Köklerin İzinde / Tarihi Gerçekler Anlatısı

Köklerin İzinde / Tarihi Gerçekler Anlatısı

"Tarih, yalnızca olanı değil, olması isteneni de anlatır. Her tarih, bir belleği onarırken, bir hakikati gömer."— Michel de Certeau

GİRİŞ: GEÇMİŞİN AYNASINDA KİMLİĞE DAİR BİR ARAYIŞ

Tarih, yalnızca zaman içinde olmuş bitmiş olayların soğuk bir dökümü değil, bir anlamlandırma pratiğidir. Olaylara değil, olaylara yüklenen anlamlara yönelir. Toplumlar, kendi kolektif kimliklerini oluştururken geçmişe yönelirler; ancak bu yönelme saf bir öğrenme çabasından ziyade, kendi varlıklarına zemin hazırlama arzusunun bir ürünüdür. Bu nedenle tarih yazımı, hiçbir zaman tarafsız ya da nötr değildir. Her tarih, belli bir gözle, belli bir niyetle yazılır ve bu niyet çoğu zaman bir milletin kendi varlık nedenini, kültürel köklerini, siyasi haklılığını ya da geleceğe dönük vizyonunu gerekçelendirmekle ilgilidir.

Bu çerçevede tarih, kimliğin şekillendiği en önemli alanlardan biri haline gelir. Kimin “biz” olduğu, kimin “öteki” olduğu, hangi olayların kolektif belleğe dahil edildiği ve hangilerinin unutturulduğu hep tarih anlatıları aracılığıyla belirlenir. Örneğin Ermeniler için 1915, Yahudiler için Holokost, Fransızlar için Devrim; hepsi birer ulusal hafıza düğümüdür. Aynı şekilde Türk milleti için Malazgirt, İstanbul’un Fethi, Çanakkale ya da Kurtuluş Savaşı; yalnızca tarihi olaylar değil, birer kimlik inşa aracıdır. Bu olayların nasıl anlatıldığı, ne şekilde çerçevelendiği, hangi aktörlerin kahraman ya da hain olarak konumlandırıldığı; kolektif psikolojiyi doğrudan şekillendirir. İşte bu nedenle tarihçinin kalemi, sıradan bir yazım aracı değil; kimlik inşa eden, ulus yaratan, bilinç şekillendiren bir güçtür. 

Bu yazı, işte bu gücü sorgulamakta; tarihin yalnızca “ne oldu?”yu değil, “niçin böyle anlatılıyor?”u soran bir perspektifle değerlendirilmesini amaçlamaktadır. Özellikle 1930’larda şekillenen Türk Tarih Tezi bağlamında, tarih yazımının ideolojiyle ve kimlikle olan bağları incelenecek, Turukkular gibi erken kavimler üzerinden Türk kimliğine dair bilimsel temelli bir köken arayışı yapılacaktır. Bu bağlamda tarih; hem bir bilgi alanı, hem de bir tahayyül ve inşa aracıdır.
--------------------------------
1. TARİH NEDİR? GEÇMİŞİ ANLAMLANDIRMANIN DİYALEKTİĞİ

Tarih genellikle geçmişte yaşanmış olayların sıralanması olarak algılansa da, bu yaklaşım yüzeyseldir. Gerçekte tarih, olayların kendisinden çok, bu olayların nasıl yorumlandığı ve hangi bağlamda anlamlandırıldığıyla ilgilidir. Olayla olgu arasındaki fark bu noktada ortaya çıkar: Olay, nesnel biçimde yaşanmış bir durumdur; olgu ise tarihçi tarafından seçilmiş, anlamlandırılmış, bağlam içine yerleştirilmiş ve topluma sunulmuş halidir. Bu nedenle tarih, sadece geçmişin bilgisi değil, aynı zamanda bugünün bakış açısıyla geçmişin yeniden inşasıdır. 

