Liman
Akacak kan damarda durmaz derlerdi bize bir kaza bela olduğunda. Akacak duygularıma seslendim ben de. Duygularım yer değiştirmeyi seviyorlardı ve onları yazarken oluk oluk taşmayı. Kan kırmızısı renkleri vardı duygularımın. Yazarak, suyun yol bulması gibi akmalarını sağladım.
Aslında hem çok umursamaz hem de çok duygusaldı kelimelerim. Taşmakla, taş olmak arasında seçim yapmalarını istesem hiçbir kelimem donuk bir şekilde kalmayı istemeyecekti biliyorum. Özü su olanın işiydi, yazarak taşmak. Kolayı ise etrafına lav püskürtmekti belki. Bağırdığımda kendimi bir hayvana benzetiyordum. Sonra düşünüyordum sil baştan. Etrafımız hayvanat bahçesi ise kendimizi aslan kaplan gibi kükrerken buluyorduk. Olduklarımız, olmadıklarımız ve olmak istediklerimiz sanki fikir birliği yapmış, bir dağ gibi her gün cesaretimizi sınıyorlardı. Bu dağı tırmanacak mıyız, geriye mi döneceğiz yoksa dağ kelimesini bile silecek miyiz cesaret sözlüğümüzden diye?
Herkes kendi ölüsüne ağlarken buluyordu kendisini. O kadar ağlıyordu ki bir gün kendisinin de öleceğini unutuyordu ve diğerinin de. Ve diğerinin, ölülerine ağlayışını da...Herkesin ölüsüne ağlarken bile, aslında kendi yalnızlığına ağladığı muhakkaktı. Kaygılarına ağlardı insan, korkularına ağlardı. Bilmediği ve bilmek istemediği yabancılıklara ağlardı...
İşte vehim kökünden gelen evhamlarımız, bizi çepeçevre kuşattığında albastı, karabastı diyerek avutmuşuz kendimizi. Al karısı hikayesi anlatırlardı bize eskiden. Hep bir hortlakla bizi diri tuttukları hakikat. Bu, ülke gündeminde de böyle ne yazık ki. Hep korkacağımız bir şeyler çıkıyor karşımıza ya da çıkarılıyor.
On bir on iki yaşlarındaydım İstanbul'dan akraba çocukları gelmişti. Köyde dedemlerin yanındaydım. Neyse dediler ki haydi mereğe gidelim oyun oynamaya. Merek bizde samanlık demektir. Neyse geldik mereğin kapısına bir tanesi dedi ki içeride bir hortlak var. Muhtemelen, karabasan var diyerek korkuttu bizi...Kimse içeriye giremedi, korktuk, sızlandık, kapı aralığından baktık. Evet, var denilince var oluyor. Bir ışık var, mereğin üstündeki pencereden yansıyor muhtemelen ama bir de gölgeler var. O gölgeler bakınca bir canavara benziyor evet. Ne yapmak gerek. Sürü etkisiyle bekledik, korktuk, çıldırdık ama içeriye girmeye cesaret edemedik. Neyse hepimiz evlerine geçti. Çocuk ben, duramadım yerimde, tekrar kalktım mereğe gittim. Kapının önünde bir müddet bekledim. Kapı aralığından hayaleti inceledim. Boyunu, şeklini vs. iyice süzdüm. Hiç kıpırdamıyordu. Çünkü hayaldi ve canlanmak için benim ondan daha çok korkmamı bekliyordu belki de. Durdum duramadım, kapıyı ittim en sonunda kalbim güm güm atarken. İçeride, mereğin direğinin önünde, direğe yaslanmış bir tarım aletiydi gerçekte gördüğüm.
Hayallerle gerçeklerin ayrımına varamadığımızda ne çok hortlakla mücadele ettiğimizi fark ediyorum şimdi. Ve merak sayesinde bir şeyleri keşfedebilmek cesaretimi destekliyorum hala. O merak, kabuğumu kırmamı sağlayacaktı çünkü. O merak sayesinde yaralarımı sarmaktan da kanatmaktan da korkmayacaktım. İnsanın kendisine liman olması, en iyi bu cesaret olgusuyla izah edilebilir.
Çünkü bize yıllarca bir dağa yaslanmamız gerektiği öğretildi. Şimdi ben bugün bir dağ olduğumu hatırladım, bir liman, bir şelaleydim hatta. Kendi dağımın içinden taşan bir şelale olduğumu hatırlattı çocukluğum bana. İnsan sürekli korkarsa gerçekle de yüzleşemiyordu maalesef. Kendisi kafeste olup, başkalarını demir parmaklıklar içinde sanmak gibi bir şeydi korkmak. Korkularımızı cebimizde saklarsak küçülür, dışarıya salarsak büyüyüp kocaman bir canavara dönüşür. Böyle bir yazı okumuştum evet hatırlıyorum. Ağzımızdan saldığımız sözler de bu anlamda kaderimize dönüşebiliyor. Bir şeyi kırk kere söylersek o oluyor ve nihayetinde. Sevgiyse sevgi, nefretse nefret. Tutmaksa tutmak, salmaksa salmak. Mesafeler, engeller, ön yargılarla geçiyor zamanlar. Bahçedeki en iyi gülü aramanın verdiği o mükemmellik duygusu önce kendimizden nefret etmemize zemin hazırlıyor sonra da insanlardan. Kaçak göçek yaşıyoruz sonrasında da. Korkuyoruz her şeyden, herkesten...Bahçedeki en iyi gülü arayan, en iyi bahçıvanı bulduğumuzda biz de saadete ereceğiz belki kim bilir?
Belki de bir şeyin mükemmelliği onun kusurlu ve eksik oluşundadır ha ne dersiniz? Ve mükemmellik eksiklerle tamamlanmak ve o eksikleri kabullenmektir, cesaretle kuyunun dibine inince...Dönüp gölgeme sordum, onay bekleme benden deyip kaçtı gölgem benden. Onay almaktan bile vazgeçtim. Kendi limanımda duygularımı serpiştirdim suya. Hayallerim, düşüncelerim limandaki huzuru sevdi. Acıyı çekersen acı çekerdin küreğinle, huzuru istersen huzur. Huzur dedim on bin yüz milyon kere. Sen ne dersen o dedi liman. Liman da yorgundu...
"Akacak duygular yürekte durmaz dedim son kez. Artık dingindim hiç olmadığım kadar..."