Neden Yazmalıyız

Yazının milada şerh edildiği MÖ:3200'lere dayanan genel kabulün rastlantı olmadığı gerçeğinin izinde yolculuğa çıkmadan önce, bu kabulü dayatan aklın sinerjisiyle bizlere vermek istediği mesajın arka planına bakalım. O zamandan günümüze kadar geçen beş bin yıllık sürecin, ilk insan izine rastlanan ana kadar geçen süreç içinde küçük bir dilim olmasına karşın diğer tüm zamanların hepsine yazıyla hükmetmesi bir tesadüfün ürünü olabilir mi?

Sözel kültürün, yazına temel olduğu sanırım herkesin ortak kanaatidir ancak sözle düşünen insanın bunun kaydına durması; onu yaşadığı zaman aralığından kurtararak sonraki nesillerin hayata tutunma becerilerine kimi zaman destek kimi zaman da yanlıştan dönüşüne örnek teşkili olması, bizleri deneme-yanılmanın zaman yontularından kurtarmıştır. Oysa günümüzde yazı dilinin etkin olmadığı toplumlarda yerel yaşam tarzlarının çeşitlendiği bilgisine götürmüştür ki etik ve değer yargıları birbirlerinden tamamen farklı iç dinamiklerin olduğu yaşam formları görmek ve bu formların dışa kapalı yapılarının kendi doğru edimlerini bile ihraç edemedikleri gibi diğerlerinin doğru edimlerinden habersiz bırakmıştır. İşte yazmak bize bu dirençlerin kalın buzullarını kırma gücü vermiş olabilir mi acaba?

"Okumak bir insanı doldurur, insanlarla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır." diyen F. Bacon'ı bu düşün çıktısını yazmaya teşvik eden neydi? "Neden yazmalıyız?" sorusunun cevabı da kanımca burada gizlidir. Yazmak esasen aydınlanma sürecinin son evresi olsa da içinde; problemini, analizini, deneysel etkinliğini ve nihai hedef olan sentezini içine alarak boyutlanan yada bilince yeni ufuklar ekleyen bir tasarımdır. Tabiidir ki her çözüm ortaya konduğu andan itibaren gerek lehte gerek de aleyhte eleştirilerin kurbanı olması, yazın ürünlerinin insanı düşünmeye sevk ettiği fikrine iddianame gibidir ve her iddianame yukarıda bahsedildiği gibi tartışmaya açıktır. Yazının tartışmaya neden olan efekti; aklın ortaklaşa mutabakatıyla kabul edilebilir çözüm yolların ulaşma adına insanlığı daha erkencil platformlarda buluşturabilir mi peki?

"En güzel sanat, yaşama sanatıdır" derken John Macy, "Ey insan! Sanat yalnız senindir." diyen Schiller'in o nadide eserlerin düşün ürünü olduğunu ve buna haiz tek canlının insanlık olduğuna en güzel vurguyu yapmıştır. Yazarların çıkarımlarından insanın dönüştürerek yordama yetisinin diğer bütün canlılardan daha fazla olduğu ancak doğuştan bunları beraberinde getirmediği ve sonradan öğrenerek edinmesi bakımından diğer canlılardan farklılaşmıştır. Hülasa hayvanların bir çok yeteneğinin kaynağı doğuştan gelen dürtüler olmakla birlikte doğal hayatın koşulları ile şekillenen yaşantılarına karşılık, insanlık bilgi birikimlerini eğitimle aktarıp o koşulları kendi faydasına değiştirerek en zorlu iklim ve ortam engellerine rağmen hayatta kalabilmeyi başarmış, keza popülasyonu arttırmayı da bilmiştir.
Ya yazının buna ulaşmada rolü olmasaydı, günümüzde gelinen noktada olabilir miydik?

Mahatma Gandhı'nin "İnsanlıktan daha kusursuz hangi kitap vardır ki!" iddiasına nazire olarak insanın kusurlarından ders aldığı ve oluşan sorunlara cevap arayışını eski yaşantılardan alıntılaması diğer anlamdan tarihin tekerrürüne bakması onu zamanda yolculuğun kestirmelerinden geçirerek, geleciğin tehirinden kurtarmıştır. Peki geçmiş deneyimlerin kayıtları olmasa bu zaman sıçramaları mümkün kılabilir miydik?

Şimdiye kadar yazının evrensel boyutunda gezindik. Oysa onun ulusaldan bireysele doğru tümden gelen diğer boyutları da bulunmaktadır.

Ulusal manada ülke kalkınması, yazın çeşitliğinden beslenen ufukları ile sanatın bilime öncülük ettiğini Jules Verne'in " Deniz Altında Yirmi Bin Fersah' adlı kitabının denizaltıların yıllar sonraki keşfine götüren sürecin temel taşı olması, yazının ne derece önemli bir buluşun imzası olduğunu kanıtlar niteliktedir. İhtiyacın hayali fitillemesi, hayalin yazılarak insan zihnine ekilmesi, olgunlaşan fikrin bilimin buluşları ile desteklemesine değin geçen zaman bazen o hayali kurgulayan insanın ömür cenderesinin yetimsiz kaldığı gerçeğini gördüğümüzde yazma etkinliğinin önemi su yüzüne kendiliğinden çıkacaktır. Nitekim Andre Gıde'n "Hatıra yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır." tümcesi, bu bulgunun mihenk taşı vasfını üstlenmiş olabilir.

