Kompozisyon

Elindeki boş kağıda bakıp duruyordu öğretmeni ismini çağırdığında. Biraz da "artistlik" olsun diye elinde boş bir kağıtla tahtaya çıktı. Ne var ki sırada bıraktığı tek şey, kendince gereksiz bulduğu varlığından kalan boşluk değildi. O kendini de sırada bırakmıştı. Tahtada elinde boş bir kağıt ve sınıf arkadaşlarının onun yüzünde daha önce hiç görmedikleri bir bakışla öğretmenin 15 dakika önce yazmalarını istediği serbest konulu kompozisyonu okumaya başlayan kişi bambaşka biri gibiydi.
" Sevgilim,
Mektubumu özenle hazırladım senin için. Hayalin ilham kaynağım iken, hasretin kalemim, senin için atan bu kalp hokkam oldu. Hasretini aşkına batırıp batırıp yazdığım satırları göçmen kuşlara güvenemediğimden değil, bülbüllerden kıskandığım gül yüzünü de göreyim diye kendim okumak istedim.
İki bin yirmi iki yılının sıcak bir yaz sabahıydı. Ben rahat yatağımdan başımı şehrin gürültülü bir Pazartesi gününe kaldırırken uyuşuk uyuşuk esniyordum. O gün de beş yıldır alıştığım bu rahat hayata nasıl oldu da bu kadar kısa sürede alışabildiğime hayretler ederek uyanıyordum. Şehrin Pazar günlerinin zengin akşam yemeği artıkları benim kahvaltı tabağımı süslerken bir yandan da birkaç günlük taze haberleri gazetelerden okudum. Şehrin o betonumsu metalik kokusunu içime çekerken mutluydum. Yanımdan gelip geçenlerin bu koku yerine, içinde oturduğum karton evin ve içinde yaşadığım elbiselerin çöp kokusunu duymalarına üzüldüm. Benim burnum alıştığı için artık duymuyordu bu kokuyu, bu yüzden başka güzel kokuları fark edebiliyordum. Her zamanki gibi köyde doğup büyümeme rağmen köy faresi yerine şehir faresi olduğumu kabullendim. Böyle bir hayatı kırsalda yaşamaya da çalışmıştım çünkü. Hem doğayla temiz havayla baş başa, stressiz bir hayat olacaktı, hem de doğadan yiyecek elde etmek daha kolay ve sağlıklıydı. Fakat şehrin gürültüsünden uzakta yaşayamadım. Sessiz ve huzurlu olmalı diye tahmin ettiğim bir kır akşamüstünde, günbatımı üstüme mezarın üstüne atılan toprak gibi çökerken kuşların ormandan gelen normalde huzur verecek olan cıvıltıları korkunç çığlıklara dönüşürken çıldırmadan kendimi zor attım şehre. Kaldırım taşları, sabaha kadar yanıp sönen ışıklar, araba alarmları benim gibi şiir içmeyi bırakmış tövbekâr bir ayyaşın doğal ortamıymış meğer.
Şehir faresi Pazartesi gününe Pazartesi sendromu olmadan uyanıyor diye espri bile yaptım, birden hatırıma gelen kır maceramı unutmak için. Belliydi o günün sendromsuz geçmeyeceği aslında. Bir yerlerde çalmaya başlayan "Dağların Kadını"nı duymazlıktan gelsem de belliydi.
Kahvaltıdan sonra yürüyüşe çıkmak için ayağa kalktım. Aslında sadece ayağa kalkmak bile sabah sporum için yeterliydi. Ama hiçbir zaman sporu sevmemiş olan ben, spor için yürüyüşe çıkmıyordum. Yürüyüşe çıkıyordum çünkü insanlar, uyumadıkları zamanlarda kaldırımda benim kılığımda birini gördüklerinde kendi kılıklarına bakmadan karşılarındakini (ya da belki ayaklarının dibindeki canlıyı demeliyim) dilenci sanabiliyorlardı. Ayakta durmak insan olduğunu göstermenin bir gereğiymiş meğer. Ben de insanlığımı arz-ı endam etmek üzere yürüyüşüme başladım.
Tüm emekli şairler gibi bi kaçamak yapıp deniz kenarına ineyim dedim o gün yürüyüşüm için. Dalgalar evrensel mısralarını mırıldanırken burnum denizin tansiyonu yükseltmeyen tuzlu kokusuyla bayram yapar, esen meltem de parfüm olup koltukaltlarımı doldururdu. Kültürlü bir şehir faresinden de ancak bu beklenirdi zaten.
