Liyakat Sadakat

Her ne kadar kış mevsiminin tam ortasında olsak, hava sıcaklarının 5-6 dereceleri gösterse bile dışarlarda dolaşmamak olmaz. Ruhum sıkılır gün boyu içerde kalmakla. Ufkum, sadece duvardaki resimlerin enginliği ölçüsünde daralır. Göğün mavisine hasret kalırım. Kısa süreliğine yürüyüş yapmak, temiz hava solumak mutlu eder beni. Sağlık için de gerekli; çam ağaçlarıyla bezeli gezi parkurumuzda bir arkadaşla yürüyüp yarenlik etmenin hoşluğu bir başka güzeldir. Yaşamımın olmazsa olmazları arasındadır her gün yürüyüş yapmak. Üzerimize kâbus olup çöken Corona günlerinde, soğuk havaya da aldırmadan çam havası teneffüs edip; sanattan, spora, günlük siyasete kadar… çeşitli olguları konuşmak ayrı bir güzelliktir benim için…

Daha geçen hafta buluştuk klasik deyişle kafa dengi bir arkadaşımla. Yürüyüşü başlattık. Hava durumu ve dört büyüklerin süper ligdeki performansları futbol sohbetimizin başlangıcı oldu. Üç büyük futbol kulüplerinin başarısızlığını irdeledik. Sezon sonunda Trabzonspor’un ipi göğüsleyebileceği derken söz son yıllarda çokça duyduğumuz liyakat, sadakat konusuna kaydı. Arkadaşım ayaklı kütüphane, donanımlı bir eğitim emekçisi. Başladı öğretmenlik yıllarını anlatmaya. Etkili anlatımı sarar beni. Daha çok dinlemekle yetinirim tutarlı fikirler anlatan muhataplarımı:

“80’li yıllarda kalabalık öğretmen ve öğrenci kadrosu olan bir okulda çalışıyordum. Büyük bir kentin varoş mahallesindeydi okulum. Eğitim-öğretimin yozlaşmadığı yıllardı. Şimdiki gibi sözleşmeli, ücretli öğretmen uygulaması yoktu okullarımızda. Hepimiz kadrolu öğretmenlerdik. Aramızda örnek bir uyum vardı. Ders işleme teknikleri, öğretmen-veli ilişkileri vb. benzeri konularda deneyimli arkadaşların görüşlerini ilgiyle dinlerdik. O yıllarda ilköğretim uygulaması başlatıldı ülkemizde. Semtimizde birkaç yıl önce açılmış kiralık bir binada çalışmaların sürdüren ortaokul da vardı. Ortaokulla okulumuz birleştirildi. Okulumuz böylece 8 yıllık İlköğretim Okulu oldu. İlkokul müdürümüz başka bir ilkokula müdür olarak gitti. Ortaokul müdürü de ilköğretim Okulumuza müdür olarak atandı.”

Öğretmenimin okul yıllarını anlatmasının liyakatle, sadakatle ne ilgisi var! Acaba anılara daldı, sözü bağlamayı mı unuttu? diye meraklanırken, soru sormama gerek kalmadan sözlerine devam etti:

“Sayıları üçü, beşi geçmeyen ortaokul öğretmeni arkadaşlarla kısa sürede kaynaştık. Zaten selamlaşırdık sokakta karşılaştığımızda. Yeni müdür olarak atanan arkadaş iri yarı bedenli, kalıplı bir arkadaştı. Ağır sıklet grekoromen sitili güreşçiler gibi geniş omuzlu, kalın enseli; asık yüzlü bir idareciydi. İlkokul öğretmeni bizlere yukardan bakar, bayrak törenlerinde okul kurallarını azda olsa ihlal eden öğrencilere ağza alınmayacak sözlerle adeta hakaret ederdi. Öğretmen arkadaşlar da nasiplenirdi bir müdüre yakışmayacak sözlerden… O galiz sözlerin çoğu aklımda. Tekrar etmekten hicap duyarım…

Güzel günler geride kalmıştı. Okulda çalışmanın tadı-tuzu kalmamıştı. O yıllarda sene içi atamalar yapılırdı. İlkokulu arkadaşların birçoğu başka okullara gitmek adına tayin dilekçesi verdi. Arkadaşların bu tavrı müdürü daha baskıcı yaptı. Hatırlarsın biz öğretmenler her gün günlük plan yapardık. Ders başlamadan önce müdür imzalardı planlarımızı. Sözü uzattım farkındayım:

Özellikle planları beğenmemek, bazı planların yeniden yazılması konusunda ısrarcı olurdu. İlköğretim Okulu uygulaması yeni olan okulumuzu sık sık Milli Eğitim Müdürü, müfettişler ziyaret ederdi. Okul müdürümüz üstleri karşısında kendisine eş arayan bülbüller gibi şakır, yüzünde güller açardı. Böylesine üstlerine sadakat, sözüm ona, astlarını, bizleri ezmek isteyen bir yöneticiyle çalışmak çekilmez olmuştu…”

Siz de mi atama dilekçesi verdiniz? Diye sordum saygın meslektaşıma. Şaşırmıştım sözlerine. “Büyük beyinler fikirleri tartışır, orta halliler olayları, küçük beyinler ise insanları tartışır.” Eleanor Roosevelt’in bu özgün sözünü anımsadım. İnsanları mı yoksa fikirleri mi tartışıyorduk. Söz konu liyakat-sadakat olduğuna göre fikirler üzerineydi muhabbet. Aksi takdirde kişiler üzerine kısır konuşmalara girmezdik.