Bireysel boyutta yazmak kişisel gelişime, kazanca, manevi tatmine, ve erdemli davranımın huzuruna erdirebilir insanı. "Sanatkâr, cemiyette uzun ceht ve gayretlerden sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır." demiş Atatürk çünkü bizce sorun olabilecek olgunun başkalarının dikkatini daha çekmemiş olması aslında bir erken teşhis bilincinin flaşı olabilir ve sonranın yada geç kalınmışlığın pahalı bedellerinden insanlığı bir aşı maliyetiyle kurtarabilir, yazmak da o aşı betiminde ki rolü kapabilir.

Sonuç olarak yazmak; bizleri sözün ağzın avlusundan göğe uçuşan unutkan halinden kurtarıp, tek tutar dalımız olan kalıcı eserlere ç/evrilip zihnin karanlık odasında ki dönüşümü tamamlayarak göz alıcı bir kelebeğin ömrüne ömür katabilir. Ve dahi karanlıkta kalmış bir ümidin kandillerini yakarak hayata canhıraş çabalarla tutunmuş ama kendi arayışında debelenen nice insanın bir manada intiharı olan öğrenilmiş çaresizliğinden kurtarabilir.

04 Aralık 2011 4-5 dakika 14 denemesi var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (3)
  • 12 yıl önce

    Zengin kelime çeşitliliği ve cümle kurgusu ile güzel bir deneme olmuş. Neden yazmalıyız sorusunu herkes sormalı bence ve herkesinde kendine göre geçerli bir cevabı vardır mutlaka. Cevap veremeyenler bu soruya zaten boşa kürek çekiyorlar demektir. En basitinden söylenebilecek şey, kendini aşmaya çalışmak olarak da algılanabilir. Arada yazın hayatının sayılı düşünürlerinin tarihe mal olmuş cümleleride yazıya ayrıca derinlik ve güzellikler katmış. Söz uçup yazı kalıyorsa ve dahi bizim yaşadıklarımız, ağzımızdan çıkanlar Tanrı'm ve melekler tarafından kaydediliyorsa, ki biz öyle olduğuna inanıyoruz. O zaman biz de düşüncelerimizi kayıt altına almalıyız mutlaka. Gelecek nesillere aktarıla aktarıla yazılan her ne ise, daha güzel bir dünyayı ileriye taşımaya yardımcı olacaktır. Kutluyorum bu güzel yazını içtenlikle Mehmet...👍

  • 12 yıl önce

    Yazı yazılabilen her hangi bir yer,yazı yazabilecek her hangi bir araç ve bu eylemi gerçekleştirebilecek her hangi bir kişi ile düşüncenin vücüt bulması şeklinde basitçe anlatabilmek mümkün gibi görünüyor YAZI YAZMAyı. Yazan ve okuyan taraf olarak iki türlü etkileşimi olmalı yazının.Yazan ,başladığı ilk kelimeden itibaren zihninin,yüreğininin,gözlerinin,ellerinin ve belki bütün benliğinin egemenliği altına alınır,gelecek kelimeler artık dizginlenemez,dört nala koşar ,ilham perisi sirtında...yazmak bzaen bir hayal sokağında kaybolmuşken yolların bir gerçeğe,hatta bir buluşa çıkmasıdır.Yazan,en önce görmek zorunda değildir elbette ama elinde olmadan en önce ve en derin hisseden olur.Ya da ilk hisseden yazan olur demek gerekir.kendinde boğulmaları,unutmuşlukları,suskunlukları,iç çekişmeleri yine kendinde konuşturan,denkleştirendir. Okuyan tabiki yazan olmasa yoktur,peki okuyan olmazsa yazan yalnızlığının kısır döngüsüyle kaç tur daha çemberin içinde döner.takdir edilme arzusu yazarın da içinde bir yerlerde mütevazi bir edayla otur muyormu? Okuyan yazanın beynindeki bütün incelikleri mutlaktır ki göremez,kendi hayat tecrüberiyle harmanlayıp bir çıkarım elde eder

  • 12 yıl önce

    doğrular yanlışlar çarpışıp erken teşhis adına ulaşılması uzun zamanlar alabilecek çözüm yollarında daha az hasar görerek buluşulması imkanlı hale gelir.Yazmak ,bir düşünceyi bin düşünceyle çarparak sonunda binbir fikirlere varmak,yeni yollarda yeni insanlarla karşılaşıp eklenerek ,çoğalarak ,artırarak yaratmak...

    sevgilerimle