Edward H. Carr’ın ifadesiyle, “tarih, tarihçi ile olgular arasındaki kesintisiz bir diyalogdur.” Bu diyalogda, geçmişin olayları suskun ve durağandır; onları konuşkan hale getiren, yorumlayan ve bugünün ihtiyaçlarına göre yeniden anlatan kişi tarihçidir. Tarihçi, geçmişi bugünün gözlüğüyle okur ve hangi olayların önemli olduğunu, hangi sonuçların çıkarılması gerektiğini kendi düşünsel arka planıyla belirler.

Bu durumun en çarpıcı örneği Michel Foucault’da bulunur. Foucault’ya göre bilgi hiçbir zaman tarafsız değildir; her bilgi, iktidarın biçimlendirdiği bir söylemin ürünüdür. Hangi olay tarihe geçer, hangisi unutulur? Hangi belge “resmi” kabul edilir, hangisi görmezden gelinir? Bu sorular, tarihin ideolojik ve politik bağlamdan asla bağımsız olamayacağını ortaya koyar. Burada Benedict Anderson’un “hayali cemaatler” teorisi de devreye girer. Ona göre milletler, tarihte doğal olarak var olmuş topluluklar değil; belli anlatılar etrafında inşa edilmiş hayali kurgulardır. Ortak dil, ortak bayrak, ortak geçmiş gibi semboller bu hayalin yapıtaşlarıdır. 

Tarih bu yapının harcını oluşturur. Anderson’un yaklaşımını Anthony D. Smith’in etno-sembolist teorisi tamamlar. Smith’e göre millet kimlikleri, tarihsel mitler, kahramanlar, kolektif travmalar ve kutsal atalar aracılığıyla inşa edilir. Dolayısıyla tarih, kimlik inşasında merkezi bir rol oynar. Bu bağlamda tarihin kendisi bir “hakikat” alanı değil, “anlam” üretme sürecidir. Her toplum kendi hakikatini bu anlam üretimi içinde yaratır. Bu üretimin niteliği, o toplumun kendisini nasıl tanımladığıyla doğrudan bağlantılıdır.
-------------------------------
2. TARİHÇİ KİMDİR? BİLGE BİR İNŞA USTASI MI, BELGE AKTARICISI MI

Tarihçinin konumu, uzun süre yalnızca belgelerle konuşan bir arşiv memuru gibi algılandı. Ancak modern tarih anlayışı bu dar bakışı reddeder. Tarihçi yalnızca belgeyi bulan değil, ona anlam yükleyen, o belgeyi bir anlatı içinde konumlandıran, tarihsel hakikat algısını şekillendiren bir özneye dönüşmüştür. Edward Hallett Carr’ın görüşü bu noktada aydınlatıcıdır: Belgeler yalnız başına konuşmaz; onlara sorular yönelten, bağlam kuran ve okuyan tarihçidir. Tarihçi, geçmişe bugünün sorularını sorar. Bu da demektir ki tarihçi, sadece bilgi aktaran değil; bilgi üreten, seçen, kurgulayan bir faildir.

Hayden White, tarihçiyi bir anlatı kurgucusu olarak tanımlar. White’a göre tarihteki olaylar tek başına bir anlam taşımaz. Onları anlamlı kılan, bir anlatı yapısı içinde örgütlenmeleridir. Yani tarihçi, yalnızca “ne oldu?” sorusuna değil; “bu olan neden önemliydi?”, “nasıl bir mesaj veriyor?”, “kimin bakış açısından anlatılıyor?” gibi sorulara da cevap verir. Bu cevaplar, tarihçinin ideolojik yönelimi, estetik tercihi ve ahlaki duruşuyla doğrudan ilişkilidir.

