Kırmızı Şapkalı Bir Gar Masalı

Yetim doyuran yanım vurmuştu duygularını kayalara sanki. Ve mütemâdi bir yoğunlukla, giderek daha azan bir tonda merhemini yaraya fışkırtan kırmızı pazartesi sancılardı ilk hissettiğim.



Hep düşünmüşümdür Beethooven hangi ruh hâlinden çıkarmıştı o besteleri. Galibâ işte o zaman koymuştum zihnimin düdüklüsüne o hiç pişmeyen,
tadına tuzuna hiç toz kondurmadığım, zihnime teğet güven duygumun ağır tâciz hâlini..



Oydu... Evet onundu, tren garının en uç , en rahat bölgesine yaslanıp havayı tokatlayan beden.
Oydu cumartesi gidiyorum diye bana Andersen methiyelerini yüksek lisan küfürlere katık ettiren...
Oydu orada olmaması gereken beden...



Hiç düşünmemiştim hiç. Evet herkesin herkesine olabilirdi ama, bunun bana da olabileceği ihtimâlini aklım hiç emzirmemişti.
Bana yapılamaz değil yapılmazdı. Çünkü öyle tanımıştım.
Yapmazdı...


Babam görünür o zamanlarda asker edâsına saklanmış ukalâmsı bilmişliğinin her zaman haklı çıkan o can sıkıcı tafrasıyla..



-" sen daha dünyanın sadece iyilikle döndüğünü okuyorsun değil mi? okulda!"
hele dalga boyu yüksek ilâveleri çok daha depremsidir.

-" haklısın Gaus Pisagor ve Öklit dünyanın en mutlu insanları olarak öldüler!"

ve istiklâl marşından sonra bildiği belki tek şiiri, o acâip delici aksanıyla birleştirip, sadece bana bir şeyler çarpacağı zaman tokat olarak kullandığı muhteşem ve bir o kadar da dehşetengiz sözleri;

'öğretmenim bana dünyanın nasıl döndüğünü öğrettiniz
ama bana dünyada dönen dolapları neden hiç öğretmediniz'...

bunu yazan şâir muhakkak babama tembihlemiş olmalı ki; haftada en az bir kez dinlemişimdir.


Tek hatırladığım; bedenim, organlarımın mâiyetinden sıyrıldı sıyrılacak, artezyen yavuklusu kollarım yeni düşük yapmış gibi avuçlarım işe yaramaz bir dirgenden ibâretti.


Farkındasızlığımın bile şaşırdığı, üstelik, ikincisini tersine yamamaya çalıştığım sigaranın kendini rüzgâra savuran yanar ucuymuş dudağımın tutamadığı.


Mûtedil bir çöküntüyle, bir yıkıntı fırtınası arası , terden kayganlaşmış elastik travma debelenişim, telef pazarında hınça hınç ezik büzük
yerlere saçılmış karizmam ve "ben sana demedim mi oğlum!" sırıtan samîmiliklerim...
defolun hepiniz...Defolun...



Sadece iki gün yetiyordu demek. Kulaklarım da görsün için değildi kafamı sağa sola radarlamak.
İncisini düşürmüş gibi aklımı başıyla beraber sallamak. Neredeyse yirmi dakikadır kavga ediyordu telefonda.
Kurşûni paltosu buz gibi havaya yaka bağır çözük.
Duyuyordu gözlerim, içimdeki şeytan simültâne çeviriyordu elleriyle sesine verdiği pandomimi çırılçıplak. Ama biliyordum aşırı mâruz olduğum dondurucu havadan değildi buz buğusunda çakan gözlerim. Enkâza gömülmekti bu, capcanlı hissetmekti.
Kırmızı bir şapkanın altından sağa sola salvolar atan o küheylan sızısını...


Sipsisini ateşe dayamış dar çaplı geniş yaylım şuhluk değiyordu rüzgârda slalom atan saçlarına. Ki; daha haftası dolmadan kemer hizasından omuza
atlamışlardı. Oysa;

-"Tamam madem öyle daha çok beğeniyorsun uzun kalsınlar!"

Yarısı kumral ama demek ki onlarında tamamı yalancıydılar.


Bir haftada bu derece harâret kusacak kadar uzun menzilli konuşacak birini bulamazdı insan. Buna ancak
enfiye çekmiş birinin hapşırma ihtimâlini tesadüf sayan biri olanak tanırdı. Ya da inanmamak için bol paça acabalı bir aptal olmak.



Olmazların bu kadar el ele verdiği ertesi berbat bir pazar yoktu hâtıratımda. Ve kurtarmaya çalıştığım ulusların ilişkileri de fenâ halde SOS daydı. Pazartesi imtihânım vardı...



