Otorite ve İktidar

Gerçeğin peşinde…

Soru, zamanından önce gelirse iki şey olur. Soruyu muhatap alan soru ile ilgili bir alanda çalışıyor ise sorunun karşılığı olan şeyi bulmak, çözmek için uğraşır.

Soru kapsamı bireyin uzmanlık alanı değilse, soru bireyin zihin yüksekliği yani entelektüel seviyesi oranında cevap bulur, karşılık bulur. Bu cevap “kesin doğru” değildir, zihin seviyesi ölçüsünde doğrudur.

Zamanından önce gelen soru bu iki şeyle karşılaşır. Normal olan budur.

Ama bir de anormal olan vardır. Sorunun karşılığına öyle anlamlar yüklenir ki zihinsel seviyesi düşük, sıradan insanların zihinlerinde farkına varamadıkları kambur oluşturur, zihin bu kamburdan kurtulamaya çalışamadığı gibi bunu gerçeklik olarak kabul eder. Bu durum hastalıklı bir mutluluğa bile dönüşebilir.

Öyle eğilir bükülür hale gelir ki özünü kaybeder, insan her şeyi ile bu anlam yükleyenlere teslim olur. Yani insan kendi dışında bir şey haline gelir, kendinden başka bir şey olur. Bir gün bir taş ustasıyla konuşmuştum. “Filan yerde bir taş duvar var, ne duvar yapmış ama adam” diye konuşmuştum. Usta güldü. “Oradakiler taş değil o kadar çok oynanmış, özü gitmiş ki, taştan başka bir şeye dönüşmüş” dediğini hatırlıyorum.

İnsan da böyledir…

Güç; iktidar ve inançtan beslenir.

İktidar ve inanç halk kökenlidir. Bu iki olguya yaşam veren, ayakta tutan halktır. Ama bu iki olgu, halk yararına çalışmaz. Güç yararına çalışır. Bunun böyle olmasına halk çoktan razıdır, hatta böyle olmasını ister. Köylü, işçi, çiftçi gibi beden işçisinden tutun da büro çalışanına kadar yani bilgi işçisine kadar bunun böyle olmasını halk ister.

Eğer bunlar yani alt sınıf halk adına bir şey söyleme, bilgilendirme, aydınlatma, onlar adına çaba harcama asla halk tarafından kabul görmez. Hatta kabul görmediği gibi bunları söyleyenler ve çaba gösterenler karşılarında bir tehlike ve düşman olarak algılanır.

Çünkü gerçek aydınlanma, özgürleşme, haklar vs. üzerine olan her şey, halka anlatılmak istenilen bilgi seviyesi, halk için uygun değildir. Onlar ilkokul seviyesindeki yaşam bilgileriyle kendilerini devam ettirirler, daha üst seviye bilgiyi analiz etmeyi bırakın anlayamazlar bile. Bu yüzden dünya tarihindeki kitle hareketleri bir gurup tarafından yönetilir. Bu gurup “güç”ün ta kendisidir.

Halk hiçbir zaman kendisini bulmaz.

İşte bu seviyedeki bilgilerden kaynaklanan yani kaynağı halkın sahip olduğu bu bilgilerden inançlar ve iktidarlar çıkar. İnanç; ruhani otorite, iktidar ise maddi otoriteyi temsil eder. Güç ise; egemenlerin kudretini sembolize eder.

Hindu geleneğinde Kşatriyalar ve Brahmanlar, Hindu kast sisteminin en üstteki iki sosyal konumu ifade eder. Kşatriya görünebilir dünyanın iktidarını elde bulunduran dışsal gücü, Brahmanlar ise Tanrısallığı elinde tutan içsel gücü temsil ederler. Fakat tüm bunları halk adına değil görünmeyen güç adına kullanırlar.

Diğer geleneklerde olduğu gibi bu geleneğinde temeli “şükür ve sabır”dır.

Maddi etki iktidardır, ruhani etki ise inançsal bir otoritedir.

Maddi gücü, yani iktidarı elinde bulunduranlarla ve ruhani otoriteyi temsil edenler toplumları istediği gibi yönlendirirler, yönetirler. Bireyin doğasının şekillenmesini, kaderini bile bu iki gücün uyumu sağlamaktadır. Bu iki gücün çatışması, yeniden uyumuna kadar, alt sınıfların büyük bedeller ödemesine sebep olur. Filler tepişir çimenler ezilir misali…

Kutsallık; kutsallığı üstlenen ruhanilik, maddi otoritenin içinde eridiği kaybolduğu durumlar olmuştur. Bu durum bile bize göstermektedir ki; “kutsal olan” bir başka şeyin içinde erimez, şayet erirse o şey zaten kutsal olmaz, olamaz. Dolaysıyla kutsallığın vekaletini kendinde görenler net olarak insanlık dolandırıcısı “sahtekar”lardır. Buna inananlar ise en basit terimle “cühela”dır, cahiller takımıdır. Cahilin böyle düşünmesi fatalizme yani kör kaderciliğe yol açar. En azından kutsala olan saygıdan dolayı şunu düşünmek lazımdır.