Tarihçi aynı zamanda etik bir özne olmak zorundadır. Geçmişin yalnızca zaferlerini değil, acılarını, kırılmalarını ve utançlarını da görme sorumluluğu taşır. Bu nedenle gerçek bir tarihçi; tarafsız değil ama adil olandır. Geçmişi yüceltmek için değil, anlamak için inceler. Tarihçinin görevi sadece geçmişi yazmak değil; bugünün kolektif bilincine yön vermektir. Bu bağlamda tarihçi, hem bilge bir anlatıcı hem de varoluşsal bir inşa ustasıdır. Her satırında kimlik, her cümlesinde gelecek gizlidir.
-------------------------------
3. TÜRK TARİH TEZİ VE TARİHİN SİYASAL İNŞASI

Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte, yeni bir ulus-devlet inşa edilmekteydi. Bu yeni yapı, sadece idari ve hukuki sistemleriyle değil, kolektif hafızasıyla da şekillenmeliydi. Osmanlı geçmişinin hanedan merkezli ve ümmet odaklı tarih anlayışı yerine, halkı birleştirici, seküler, bilimsel ve ulusal bir tarih yazımı gereklilik halini almıştı. 1930’larda geliştirilen Türk Tarih Tezi, işte bu ihtiyaçtan doğdu. Tez, yalnızca geçmişi anlamaya yönelik değil, geleceği kurmaya dönük bir ideolojik zemin sunuyordu.

Atatürk’ün yönlendirmesiyle Afet İnan, Yusuf Akçura, Zeki Velidi Togan ve Sadri Maksudi gibi isimlerin katkılarıyla oluşturulan bu tez, tarihçiliğin yalnızca bilimsel değil, aynı zamanda siyasal bir eylem alanı olduğunu gözler önüne serdi.

Türk Tarih Tezi'nin temel iddiası, Türklerin dünya uygarlığına yalnızca askerî değil, kültürel ve entelektüel katkılar da sunduğuydu. Türklerin tarih sahnesine yalnızca Orta Asya’da değil; Mezopotamya, Anadolu, İran ve hatta Avrupa’da da etkili bir biçimde çıktıkları savunuluyordu. Bu tez, Batı tarihçiliğinin “Türkler göçebe ve yıkıcı topluluklardı” algısını kırmak ve Türk milletine tarihsel bir özgüven kazandırmak amacıyla geliştirilmişti. Sümerler, Elamlar, Etrüskler ve hatta Mısır’daki bazı toplulukların Türklerle ilişkili olduğu öne sürülmüş; bu iddialar arkeolojik, dilbilimsel ve etnografik verilerle desteklenmeye çalışılmıştı.

Bu bağlamda özellikle Turukkular üzerine yapılan çalışmalar dikkat çekicidir. M.Ö. 2. binyılda Urmiye Gölü çevresinde yaşamış olan bu kavim, Asur ve Babil metinlerinde sıkça geçmektedir. İsim yapısı, savaşçı karakteri, göçebe örgütlenme biçimi ve dağlık bölgelerdeki yaşam tarzı, Orta Asya Türk topluluklarıyla dikkat çekici benzerlikler gösterir. Bazı araştırmacılar, Turukkuların kullandığı sembollerle Göktürk tamgaları arasında grafiksel benzerlikler olduğunu dile getirir. Bu durum, yalnızca tarihsel bir merak değil; ulusal kimliğin kökenine ilişkin bir sorgulamadır.

Göktürk tamgalarının kökenine dair yapılan bilimsel çalışmalar da bu sürecin parçasıdır. Kazakistan’daki Tamgalı kaya resimleri, Moğolistan’daki Orhon Yazıtları ve Altay Dağları’ndaki kurganlarda bulunan damgalar, Türk yazı geleneğinin bağımsız ve güçlü bir tarihsel damara sahip olduğunu gösterir. Bu yazıtlar yalnızca alfabe örnekleri değil; aynı zamanda devlet anlayışı, ahlak öğretisi ve metafizik dünya görüşünü barındıran metinlerdir. Bu anlamda Türk yazısı, bir iletişim aracından çok daha fazlasıdır; bir medeniyet göstergesidir. 