“Evet, atama isteyenler arasında ben de vardım. Gözlerinden(!) anlıyorum sözlerimin sonunu nasıl getireceğimi merak ettiğini. Aradan fazla zaman geçmemişti. Duyduk ki, müdürümüzü ilimize hayli uzak bir ortaokula atamışlar. Eh eden bulur(!) Arkadaşımız otuzdan fazla öğretmen ve kalabalık öğrencisi olan bir okulda hakkıyla görev yapacak yetkinliğe, bilgi birikimine ve tercümeye sahip değildi. Güneş ışınlarının yetesiye parlak olmadığı sonbaharın son günlerini yaşıyorduk. Okuldaki karamsar havayı bulutların arkasından azıcık yüzünü gösteren güneş ışınları dağıtamıyordu. Müdürümüzün gitmesiyle sisli, puslu, karamsar hava yerini altın ışıklı bir temmuz güneşine bırakmıştı adeta …”

Kral öldü yaşasın kral diyerek yeni atanacak müdürü beklediniz haliyle?

“Kısa süre içinde yeni müdür atandı. Koltuğunun altında siyah çantası, çevreyi meraklı bakışlarla süzerek geniş okul bahçesinde okul binasına doğru yürüyen takım elbiseli, kravatlı bir beyefendi gördüm. Beden Eğitimi dersimi bahçede yapıyordum. Sözü uzatmayayım. Bu beyin yeni okul müdürü olduğunu kısa süre içinde öğrendik.”

Yeni atanan, düzgün kılık kıyafetiyle arkadaşımın dikkatini çeken okul müdürü sadakat ve liyakat bağlamında okulda nasıl bir çalışma yapacaktı? İç sesim, sohbetimizin teması liyakat ve sadakat olduğuna göre arkadaşım bu kez okuluna yeni atanan müdür hakkında liyakat kelimesinin içini dolduracak sözler edeceğini fısıldıyordu. Gezi süremizi yarılamıştık. Kalan süre iç sesimin fısıltılarının beni yanıltım yanıltmadığını anlamaya yeterliydi…

Devam edecek…

18 Ocak 2022 5-6 dakika 148 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar (1)
  • 2 yıl önce

    Sevgili İbrahim abi, anlatımlarınızdaki naifkik, samimiyer, bir konuyu enine boyuna işleyişiniz okuyanda çok etki uyandırıyor. Her zaman keyif ve ilgiyle okumam bir yana ufkuma kattıklarınız için minnettarım. Yazınızın devamını merak ettim inanın. Bu bölümde değerli arkadaşınızın ifade ettiği: "Eğitim-öğretimin yozlaşmadığı yıllardı." Cümlesi çok dikkatimi çekti. Çok doğru bir tespit. Gerçi bir öğrenci olarak yetiştiğim kasabadaki öğretmenler içerisinde yoz düşünceye sahip öğretmenlerimiz olduğunu hatırlıyorum. Ancak bunlar kişiye mahsus hayat görüşüydü. Şimdi ise eğitim sisteminde ve buna bağlı olarak toplumda ciddi bir yozlaşma söz konusu ne yazık ki... O zamanın eğitimcilerdeki genel olarak görülen öğrenciye yönelik şiddeti ve yukarıda bahsedilen müdürün öğrenci ve meslektaşlarına gösterdiği tutumu sergileyen müdürlere de denk geldim. Tabi bunları öğrenci gözüyle yazıyorum. Ancak konu müdürün bilinçli olarak oraya atandığını da düşünmedim değil. Çünkü seksenli yıllar ve sonrasındaki birçok dönemde yönetim hep sağ görüşlü olduğu için, hep sağ görüşlü kişiler müdür olarak atanıyordu (şunu da ifade edeyim ki haksızlık olmasın, ülke yönetimi sola geçince aynı şeyi onlar da yapıyordu). Tıpkı şimdi olduğu gibi... Alt idarecilerde de durum buydu. O tayin furyasında sol görüşlü biri olan babamın yıllarca aynı ilkokulda müdürlük yapması çok ilginç gelmiştir bana... Gerçi o da başka köyde yaşayan yeğenlerinin karıştığı bir kavgada, hiç alakası yokken konunun babama mâl edilmesi sonucunda tayini çıkacağını öğrenince yirmi küsur yıllık müdürlükten istifa ederek emekliye ayrılacağı zamana kadar öğretmen olarak Karasu'da kaldı. Ki bu babama sunulan bir teklifti. Yani: "Ya müdürlükten istifa et Karasu'da kal ya da tayinini yaptıralım." Denildiği kalmış aklımda ya da buna benzer bir ifade... Bunu babama iletilmesini isteyen de Karasu'lu olup, yıllarca babamla aynı ortamda bulunmuş, selamlaşmış, birbirlerini tanıyan (hatta babaannemin pişirdiği yemekten yemiş) ve o dönem ANAP'tan Sakarya milletvekili çıkmış kişidir. Yani babam da yıllarını mesleğine vermiş bir müdür olarak liyakati siyasete tercih eden kişilerin kurbanı olmuştur. Kaldı ki kendisi kasabada sevilen, sayılan, itibar edilen birisidir. Ve bir müdür olmasına, doğru düzgün derslere katılmamasına rağmen yıllar önceki öğrencilerinin karşısına çıkıp elini öptüğüne defalarca şahit olmuşumdur. Diğer taraftan eğitimcilik ve dürüstlük adına, adı her zaman saygıyla anlamıştır. Yani böylesi bir idarecinin siyasete kurban edilmesi de liyakat konusunun o zamanlarda da göz ardı edildiğinin bariz bir örneğidir babam... Ne güzel oldu da sizin yazılarınıza denk geldim. İlgi ve merakla devamını bekliyorum. Sonsuz sevgi ve saygılarımla sağlıklı günler dilerim.