Vücudumun çekmesini soğuk sahiplense de, morardığını hissettiğim dudaklarıma o sebepti. Zifir yuttukça turnusol tükürüyordum sanki Elif Elif.
Aklımın Trakya yanı sağlama istedikçe, tüm yağmalanmış Anadolu yanım işgâl soluyordu hırsla. Damıtılmış kayıp taksirat söylenceleri, ahraz mumları bir yakıp bir söndürüyordu. Avangard bir telâşla ve mecbûrî adımlarla bir zamanların o dayanılmaz câzibesine artık dayanamayacağımı farkettim.
Son küfrü ve balistik tükürüğü son basamağa bırakırken altı numara bir Errol Flynn bakışı çoktu bile bu hüzün denizine son dalışımın iştigâline...



Ama işgâlin işkilli yanı hep daha çoğu için sebepler saklar nedense! Boynuz etkisi filan da denebilir buna. Ya da bakalım gördüğünde, yâni tesadüf ettiğinde hangi yanının yalanını giyinecek yüzü.



Ve merâkın tüm ölçüsüz çoğunluğu gibi, en az dayakla gonga yetişen acemi boksör gibi, işte yediğini kâr sayan mera memelileri gibi. Hani en öndeki kayalara değer en çok azgın denizin tükürüğü. Yüzün buruştuğunda ütülemek işte bir nevii!
yarayı kaşındıkça kaşımak ya da.. Ki; o da sadece daha fazlasına gebedir acının, hani beş dakikalık çarşaf kirlenmesini aşktan sayıp
bir ömür boyu söven ahmaklar gibi...



Aynen olduğu gibi demek bu şehir züppesiyle tedâvül edilmiştim. Yanımdan geçerken umurumda değildi ama hoplar adımlarla
menzile girince acabalarım, acabalarıyla bahisteydi. İşte kahretsin ki bu gün başından beri topyekun yanlış giyinmişti...



Neresine ya da hangi özelliğine kurbandım acaba...
'Kadınsı bir tipin hippi karışımıyla', 'yumuşak bir erkeğin homojen kolajı' filan diye gebertesi sentezler çıkarırken, doğrusu adam benden sağlam bir kafa uzun, düzenli ve bayağı elden geçmiş sakallarıyla hele masmavi gözleriyle bayağı adamdı. İçimin ferahlaması acâ ipti öldürme hislerim bile kötürüm olmuştu. Sakal tutmayan yüzümü kaşırken uçlarına bastığım parmaklarımdan indirmişti ayaklarım! Artık yorulmuştu!



Herif atletsiz ama oldukçadan fazla atletikti ve gözleri masmaviydi. Erkek güzeli derler ya maalesef öyleydi.Ve boylu boyuna herifti.
Ve helâl olsundan başka ne denirdi...
Hele o kadar milletin içinde usulca yanaşıp o ihlâslı gamzelerin sol cenahına kondurduğu buse
her şeyi bitirdi!



Zaman durmuştu, ben kudurmuş. Gözlerim içime yol gösterirken saat altı, sadece adına o anki halâtimi sığındırıp girdiğim- ARALIKSONU OCAKBAŞI- ve beni teselli garsonun bile artık usanıp defol çeker gibi sandalyeleri kafama vurur gibi masalara istiflediğinde iki, eve gelebildiğimde ise o berbat günün ertesi ikindiydi...



Elif'inden yıkılmış imtihânı firârî bir intihâldim artık... Dönen odanın avizesiyle beraber turlayan ve o dönüş- zaman frekansıyla fâsılalı ilişme görebildiğim anneme göre ise bir serseri...



"Bâri bir duş alayım" saklanımlı içimdekileri boşaltabilme seansımda ve daha suyu bile açamadan, Anne inadının barikatını aşmaya alışık
bedenim bile bu kez peşinen yenikti.


-"Anne yeter iyiyim ben. Git başımdan"


Ve hep bu zamanlara denk getirdiği o inanılmaz eski insan temsilleri;

-"Kıçına bakmadan bir de Hasan Dağına oduna gidersin! Hınzır seni!"

Bu beceremeyeceğin işin ardına geçme, ya da dağ uzaktan yakındır filan gibi bir mânâ taşırdı.


Bu arada farkettim ki; elindeki telefonu sözümona kapamış hâlde bana vermekten ziyâde kafama denk getirmeye daha çabalar bir şekilde hâlâ söyleniyordu;

-" Yazık günah elin kızına! Allahtan kork bari mendebur.
Elin gül gibi kızına bâri sebep olma!"

Nasıl diyebilirdim ki onu en sevindirecek haberi.Ki şakası bile kötü ve bir o kadar da dayanılmazdı. Bu kadar yenilginin üzerine hele...

-" Anne Allahaşkına telefon.Sus"

-"Senin kırıklarına mı hizmet edecek sadece meret bu evde!"

Kırıklar dediği de güya benim bayan arkadaşlarım. Ama aslında biliyor ki bir tane var. Yine biliyormuş ki telefonda ki de o!
Ve güyâ ona da azıcık şamar atıyor aklınca. Telefonun kapalı olduğunu bilse de bunu duyabileceğine, duymasını istediğine inanarak...