Türk Tarih Tezi, bu tür argümanları birleştirerek alternatif bir tarihsel paradigma üretmeye çalışmıştır. Elbette tez eleştirilebilir; kimi çıkarımları anakroniktir, bazı bağlantılar zorlama bulunabilir. Ancak önemli olan, bu tezin bir ulusun kendi tarihsel anlatısını oluşturma çabasını temsil etmesidir. Türk Tarih Tezi, milletin yalnızca geçmişini değil, gelecekteki tahayyülünü de şekillendirmeyi amaçlamıştır. Bilinçli bir tarih yazımının, ulusal kimlik inşasında oynadığı rol işte bu noktada hayatidir.
-------------------------------
4. TARİH FELSEFESİ VE TARİHİ ANLAMAK: GEÇMİŞİN DERİNLİĞİNDE DÜŞÜNMEK

Tarihsel olguların anlamını kavrayabilmek için yalnızca olaylara değil, o olayların ardındaki düşünsel yapıya bakmak gerekir. Bu da bizi tarih felsefesine götürür. Tarih felsefesi, olayların neden olduğu kadar nasıl anlamlandırıldığını da sorgular. Bir başka deyişle, tarihin anlamı yalnızca olayın kendisinde değil, o olaya dair kurulan anlatının içinde yatar. Bu anlayış, tarihin bilgi değil; anlam üreten bir süreç olduğunu gösterir. Foucault’nun söylediği gibi, “geçmişin tarihi değil, geçmişe dair kurulan anlatının tarihi” yazılır.

Bu noktada Martin Heidegger’in tarih görüşü çarpıcıdır. Ona göre tarih, insanın kendi varoluşunu anlama çabasıdır. İnsan, geçmişine kök salmadan kendini tanıyamaz. Bu bağlamda tarih yalnızca kronolojik bir dizilim değil, bir zaman içinde olma halidir. Geçmiş, yalnızca geride kalan değildir; bugünle birlikte yaşayan ve geleceğe yön veren bir bilinçtir. Bu nedenle tarih felsefesi, geçmişin sadece olup biten olaylar olmadığını, bilincin ve kimliğin katmanlı bir ürünü olduğunu savunur.

Hegel, tarihin “aklın açınımı” olduğunu ve özgürlüğün gerçekleşme süreciyle ilerlediğini öne sürerken, Marx bu süreci ekonomik altyapıya ve sınıf mücadelelerine bağlar. Hegel için tarih bir rasyonel ilerlemedir; Marx içinse toplumsal üretim ilişkilerinin diyalektiğidir. Her iki yaklaşım da tarihin rastgele bir olaylar zinciri değil, yapısal bir ilerleyiş içerdiğini varsayar. Bu bakış açıları, bugünkü tarihçiliğin teorik temelini oluşturur.

Tarih felsefesi, aynı zamanda metodolojik sorulara da açıklık getirir. Tarih nasıl yazılır? Hangi kaynaklar güvenilir kabul edilir? Anlatı dili ne kadar objektif olabilir? Bu tür sorular, tarihin bilimsel yönüyle etik yönünü kesiştirir. Her tarih anlatısı, bir seçimdir. Seçilen olaylar, aktarılan kişiler, kurulan cümleler; hepsi anlatıcının ideolojik ve ahlaki pozisyonunu yansıtır. Bu noktada tarihçi, yalnızca anlatan değil; anlam inşa eden bir figüre dönüşür. Tarih felsefesi, bize tarihin yalnızca “geçmişin bilgisi” olmadığını, aynı zamanda bir milletin kendilik bilgisi olduğunu gösterir. Toplumlar, geçmişlerini anlarken kendilerini anlar. Bu anlamda tarih, sadece öğretici değil; varoluşsal bir ihtiyaçtır. Geçmişin karanlıklarına inmeden, bugünün kimliğini aydınlatmak mümkün değildir.
---------------------------------
5. BATI MERKEZLİ TARİH ANLAYIŞI VE GERÇEKLİĞİN MERKEZİNDE TARİH

