Kuzeyin Savaşçı Oğullarına

Kuzeyin yitik zamanlarının savaşçı oğullarına... Ben hiç anne olmadım... Kuşlarım oldu benim, bir de yılkı atlarım... Yitik unutuşun kıyısından topladığım çakıl taşlarına yazmıştım adlarınızı... Sonra bir hırsız yağmur adlarınızı unutturdu... Sırılsıklam bir aşkla kavrulurken yedi rengi ebemkuşağının, yerin yedi kat dibinden gelen sesleri dinlemeye başladığımda, unuttum adınızı... Bende garip bir kara büyü olmalıydı, kutsandığı mı sanmıştım oysa o sunakta... Sözlerimin, sesimin katlini izlerken, gözlerimden kızıl yaşlar bir yitik ırmağa akıyordu...ki adınız adım olmuştu çoktan... Ondandır adımı da unutuşum... Bağışlayın ... Savaşçıydınız Gamzelerinizin kuytusunda saklanırken 'iyilik', siz yitik ölü kuşlara mezarlar kazardınız gök/yüzlerde!... Kanardı gökyüzü, lacivert ağlardı mavi kıyısında semanın... Sahipsiz ölü kuşların mezarları yıldızlarda olmalıydı, ışığa mıhladığınız iyilikte doğan sevdalar kör bir düğüm gibi boğazımı tıkar, dilimi lâl, kulağımı sağır eden Pan'ın flütünü armağan ederdiniz uykuya, ninniye, uyku sayan yorgun zamana... Senelerce karanlık, izbe, kuytu bir kuyuya hapsedilmiş yakamozların ışığı gibiydim... Güzel sözlerinize sevdalanırdı uyku; kardeş gözlerinize, 'kutup yıldızını kaybetmeden yürümeye devam et' derdiniz haps olmuşluğumdan bihaber, aşık olurdum size sebep/siz... Meleklere davetkâr ,sahipsiz mektuplar yazardınız ince bileklerinizden sızan kanla, mektup sözcüklerinin hep barış kokan savaşçı kızıla esir düşmesi bundandı... Gözyaşlarınızla içinize yazdığınız, sessiz bıraktığınız kimsesiz şarkılarınızı, bir gömüte dönüştürmeyi göze alarak kazımıştınız kalplerinizin mavi kıyısına... Gerisi muammalı bir yitik zaman şarkısı... Ani bir kararla bana emanet etmiştiniz iyiliği... İyilik; sessiz, sakin, huzurlu, yeşil çimenlerin saflığına bırakılan bir gelincik kadar narin, nazende, bir ruhun diğer bir ruha söylediği şarkı kadar güzel gelmişti başlangıçta... Ve sonra vakitsiz okunan dualarda doğdu ölüm... Ölümü siz, sizi ölüm doğurdu... Ve musalla taşlarının başına musallat olan yitik, yorgun gölgeli güvercin gözlerinizden bir tek siz sorumluydunuz... Savaşçıydınız... Sunaklarda kurban bir yaralı iyiliği emanet etmiştiniz bana... Belki de bilmeden ve sonsuzca... Giderek sarmallaşan , giderek beni, esaretimi kutsayan kanatlarınızı da benimle bıraktınız giderken... Ve ellerinizi... ' Bir iyilik gibi, geldin ve gittin....' Dedi kanatları yok, beyaz ışık hûzmesinden yüzünün esrik yalnızlığının gölgesini yüzüme düşüren melek . Ve buz çatladı. Şehir ıslandı. Islanmak ne kelime ! Şehir sular altında kaldı. Ve uyku... Uykusadığın yalnızlığının diğer adına, maviye daldın, unuttun kendini o mavide... ' Acı ' aşılması güç bir duvardı karşıma çıkan... Duvarlar etrafımıza hüzünlü mavi bir melek çemberi nakşetmişti... Boğuluyorduk. 'Acının sesi yoktu. O yüzden acısı dayanılmazdı. Ruhu inlemelerin yerine; siyah, zehirli çiçeklere benzeyen yaralarından irinli sıvının sessiz bir volkan gibi patlamasına, akmasına, etrafın ölüm kokmasına razı gibi görünüyordu... Kirli bir kokuydu dayanamadığımız... Nefes almak daha da güçleşiyordu. Kızıl bir ışık ince ince kör ediyordu tanrının gözlerini de... Matruşka zaman perilerinin dansında rakseden ölü ruh çağrılarının zamanla kalbimi siyaha boyayan sessiz inlemelerine zamanla alıştık... İyilik ve ben,ikimiz... Yapayalnızdık... İyilik