyla barıştığı vakitlerde...

Sizin karşıda gördüğünüz dağ değildir. Dağ tırmanmaktır. Size dağın ne olduğunu en iyi yorgunluğunuz anlatabilir.
Büyümek üzere kafanızı yastığa koyduğunuz zamanları düşünün. Uyumak dağlarına tırmandığınız o günleri anımsayın. Size ne kadar büyüdüğünüzü ancak bu uykular, bu yorgunluklar anlatacaktır.
Sokaklardan, rüyalara koştuğunuz ve meleklere yoldaş olduğunuz geçmiş zamanı hatırlayın.

Bunları düşünmek için erken olduğunu söyleyen bulutlar vardı tepemde, severdim onları. Bazen ailem kadar yakınlardı bana, iyilik aynamdan bana baktıklarını görürdüm ama istemezdim hiç birini. Dediklerine yalan derdim, gerçeğime yalan dediğimi bilmeden.

Ey bu yazgıyla hemdert olmuşlar(!) karanlık, ışığına gebeyken ben bu kabuğumu ağırlaştırmaktayım. Nehirlere koşma vakti gelecek midir? Bir kabuk asla üstten vurulunca kırılmaz. Bu kabuk taşacaktır ve sizi kendi nehrinize götürecektir. Alınmayın, yanlış anlamayın bu nehir devlerin, binaların ve insanların nehri değildir. Bu nehir sizin nehrinizdir. Sizin doldurduğunuz, sizin yıkandığınız ve sizin içindekileri taşıdığınız nehir... Bu nehir sizin gerçeğinizin kabuğudur ancak sert değildir, şeffaftır. Dibinde çamur vardır. Bu çamur sizin pişmanlıklarınızdır, korkmayın.

Aklım deli oyunlar oynamak ister, büyük laf gemilerinde sonsuzluk denizlerinde yüzmek ister. Ellerim ve parmaklarım da bunu ister. Aklım, ellerim, parmaklarım bunu isterken beni böyle davranmaktan alıkoyan nedir?
Ruhum mu yoksa? Onu bazen hissederim, bazen sadece o olurum, bazense hiç olmam.


Ey bu yazgıyla beni ve kabuğunu bulmuşlar(!) sizlere değerimin, ederimin ne kadarını
vereceğimi hala bulabilmiş değilim. Fakat gelecektir, emin olun ki o da kabuğumdan sıyrılıp nehrine koşacaktır. Bana umut verin, sizce de bu sonsuzluk denizlerinde büyük laf gemileriyle yüzmek tehlikeli midir? Dağlar varken deniz neyimedir? Dağlardayken dağ görünmez ancak sulardayken denizi görmek her zaman mümkün. Sizlere karşı mahcup olmak istemem.

Kimsenin okumaya tahammül edemediği bir yazının ilk ve son öykünmesi şöyle der : ‘ Ey kitap, işte bütün azametinle duruyorsun karşımızda. Nice düşünce badirelerini atlatmışsın. Bedenden içre ruhunu bize teslim ediyorsun şimdi. İnsanda mı böyledir? İnsan da senin gibi midir? Kendini tamamlamadan, birkaç düşünce badiresi mi gıdıklıyor varlık kaşıntısını?'
Belki bir gün şu yağdıklarım, büyük bir çukurun içinde nehir oluverir. Biriken haliyle kitap deriz bizde. Bu yağmak bilinçli yağmaktır esasen, öncesi vardır fakat sonrası sislidir. Merak etmek, tanışmak ve üzerine gitmek gerekir. Bu kitabın adı kabuktur, nehri de insan...

İnsanlara koşuyorum, gözlerinden öpüyorum insanların. Ateşin demiri eğip büktüğü gibi eğilip bükülüyorum karşılarında. Beni görüyorlar ve izliyorlar, biliyorum. Cümlelerin sonunda bekliyorum. Nedense devriliveriyor cümleleri. Devrilen cümlelerin altında kalıyorum. Nehirdekiler(!), önceleri yazılmış bir kitabın asrından sesleniyorum size. Benim gezintilerim oralardadır. Benim toprağım sizin bildiğiniz topraktan farklıdır. Derdimiz topraktır, dermanımız da topraktır öyleyse...

Toprağın altı üstü kabuktur, insanın altı üstü toprak, kabuğu düşünün...

31 Mayıs 2018 3-4 dakika 18 denemesi var.
Yorumlar