İman ettiğimiz Tanrı, bize böyle bir kader mi çizmiştir? Hayır... elbette ki hayır!

Hiçbir insan tam anlamıyla köleleştirilemediği gibi hiçbir insan tam anlamıyla özgür de değildir. Şehir bir tür toplama kampı görevini yürütür, bu açıdan düşünürsek. Kölelerin burjuvaya dönüşme özentisinden, züppeliğinden başka bir şey değildir. Burjuvalılık; halkın kendi kendisini egemen güçlere renkli teslimiyetinden başka bir şey değildir.

Halkın bu cendereden kurtulması şimdilik imkansızdır.

Bu ne kötüdür…ne büyük kötülüktür.

Halk, his olarak var olduğu dünya düşüncesinde olmadığı gibi inancında da samimi değildir. İnancında da ulaşmak istediği, varmak istediği hedefe bencil davranarak gider, ulaşılmak istenilen şeylerin kendisine sağlayacağı yaraları hayal ederek özentiyle gider. Bu bir inanç burjuvasisidir.

Samimiyet yoktur…

Mahşer yeri bir ve ikincilerle doldu taşacak. Üçüncüler cehenneme doğru gidecekler…

Yolda onlara ne yaptınız siz diye sorulacak, suçlulukla kısılmış sesler, yalvarır gözlerle bakarak cevap verecekler.

“Biz insanlığı çaldık. İnsan hırsızlığı yaptık, yaşam hırsızlığı yaptık.”

Ne kötü bir sondur…

Aramıza kötülüğü kim serpiştirdi. Öyle ya aynı soydan, aynı kavimden, aynı aileden geliyorduk. Kötülüğü ve düşmanlığı sürekli kılan kimdi?

İbrahim’in kavmindendik. Birimiz İshak birimiz İsmail’den geldik…dedemiz Adem’in çocukları da düşman kılınmıştı bir birlerine. Adem iyi ise Havva kötü müydü? Zıtlık ilkesine göre böyle olmalı yani zekamızı aldığımız annemiz kötü mü?

Öldüresiye düşünceler içinde bulduk kendimizi…

Neden?

Bilmediği bir şeyi, insan bilmiş gibi yapar mı? Soru buydu ama kimse sormadı, sormuyor. Belki zamanı gelmemiştir.

İnsanlık ortada kaldı, kadim zamandan beri ortada kaldı. Kıyametle mi kaldırılacak insanlığın ortada kalan cenazesi…

Ve ne çok cenaze bırakıldı orta yerde, ortalık yerde. Cevapsız soruların ortada kaldığı gibi.

Siz dünyalıklara kapılıp “cenazeyi ortada bırakıp” kaçanlardan mısınız?... Sıcağı sıcağına “ona kim öldü derse onun canını alırımdan” mevtanın çöl sıcağında üç gün bekletilmenin altında büyük beklentiler yatıyordu.

Uhud’un yağmacıları çok masum kalıyordu, göz yaşına boğulan yağmacıların yanında. Kendinden sonra halef olarak gelenlerin ilk üçü de yoktu amca çocuğunun üç gün sonra kaldırdığı cenazede.

Biçimcilik aynıydı.

Sabiiler gibi abdest alıp Yahudiler gibi buyurun cenaze namazına, dediler kavga dövüş ortasında. İktidar ve inanç aynı yerde buluşmak istiyordu, gücü elde etmek için.

Kimi iktidar kavgası, kimi kavim üstünlüğü, kimi de sülale egemenliği, kimi de fakirlikten bunu yaptığını söylüyordu. Söylenilen her söz kadar ayrılıklar oluştu, birleşmek yerine. Ortada kalan iki olguya sahip çıkan gücü elde edecekti.

İnanın kutsal yer buna tanıklık etti, utanç duydu.

Sonra kutsal taşa yüz sürüp çevresinde mi dönüyorsunuz kutsal yerin, kendinizden arınmak için.

Tanrı adına çok büyük, çok kalabalık sözler söylediler.

“Tanrı iyilik istiyor ve bizi iyi olacağız,” dediler.

Öyle mi?...

Tanrı için mi iyi olmak istiyorsun yoksa sen kötü bir insan mıydın da iyi olmayı kendi dışında bir güç için istiyorsun.

İnsan kendisi için iyi olmalı… üstüne üstlük var edilmiş kötülükten kaçınarak iyi olmalı. Şeytan dedikleri içsel musallatın büyüğü olan yanıltıcı, kötülüğe iten, cin gibi zekası olan varlığı da benim bu zorlu yolculuğumda yoluma çıkaran… Sensin!

Ve diğeri, azmış olan şeytana pabucunu ters giydirecek kadar fetvaz ( fetva veren)ve fetbaz (kötülük üreten)olan, içinde ürettikleri ya da örgütsel biçim almış kocaman kötülüklü, bir o kadar da güçlü insanları karşıma diken Tanrım.

Tanrı’ya rağmen.

Ben neyim?