Elimle hemşire işâreti yaparken o dünya tatlısı annem kapamış ya telefonu ona güveniyor. Ama tersini düzünü hiç öğrenemedi!
Savunması da hep aynıdır.



-"Ben milletin duymayacağı şeyi neden telefondan söyleyeyeyim ki! Senin gibi elli suda balık avlamam ben. Babana açarım ne lâzımsa söylerim olur biter".



Ve bana ulaştırıyor sonunda telefonu. Her ne kadar kızsa ve kızdığı zamanlarda onu en sinirlendiren cıvıklıkları yapsam da
şimdi hâlim ve moralim sıfırın altında. O da farkında ve daha uzatmaması gerektiğinin bilincinde ve tabii merâkıyla çıkıyor.



Ama kapıdan dinlediğine de emimim çünkü kapıyı kapatırsa muhakkak kulağını dayar deliğe.



Başım, banyonun dönme katsayısına yetişmişken aklıma o anda en son gelecek sesti telefondan acil yardım anoslar soluyan kişi!
İlk anda direk ahizeyle beraber boğmak geldi aklıma eğer onu öldürmek ve hemen yok etmek yeterli ve akıllıca olsa...



Canımın tümü boğazımın engebeli enfarktüs perçemlerini aşmaya çabalasa da hiç konuşmadan dinle bâri dedi içimdeki üçlü mızrağını ahizeye sokup çıkaran şeytan! En büyük cezaydı ya susmak.



-Duyuyor musun beni? alo ses versene orda mısın?

sadece alkolsüz hıçkırabilmek çabalıyordum o vakit.

-"Ya neden beni almadın havalanından .Biliyorum konuşamıyorsun utancından.

Uçak tam üç saat rötar yaptı ve ben tam üç saat Heatrow havalanında kopmadık telefon bırakmadım sinirimden! Unuttun değil mi yine!
Sus sakın konuşma aşağılık şey!.."

ve gerisi sünnetimden beri en kesik en kısık sesim?

-"Elif dur bi dakka!"

-" ya sen garda! dün !"

-" yoksa! ama nasıl olur"

-"kapatma dur. Off sana offffff"



İmtihâ nı kaçırmıştım.Üstelik hayatımda yaşadığım kesin en berbat ve en aptal gündü.
Ama bir şeye bu kadar sevindiğimi de yazdırdı bana. ve bir inanç bıraktı ardında. Tüm siyahların altında beyaz vardı. Aynı günde dört mevsim yaşadığım derin soluklarla ve yine hatırladığım en keyifli banyom da aynı güne denk gelmişti.
Hani anamın duaları yüzü suyu hürmetine filan desem o asla böyle bir duaya âmin demezdi.

Meleğim kapı kolunun yanağındaki eniyle ,daha iyi duyduğu sağ kulak ve o bölüm saçlarını oradan uzaklaştırmış bir hâlde benim şaşkınlığımdan ve dahası "olası bir topuk yememin" zevkine ermiş olmanın dayanılmaz hazzıyla
inanılmaz tatlı ve bir o kadar Arap Bacı alaycı ses tonuna yakın;

-"N'olmuş oğlum!"

"-Sırtını süreyim mi? Gerçi epey bir hafif görünüyon ama!"

Melek annemin benden en büyük intikam zamanıdır bu . Neden bilinmez anneler kaynanalık güdülerini oğullarının uzun pantolonlu
dönemlerinde bilemeye başlıyorlar demek ki. Ya da annem beni normalden çok kıskanıyor...

Eh az ayılmış ve çok rahatlamış bir ruh haliyle iki günlük o resmi geçit suratım nihayet elime geçmişti.
Öyle ya Allah kuluna önce eşeğini kaybettirip buldururmuş ya sevinsin kulum diye. Şükürler olsundu ama yine de...


-"Desene oğlum neydi o telâşın? telefonları kırdı zilli dün akşama dek!"

-"yok bir şey anne"

-"Nasıl yok tepiniyordun ya demin"

-"Uzatma be annem önemli değil. Hamileyim filan diyor ama inanır mıyım hiç!"



Ve hayatımda şâhit olduğum en gerçeksi gülebilen, en içten ağlayabilen, bildiğim tüm duyguların pamuk yüzü annem;


-" Bak illa benim ağzımı bozdurcak gavurun dölü."


Ve her nedense fırından yeni çıkmış tâze ekmek kokusu dediğim o küfrü bile sevdirir ses tonuyla;


-"Bak bir daha arasın, ben ne diyeceğim ona gör sen"







ToprağınSesi

06 Eylül 2013 10-11 dakika 4 denemesi var.
Beğenenler (2)
Yorumlar (2)
  • 10 yıl önce

    Hayatın içinden bir dolu yaşanmışlıklar, araya mizah unsurları da serpiştirilmiş yer yer ve güzel bir yazı ortaya çıkmış. Kutluyorum Serhat seni içtenlikle ...👍

  • 10 yıl önce

    Ben ne yazsan seviyorum işte...👍 tebriklerimle.