Mor Zambağın Türküsü

Mezarlığın ıssızlığında kayboluyordu umutlarım. Ses seda yoktu etrafta. Gidenlerle kalanların dillerinin ayrıştığı o ince ve keskin çizgide durup kendimi dinledim. Eski neşem, saflığım, çılgın ve istediğini yapan benliğim yerini sadeliğe ve duruluğa bırakmıştı. Eskileri anıp mutlu oluyor, hüzünlerimi irdeliyordum. Yaşa diyordu, mezardan gelen sahipsiz bir ses. Yaşa sende arta kalanları. Sadece eskisi kadar heyecanlandırmıyordu beni, günlük rutinler. Hepsi de çok kıymetli olan anlarıma seslendim. Aziz olun hatıralarım. Eskiden olduğu gibi sizi yine el üstünde tutacağım. Beni ben yapan geçmişimle, sizi yine seveceğim dedim. Sessizliğin de bir dili vardı elbette. En iyi mezarlıklar anlatıyordu, sükutun perdelediği bütün duyguları.
Geçen gün kahverengi bir şal aldım kendime. Kahveyi, sadece içerken sevdiğimi bilirsin. Ya da bilmiyorsun, önemi yok . Ya da ya da detaylar önemlidir, fark etmezliğin bir adım ötesine geçince insan. Artık sadece salata türlerini değil, farklı hamur işlerini de denemeye çalışıyorum. İki atölyem var sanırım, üzerinde ince düşündüğüm. Birisi mutfak ve diğeri yazmak. Hani böyle, bir şeyleri öğrenirken, deneyimlerken acele etmediğinde insan, sanki daha daha sindirerek yaşıyor mutlulukları diye düşünüyorum. Merdaneyle dostluğum için geç kalmış saymıyorum kendimi bu yüzden. Hayat; sürekli öğretir, yeter ki öğrenmeye karşı o istek ve merak hiç tükenmesin insanda. Mezarlığa çevirdim yeniden bakışlarımı. Yazıları okumak kolaydı ama yazgıları okumakta güçlük çekiyordu insan. Hayatın katılaştırdığı yazgılar vardı. Erken gittiğini düşündüğümüz yazgılar vardı. Yazısı henüz yazılmamışlar ve yazgısına direnenler vardı ayrıca. Yazısını beğenmeyenler, isyan edenler de aldıysa yerini, evrende mor zambağın türküsü rahatça yayılabilirdi artık.
Okumanın bin bir türlü halinden biriydi insan için gözlemlediği şeyleri yazmak. Bir yazan bin düşünür, görür gözlemler ve bir kere yazar. Tek bir alanı olmaz gözlemlemenin. Mezarlıkta anladım bunu. Aynı anda mor zambağın türküsünü dinledim hem, hem mezarları dolaştım. Sessizliği okudum her birinde ama ne kağıda ne de gökyüzüne yazamadım. Sessizliğin kendine has dinginliğine bıraktım sadece o gün bütün hislerimi. Geçişli ve geçişsizdim. Kolay ve zordum. Açık, net ve büsbütün çelişkiliydim. Hem yarım, hem tamamdım sanki. Hem yetiyor, hem yetmiyordum kendime.
Klasik bir faldır ya papatya bildiklerimi tekrar aradım yapraklarında. Kendimi seviyordum evet. Seven sevilirdi çünkü. Ama kendisini seven sevilirdi, bunu mezarlıkta öğrendim. İnsanın kendine, duygularına daha çok özen gösterdiği yıllardan ve yollardan geçiyordum. Evdeyken sürekli evi, açık havada sadece gökyüzünü seviyordum. Neredeysem orayı çok seviyordum. Güzel yerlere, anlara anlam yüklemekten ziyade anlamın kendisi olmak, arayışımın bana kazandırdığı bir başka güzellikti. Gittiğim yere sadece bavulumu değil; neşemi, sevgimi, hüznümü ve kendime biçtiğim değeri taşıyordum, bunun farkındaydım. Mor zambağa sormayı istediğim soruları yalnızca kendime soracağım bugün ey kendim. Kendini hala seviyor musun? Seni bıraktığım o son yerde misin hala? Ve almaya gelsem, elimden tutar mısın yine?
Bir mor zambağın kokusunda aradım göğün kayıplar listesindeki unutulmuşlukları. Seni hatırladım gönlüm. Azizdin ve hep aziz olacaksın...