Ey beni muhtaç bırakıp bu muhtaçlıklara kurallar koyan, cezamı kesmek için karşısında hata yapmamı bekleyen ve hatamın cezasını vermek için sabırsızlanıp dört gözle bekleyen ve cezam yerine gelirken bundan keyif alacak olan Tanrım.

Yine de…

İnandık ve iman ettik!

Öyle söylediler “Sen bu imişsin.”

Yoksa hatalı mıydı onlar? Yalan mıydı söyledikleri? İnanç için söylenenler ve iktidarlar yalan üzerine mi inşa ediliyor yoksa?

Ve yanına, huzuruna ölüm daveti ile çağıran Tanrım. Ölümü vasıta kılıp bizleri çağıran Tanrım. Canımı bedenimden alırken de eza çektiren Tanrım, yaşlanan bedensel ve zihinsel tüm acılarımla birlikte huzuruna geldim.

Kovdun gittim! Çağırdın geldim. Benden daha ne istiyorsun, etim ne budum ne benim? Ben senin yarattığın andan daha saf daha çaresiz bir “insan”ım.

Ama iş söyledikleri gibi değilmiş… bana yalan söylemişler.

Sanat ile mesleği, sanatçı ile zanaatçıyı bile birbirinden ayıramayan insanlar, nicelik ile niteliği nasıl ayırsınlar. Sanat ve meslek, sanatçı ile zanaatçı iç içe geçmiştir ama aralarındaki bağı ve farkı anlayamayan görüş eksik görüştür. “Sanat, insani etkinlik biçimidir.” Doğru bir söyleyiştir kim söylemişse.

Bir şeyin gerçeği vardır, gerçeği olur. Gerçeğin kendisi odur ama;

İnsanlar onun anlamını değiştirir ya da konforlarında aşırıya kaçmak için, gerçeği aşırılıklara uygun bir şeymiş gibi gösterirler. Azarlar, azgın hale gelirler…

İşte bu yüzden; niceliksel yalanlar söylemişler. Gerçekten kutsal olan şeyleri hiçe sayıp, ayırt edemediklerini kutsalın yerine ikame ederek, niceliksek düşünce ve amellerini kutsalın yerine koymuşlar.

Bu ne yanıltıcıdır… Ne kötüdür.

İnsan şeytanlaşmıştır, yani kendi eliyle kendini kötülüğün yerine koymuştur, ikame etmiştir, şeytanın yerini almıştır.

17 Ekim 2023 9-10 dakika 27 denemesi var.
Beğenenler (3)
Yorumlar (4)
  • "Aramıza kötülüğü kim serpiştirdi." sorusu ile aklıma ilk gelen şey Kabil olmuşken, bir sonraki cümleden itibaren onları okumak hoş bir gülümseme bıraktı Abi... Dedim ki "yine..." :)

    Manifesto kalibresinde bir yazı. Anlayabilene elbette... Ve sonra şu nicellik. Bu sabah biraderin mesaisinin bitimine doğru yazdı. Uyuyup uyumadığımı sordu, uyumuyorsan gel oturalım, hiç uykum yok dedi... Saat sabah 6. Tatlı sabah soğuğunu içime çeke çeke yürüdüm. Evde de tatlı tatlı günün ışıklarının şehri doldurmasını izlerken, spektrumlar kadar da sıcak bir sohbet dönüyordu... Etrafımızda, yakın etrafımızda da hiç normal insan olmadığını söyledim. Bunu destekleyici örnekler, örneklerin sebepleri ve kökenleri, ayrıştırdık baya baya.

    Telefonda kim olduğunu söylerim Abi. Baya yakın çevremizden birisi, din ve ev almak ile kafayı bozmuş vaziyette. "Neden sence Abi" dedi... "İki tane dünya savaşı görmüş, yerlerinden yurtlarından edilmiş, topraksız ve evsiz kalma korkusuyla yaşamış ebeveynler tarafından yetiştirilirken, babanın ölmesi. Obsesif kompülsif bozukluk. Biriktirmeye kırmış. Dine o aşırı düşkünlük de sevap biriktirdiğini düşünmesi" dedim. "Müthiş tespit" cevabını aldım. Eğer evren öyle işliyorsa, yandım ben. Ben de çok günah biriktirmişimdir... :) Ya, bunlardan çok çok daha önemlisi, sabah bu sohbetlerin üstüne eve döndüğümde okudum yazıyı. Yine sobeledin beni Abim, Ruh Komşum... Kalptesin.

  • 7 ay önce

    Birey okuyup öğrenip bilinçlenirse oluşturacağı toplum da o denli akılcı ve doğru inançla hareket ederse iktidar açısından halkın yararına istikrarlı bir otorite oluşur güç sahibi olmak adına makam kapma hevesine girenlerin yaratacağı toplumsa ezilir bastırılır ve susturulur tıpkı günümüz toplumu gibi. Güç kontrolü kaybederse güç olmaktan uzak kalır sadece halkın başına bela olur Güzel bir paylaşımdı Sayın Kına kutluyorum