Kazandığını Sananlar / Hasenata Karşı Seyyiat

Kazandığını Sananlar / Hasenata Karşı Seyyiat

Bir insanın gözleri bazen yalnızca görmek için değil, kıskanmak için açılır. Ve bazen eller yalnızca çalışmak için değil, bir başkasının ayağını kaydırmak için uzanır. Tıpkı karanlıkta sinsice yaklaşan bir gölge gibi… Ne konuşur, ne ses çıkarır. Ama nihayetinde bir yürek yırtılır sessizce, bir emek yerle bir olur, bir hayat çizgisi kırılır. Kimileri buna başarı der, kimileri "akıllılık". Ama hakikat, en derin yerden bağırır: “Aslında kaybettin.” 


Haset!

Karanlık bir ateşin tutuşması. Haset, Arapça kökenli bir kelime olup; bir başkasının sahip olduğu nimet, başarı, güzellik veya değerli bir durumu çekememek, ona bu nimetin yok olmasını dileyecek kadar kin beslemektir. Haset, yalnızca bir duygusal refleks değil; aynı zamanda bir ahlaki virüs gibidir. Hem sahibini hem çevresini zehirler. Kur’an-ı Kerim’de bu ruh hâliyle ilgili şöyle buyurulur: “Haset edenin şerrinden Allah’a sığınırım.” (Felak Suresi, 5. Ayet) Bu ayet, hasedin sadece bireysel bir sorun değil, toplumsal ve ruhsal bir bela olduğunu gözler önüne serer. Haset eden kişiye ise "hasid" denir. Hasid, başkasının hasenatından rahatsızlık duyar. Onun başarıları, kendi eksikliklerini ona haykıran aynalar gibidir. Ve o ayna paramparça edilmeden içi rahat etmez. 


İnsanoğlunun hasetle tanışması ilk defa yeryüzünde olmadı. O ilk kıvılcım göklerde, meleklerin huzurunda parladı. Kur’an’da aktarılan bu dramatik hikâye, aslında her devrin, her toplumun ve her insanın içsel çatışmasının sembolüdür: “Ve meleklere, ‘Adem’e secde edin’ dedik. İblis hariç hepsi secde etti. O, büyüklendi ve inkârcılardan oldu.” (Bakara, 2:34) İblis, kendince haklıydı. O, ateşten yaratılmıştı. Adem ise çamurlu topraktan… Bu kıyaslamayı kendi egosuyla yaparken aslında İlahi Hikmeti görmezden geldi. Kıskandı. Haset etti. Adem’in sahip olduğu ilme, yüceliğe, seçilmişliğe tahammül edemedi. Onu Cennetten düşürmek için yemin etti. Ve başardı. Ama nihayetinde yalnız kalandı o. Kazandığını sandı, ama ebedi rahmeti kaybetti. Haset, sahibine asla kazandırmaz. Belki bir süreliğine göz boyar. Ama kalbi çürütür, aklı köreltir, ruhu yalnızlaştırır. 


Hasenat ve Seyyiat: Tartının iki kefesi gibi sirayet eder bizlere. Hayat terazisinde insanların davranışları iki kefede toplanır: Hasenat (iyilikler) ve seyyiat (kötülükler). Bir başkasına duyulan kıskançlık ya da haset, görünüşte sadece bir düşünce gibi görünse de, davranışa dönüştüğünde büyük bir seyyieye, yani günaha dönüşür. Özellikle bir insanı ekmeğinden etmek, itibarını zedelemek, başarısını karalamak, Allah katında hasenatla inşa edilmiş bir kulenin üzerine seyyiatla dinamit yerleştirmek gibidir. “Kim bir hasenat (iyilik) yaparsa, ona on katı vardır. Kim bir seyyie (kötülük) yaparsa sadece misliyle cezalandırılır.” (En’am, 6:160) Haset eden kişi, başkasının hasenatına karşı seyyiat üretendir. Ve bu, yalnızca kendi terazisini ağırlaştırmakla kalmaz, toplumun vicdanını da yaralar. 