Kordon boyu arz-ı endam ederken dersane talebeleri beş dakikalık araları fırsat bilip fırlamışlardı deniz dibine. Benim bir zamanlar yapamadığımı yapıp ayakkabılarının denize düşmesinden korkmadan denize doğru ayaklarını sallayarak oturup manzaranın tadını çıkaranlar vardı. El ele sevgililer de vardı şehir faresinin hassas burnunu sızlatan. Gözlerim biraz geride bir bankta oturan çifte takıldı. Talebe olmayacak kadar yaşlıydılar. Yaşları nerdeyse, hemen hemen... Ama olabilir miydi, bu kadının yüzü...
Bu dalgın bakan bir çift göz...
Elleri eşinin ellerinde...
O kadar şok oldum ki ne yaptığımın farkında bile değildim. Oturdukları bankın biraz yakınında öylece ayakta onlara bakar halde kala kalmışım meğer. Bana seslendiğinde, sesini duyduğumda kendime geldim ve bir parça değişmiş de olsa kesinlikle tanıdığım sesiyle de artık emindim. Senden başkası değildi karşımdaki.
'İyi misiniz?' diye sordu. Gözlerimi ayırmadan başımı salladım. 'Gerçekten, iyi değilseniz söyleyin.' Sonra duraksadı biraz. Yanıma yaklaştı. 'Aç mısınız, bir şeyler alalım size?' Dedi sesini alçaltarak. Onun kısık sesle bana ne dediğini o an anlamadım. Aklımdan bin türlü olasılık geçti. 'Bu adam beni zorla tutuyor, lütfen beni kurtarır mısın' mı demişti acaba? 'Şimdi konuşamayacağım ama bana nerede kaldığını söyle sana uygun bir zamanda ulaşacağım' diye mi sormuştu yoksa? Ben gözlerimi onun gözlerinden ayıramıyordum. Her ikisi de gittiğinde onların oturduğu bankta bu sefer ben oturuyordum. Elimde bir kâğıt parçası hissettim. Son anda giderken sıkıştırmış olmalıydı elime. Aklıma ilkokul yıllarımız geldi. Bunu bana o zaman da yapmıştı. Bu benim o güne dek aldığım her ne kadar kısa da olsa oldukça net olan ve ilk olan ve tek olacak olan aşk mektubuydu.
Acaba bu ikincisi mi diye heyecanla açtım ellerimi.
O an anladım bana ne sorduğunu. Çünkü arz-ı endam yürüyüşüm sona ermiş, ayakta duran insanlığım denize bakan bir bankta, aşk mektubu sandığım rakamlı-boyalı bir kâğıda yenik düşmüştü.
O gün orda ölmeseydim, 'Şehir fareleri denizde yüzemez, bi daha denize yaklaşmak yok' der hayatıma devam ederdim. Ama öldüm. Tekrar doğduğumda karton evimde, çöpten çıkan yiyeceklerimle mutlu değildim artık. Tekrar doğduğumda eski benden geriye kalan tek şey kalbimdi.
Artık tanıyamadığım beynim ya bana bir oyun oynadı ve gerçekten var olmayan bir gerçeklik yarattı, ya da gerçekten hiç var olmayan bir makine yarattı ve şimdi burada, bu zamandayım.
Sana eski benden bir emanet getirdim. O da seni hala seven kalbimdir. "
Saniyenin binde biri kadar bir an için duraksayıp 'o'nun ismini söyledi kompozisyonun sonunda. O küçük anda oturduğu sıradan biri kalkıp tahtaya çıkmıştı. Kimse görmemişti ama sevdiğinin adını söyleyen oydu. O kendisiydi.
Başka bir evrende her zamanki gibi sıradan bir gün daha başlıyordu. O gün kahvaltı sofrasında gazeteden başka bir şey yoktu. Gazetelerde ise olumsuzluklar, salgın hastalıklar, savaşlardan başka bir şey yoktu. Şehir faresi yine de mutluydu. Şehrin betonumsu metalik kokusunu içine çekerken biliyordu ki, o kendi savaşını kazanmıştı.
En azından bir cephesini.

11 Temmuz 2012 6-7 dakika 9 denemesi var.
Yorumlar