bir zaman şarkısının sarkacında, gelgitli umutların şaşaalı ama titrek seslerine cevap verememenin ezikliğiyle –ikimizin adına- ağlamasının gerekli olduğuna inandırmıştı kendini ama ağlayamıyordu... Giderek elden ayaktan düşmüş, zayıflamış, nefesi kesilmiş, kara kuru bir kadın iskeletine nefesini hapsetmiş, kalbimin köşesinde öylece duruyordu. Eski bir sonbahar fotoğrafında, kızıl ateşinde kara kışların; yani yağmurun sesinde, kışın ayazında ve karın ılık, beyaz sıcağında, buz tutmuş ellerini bulmaya çalışıyordu... **** Hiç kimsenin yağmurun bile sizin elleriniz gibi böyle küçük,böyle çocuk elleri yoktu şarkısı çalıyordu kalbimin kırık plağında. .. Ellerinize bakarken ağlamamaya çalışıyordum. İyilik, acı ve umut tam karşımda çocuk gözleriyle bana bakıyor, şehir can çekişiyor, plâk cızırdıyordu... Ağlamalıydım...! Kendimi kendimden İyiliği, acıyı, umudu benden azâd etmenin tek çaresi buydu, biliyordum... Ağladım. Ve yükseldi sular. Şehir ve bacası tüten o evlerdeki insanlar çoktan kavuştukları yağmurun sesiyle bağıra çağıra, savaşır gibi, sevişir gibi, yeniden doğmuş gibi sarıldılar, sarmalandılar, sarmaladılar kendilerini dingin ölümün çocuk-su rengiyle... Şimdi gözlerim hiç görmüyor... Tüm hayat, dünya uykuya dalarken; yağmurun sesinden kuzeye göç ediyor kanatsız kuşların gri tüylerine bırakılmış özlem ve ayrılık... Sonra Tanrı kuş bakışlı penceresinden gözünün ucuyla bize yani aşağıda kalanlara bakı veriyor birden.... Gözüne takılan ve giderek bir tufana benzeyen kuş göçünün sesiyle irkiliyor. Tanrı mutlu ! İnanmayacaksınız ama gördüm.... Evet,gördüm O ‘nu !... Esaretimiz tanrıyaymış, azadımız tanrıdan, tanrıyla... Şehr-i zamanı sular altında bırakıp, insanlara dinginliği muştulayan sessizlik, tanrının sesiymiş, bilememişiz... ............................................. Kuzeyin savaşçı oğullarından ve yitik unutuşun, yitik geçmişinden çaldığım şarkıyı söylüyordum. Gökyüzünden kanat sesleri havalanıyor, gök/yüzlerinizi şefkatle okşuyordu tanrı... Gözleri nemliydi hâlâ... Evlerin bacaları tütmeye başlamıştı yeniden... İklimler göç ediyordu o zamanlarda da ...Yapraklar yerine mevsimler üşüyor ve daha çok sokuluyorlardı birbirlerine... İYİLİK, ACI VE UMUT sığınıyor, çoğalıyorlardı birbirlerinde... Tüm kötülüklere inat sevgi vardı... Sonra elleriniz geliyordu aklıma... O savaşçı elleriniz... Bir kutuya koyup getirmiştiniz kanlı ellerinizi, saklamam için iyilikle birlikte bana vermiştiniz... Delicesine ağlamaya başlamıştım ellerinizi yeniden hatırladığımda... Sonra savaşçılığınızı, savunmasızlığınızı bana bıraktığınızı an‘lamıştım ! Hem de aniden ! Masumiyetiniz; unutulmuş, kirlenmiş, kızıl kanı kurumuş, bedensiz bir yara gibi önümde duruyordu... Hıçkırıklara boğuluyordum... Her birinizin adı aklıma bir bir geri geliyordu sonra ! Ve yüzleriniz ! Ve zaferleriniz... Yenilgileriniz ! Bu burukluk hissinin tarifi yoktu o zamanlarda, şimdi de yok... Anlatsam, acı bile utanır anlayamamaktan... İyilik elini omzuma koymuş, gözlerime bir gülümseme bırakmıştı. Ağlamamalıydım yeniden... ! Savaş bitmişti ! Zafer bizimdi artık !.... Ağlamamalıydım... Ellerinizi alıp, öperek kutsadığım masumiyetinizin tanıklığında; tüm acılardan; hem kendi adıma, hem de sizin adınıza af dileyerek kabul etmiştim Tanrı'nın dokunuşunu... Ellerinizi Tanrı'ya geri vermiştim... 9 aralık 2015

01 Haziran 2016 6-7 dakika 31 denemesi var.
Yorumlar