Modern tarih yazımı büyük ölçüde Batı merkezli bir epistemolojiye dayanır. Antik Yunan-Roma uygarlığını merkez alan bu çizgi, ardından Hristiyanlık, Rönesans, Aydınlanma ve Sanayi Devrimi gibi Batı’ya özgü dönüşüm anlarıyla insanlık tarihini şekillendirme iddiasındadır. Bu anlatı, diğer tüm uygarlıkları ya öncül ya da tali unsurlar olarak gösterir. Çin, Hindistan, Mezopotamya ve Türkistan gibi merkezler ya “egzotik” ya da “geç kalmış” olarak kodlanır. Bu tarih anlayışı, Batı’yı evrensel norm olarak sunar; diğerlerini ise istisna. Bu merkezcilik, özellikle göçebe halklara dönük açık bir önyargıyı da beraberinde getirir. Göçebeler, üretici değil yıkıcı; kalıcı değil geçici; yazısız ve dolayısıyla tarihsiz olarak tanımlanır. Türkler de bu kategoride değerlendirilmiştir. 

19. yüzyıldan itibaren Avrupa merkezli tarihçilik, Türkleri “medeniyet dışı” bir unsur olarak resmetmiş, onların uygarlık kuramayacakları, yazı geliştiremedikleri ya da felsefi bir derinlikten yoksun oldukları öne sürülmüştür. Bu söyleme karşı Türk Tarih Tezi, yalnızca ideolojik bir yanıt değil; bilimsel bir meydan okumaydı. Göktürk Yazıtları, yalnızca yazılı belge değil; devlet felsefesi, birey-devlet ilişkisi ve toplumsal ahlakı içeren metinler olarak bilim dünyasına sunuldu. Arkeolojik buluntular, Türklerin şehir kurduğu, ticaret yaptığı, sanat ve mimaride yaratıcı olduklarını ortaya koydu. Bu bulgular, Batı’nın barbarlaştırıcı tarih anlatısına karşı güçlü bir hafıza direnişi oluşturdu.

Edward Said’in “Oryantalizm” kavramı, bu süreci açıklamak açısından önemlidir. Said’e göre Batı, Doğu’yu kendisini tanımlamak için kullanır. Doğu’nun “öteki”leştirilmesi, Batı’nın “biz”liğini kurmasının bir aracıdır. Türkler de bu “öteki”nin merkezindedir. Barbar, istilacı, irrasyonel ve otoriter imajlar; Batı'nın kendi karşıtını kurmak için kullandığı imgelerdir. Ancak Said’in gösterdiği gibi bu imgeler bilimsel değil; ideolojik ve kültürel kurgulardır. Bu nedenle Türk tarihçiliği, yalnızca kendi tarihini anlatmakla kalmamalı; aynı zamanda bu merkezci tarih anlayışını sorgulamalıdır. Tarih, yalnızca olayları değil; o olayların hangi bakış açısıyla anlatıldığını da sorgulayan bir alan haline gelmelidir. Böylece tarih, bir zincir olmaktan çıkar; bir anahtara dönüşür. Sadece geçmişin değil, bugünün ve geleceğin de kapılarını açar.
-------------------------------
SONUÇ: TARİH, BİR MİLLETİN KENDİ HAKİKATİNİ ARAYIŞIDIR

Tarih, bir milletin yalnızca geçmişini bilme çabası değil; aynı zamanda kendini tanıma ve geleceğini inşa etme mücadelesidir. Her millet, kendi tarihini yazarken aslında kendine bir anlam, bir varlık zemini arar. Bu nedenle tarih, yalnızca bilgi değil; bir kimliktir. Hangi olayların seçildiği, nasıl anlatıldığı, kimin kahraman kimin hain sayıldığı; milletin ruhsal haritasını belirler.

Türk milleti, tarih boyunca yalnızca savaşçı değil; aynı zamanda kurucu, dönüştürücü ve taşıyıcı bir uygarlık öznesi olmuştur. Göktürk tamgaları, yalnızca alfabeler değil; bir dünya görüşünün sembolleridir. Orhun Yazıtları, yalnızca anıt değil; bir milletin kendini anlamaya çalıştığı bilinç metinleridir. Bu bakımdan Türk tarihi, yalnızca olayların tarihi değil; düşüncenin, iradenin ve ruhun tarihidir.