Modern cennetler olan alanlarımızda bugünlerde ise küçük iblisler var hayatlarımızda. Bugünün dünyasında cennet, bir kadronun içinde, bir öğretmenler odasında, bir ofiste, hatta bir aile sofrasında kuruludur. Ama o cennete bazen bir iblis psikolojisi siner. Sinsi, görünmez, planlı… Belki bir cümlede, bir bakışta, bir dedikoduda kendini gösterir. Bir okul düşünün. Genç, idealist bir öğretmen… Öğrencilerin sevdiği, velilerin övdüğü, idarenin takdir ettiği biri. Ama zümrede onun başarılarını gölgelemeye çalışan bir "hasid" vardır. “O sunumları başkasına yaptırıyor, kendisi şov yapıyor” denir. Küçük bir şikâyet, sahte bir belge, yönlendirilmiş bir kurul kararı… Ve o öğretmen artık "problemli" olarak etiketlenir. Ama bu seyyiatın ardında bir gerçek gizlidir: Adem yere düşerken İblis de cennetten kovuldu. 


Kıskançlık sadece iş yerlerinde değil, ailede, yani en güvenli alanda da yeşerir. Bir kardeş diğerine karşı haset duyar. Bir eş, diğerinin başarısını ezilmişlik gibi algılar. Anne-baba adaletsiz davranırsa, bu defa kardeşler arasında seyyiatlar birikmeye başlar. Sessiz rekabetler, görünmez yaralar doğar. Ve haset, bu ailedeki bireyleri birbirine yabancılaştırır. Sevgi eksik kalır, hesaplar çoğalır. Hasenatlar susar, seyyiatlar konuşur. 


Aristoteles şöyle der: “Kıskançlık, eşit olanlar arasında doğar.” Evet, haset çoğunlukla yakın çevreden gelir. Çünkü insan, uzak olanın başarısını hayranlıkla izler; yakın olanınkini tehdit olarak görür. Bu yüzden öğretmen öğretmeni, kardeş kardeşi, komşu komşuyu kıskanır. Ve böylece seyyiatlar birikir. Hileyle alınan terfiler, iftira ile bozulan itibarlar, sinsice örülen planlar… Bunlar görünüşte zaferdir. Ama hakikatte içi boş, çürük, ölü zaferlerdir. Çünkü hasedle elde edilen her şey, aslında kaybedilmiş bir hasenatın yerini alır. 


Sonuç: ne mi peki; kaybettikçe kazananlar, kazandıkça kaybedenlerdir. Bazıları var ki, kendi içindeki karanlıkla başkalarının ışığını söndürmek ister. Ama unutur ki, ışığı kıskanarak söndüren, aslında kendi karanlığını büyütmüştür. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur: "Sizden hiçbiriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek imana ulaşamaz.” (Buhari, İman, 7)


Birini ekmeğinden etmek kolaydır. Ama onunla birlikte kendi hasenatından da eksiltmiş olursun. O yüzden, gerçekten kazananlar; başkasının ışığını söndürmeden parlayabilenlerdir. Birini Cennet’ten düşürmeye çalışmak, bazen senin ebediyetini karartabilir. Ve unutma: Kazandığını sandığın yerde, belki de en büyük seyyiatı kazandın.

26 Haziran 2025 5-6 dakika 25 denemesi var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (2)
  • Adem yere düşerken İblis de cennetten kovuldu. Çok vurucu cümleler. Hayata dair ve fakat yaşarken anlamlandıramadığımız bir sürü şeyi bir yazıda okumak büyük bir şans. Aşırı detaya girmeden özü vermişsiniz. Çok tebrik ediyorum Alparslan kardeşim. Buraya her geldiğimde heybem dolu gidiyorum. Selamlar, sevgiler.