Türk Tarih Tezi’nin önemi, yalnızca Batı’ya karşı bir savunma aracı olmasında değil; aynı zamanda kendi tarih anlatımızı oluşturma cesaretinde yatar. Her ne kadar eleştiriye açık yanları olsa da, bu tez; bir milleti edilgen bir tarih nesnesi olmaktan çıkarıp, aktif bir tarih öznesi haline getirmiştir. Bu da tarihin yalnızca geriye bakan değil, aynı zamanda geleceği şekillendiren bir disiplin olduğunu gösterir. Tarihçinin rolü, burada belirleyici hale gelir.

Her tarihçi, kalemiyle geçmişi şekillendirirken aslında bir pusula tutar. O pusula, sadece nereden geldiğimizi değil; nereye gidebileceğimizi de gösterir. İşte bu nedenle tarih, yalnızca bir aynaya bakmak değil; o aynanın ardında kendimizi yeniden yaratmaktır. Tarih, zincir değildir. Doğru okunursa anahtara dönüşür. Ve o anahtar, sadece kilitli kapıları değil; karanlıkta kalan bilinci de açar. Türk milletinin geçmişi, bir zaferler zinciri olduğu kadar, bir düşünce tarihidir. Bu düşüncenin izini sürmek, sadece tarihçiye değil, bilinçli her yurttaşa düşen bir görevdir.
----------------------------------------
KAYNAKLAR:

Akademik Kaynaklar:
Edward H. Carr, *Tarih Nedir?*, İletişim Yayınları, 2006.
Michel Foucault, *Bilginin Arkeolojisi*, Yapı Kredi Yayınları, 2002.
Martin Heidegger, *Zaman ve Varlık*, Agora Kitaplığı, 2001.
Benedict Anderson, *Hayali Cemaatler*, Metis Yayınları, 1993.
Anthony D. Smith, *Etnik Kimlikler ve Milliyetçilik*, Dost Kitabevi, 2002.
Afet İnan, *Medeni Bilgiler ve Atatürk’ün El Yazmaları*, Türk Tarih Kurumu, 1969.
Zeki Velidi Togan, *Umumi Türk Tarihine Giriş*, Enderun Yayınları, 1981.
Halil İnalcık, *Devlet-i Aliyye*, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2012.
İlber Ortaylı, *Tarihin Sınırları*, Kronik Kitap, 2021.
Taner Timur, *Tarih ve Toplum Kuramları*, İmge Kitabevi, 2000.
Doğan Avcıoğlu, *Türklerin Tarihi*, Tekin Yayınevi, 1996.

Epigrafik, Arkeolojik ve Dilbilimsel Çalışmalar:

Talât Tekin, *Orhun Yazıtları*, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1995.
Marcel Erdal, *A Grammar of Old Turkic*, Brill Academic, 2004.
Osman Fikri Sertkaya, “Eski Türk Yazıtlarında Kültürel İzler”, *Türkiyat Mecmuası*, 2001.
Mehmet Ölmez, “Göktürk ve Uygur Alfabesi Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme”, *Dil Araştırmaları*, 2010.
İlhami Durmuş, “Turukkuların Kökeni ve Kültürel Bağlantıları”, *Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi*, 2017.
Muazzez İlmiye Çığ, *Sümerli Ludingirra*, Kaynak Yayınları, 2003.
Ahmet Ünal, “Sümer-Türk Kültür Bağlantıları Üzerine Yeni Bulgular”, *Anadolu Arkeoloji Dergisi*, 2015.
Ekrem Memiş, *Türklerin İlk Çağ Tarihi*, Pegem Akademi, 2012.
H. W. Saggs, *The Might That Was Assyria*, Sidgwick & Jackson, 1984.

19 Temmuz 2025 16-17 dakika 41 denemesi var.
Yorumlar