Paslı Devletin Küflü Belgeleri / Onaylı Aptallık

Paslı Devletin Küflü Belgeleri / Onaylı Aptallık

“Devlet onayladı diye akıllı sayılmadılar; sadece itaatin belgesini aldılar."


GİRİŞ 


Türkiye, son yıllarda sahtecilik vakalarının çığ gibi büyüdüğü, bu çürümenin artık sistematik hale geldiği bir dönemden geçiyor. Sahte diplomalı doktorların hastanelerde hasta muayene ettiği, sahte avukatların davalara girdiği, sahte öğretmenlerin çocukları eğittiği bir ülkede yaşıyoruz. Daha dün, Adana’da sahte diploma ile doktorluk yaptığı tespit edilen bir şahsın yıllardır ameliyatlara katıldığı ortaya çıktı. Sadece bu da değil: İstanbul’da sahte ehliyetle yıllardır yolcu taşıyan bir minibüs şoförünün karıştığı kaza sonucu bir aile yok oldu. Bu haberler sadece münferit olaylar değil, artık bir düzenin tezahürü. Türkiye bir "sahtecilik cumhuriyeti"ne dönüşüyor ve bu, basit bir suç değil; toplumsal, kültürel ve siyasal bir iflasın işareti. Sahte belgeler, yalnızca bireylerin yasa dışı yollarla kazanç elde etme çabası değil, aynı zamanda sistemin de çürümüşlüğünü gösteren bir röntgen filmidir. Bu sahtecilik olayları, bireysel hırsların sonucu değil, sistemin sahiciliği ayıklayamamasının bir sonucudur. Çünkü sistem, belgeyi sorgulamıyor, etik değerleri umursamıyor, liyakati aramıyor. Önemli olan sadece dış görünüş ve ilişkiler. Bu da belgeyi değil, sahteyi teşvik eden bir iklim yaratıyor. Daha vahimi, bu sahte belgelerin bazen devlet kurumları eliyle onaylandığı veya görmezden gelindiği durumlar. 2023 yılında basına yansıyan bir habere göre, YÖK'ün denklik verdiği bazı yabancı üniversitelerin aslında sahte ya da kayıt dışı olduğu ortaya çıktı. Kosova, Kuzey Makedonya gibi ülkelerde birkaç haftalık kurslarla alınan tıp ve hukuk diplomaları, Türkiye'de denklik kazanıyor ve insanlar bu sahte belgelerle toplumun en hayati alanlarına sızıyor. Bu bir zafiyet değil, açık bir rezalettir. Bu durum yalnızca kişisel mağduriyetler değil, toplumsal trajediler doğuruyor. Bir sahte doktorun yanlış tedavisiyle ölen bir çocuk, sahte psikoloğun yönlendirmesiyle intihara sürüklenen bir genç, sahte öğretmenin ilgisizliğiyle yitip giden bir gelecek… Bunlar basit hatalar değil, doğrudan cinayettir ve bu cinayetlerin azmettiricisi, sahteciliğe göz yuman sistemdir.

İşin daha karanlık bir boyutu, bu sahte belgelerin çoğu zaman torpil mekanizmasıyla birlikte çalışmasıdır. Belge sahte, ama arkan sağlam. Bir tanıdığın varsa, referansın yüksekse, kimse sana bu belgeyi nasıl aldığını sormuyor. Sorgulayan memurlar ya sürülüyor ya da sessizleştiriliyor. Yani sahtecilik sadece sahte belgeyle sınırlı değil; bu sahteciliği koruyan, kollayan bir ağ da mevcut. Toplumsal olarak bu durumun en yıkıcı etkisi, güven duygusunun tamamen çökmesidir. Vatandaş artık kime güveneceğini bilmiyor. Hastaneye gittiğinde doktora güvenemiyor, çocuğunu emanet ettiği öğretmenin gerçek olup olmadığını sorguluyor, mahkemeye çıktığında hâkimin kararından şüphe ediyor. Çünkü bir ülke, kurumlarına olan güveni kaybettiğinde sadece otoritesini değil, varlık sebebini de kaybeder. Gençler artık eğitim sistemine inanmıyor. Üniversite okumanın, diploma almanın, emek vererek bir yerlere gelmenin anlamını yitirdiği bir atmosferdeyiz. Çünkü sahte belgeyle bir yerlere gelen insanlar, bu çürümüş sistemin sembolü haline geliyor. Örnek alınan kişiler artık çalışkan olanlar değil, uyanık olanlar. Bu da bir nesli daha başlamadan bitiriyor.

Yapılan akademik araştırmalar da bu krizin boyutlarını gözler önüne seriyor. Türkiye’de son 5 yılda sahte diploma nedeniyle açılan dava sayısı %300 arttı. Ancak bu sadece yakalananlar. Gerçek sayı çok daha yüksek ve bu olayların yalnızca küçük bir bölümü kamuoyuna yansıyor. Kalanı, siyasi ya da kurumsal baskılarla ya üzeri kapatılıyor ya da sızdırılmıyor. Bu, hukukun değil, mafyatik yapının göstergesidir. İşin bir başka boyutu, sahte belgelerle yükselenlerin, sistemi dönüştürmesi. Yani sahte belgeli bir kişi, kuruma girdikten sonra sadece kendisini değil, o kurumun tüm yapısını ifsat ediyor. Liyakatsiz atamalarla, kendi gibi sahte olanları yanına alıyor ve bu çürümüş yapı, giderek genişliyor. Artık sahicilik bir tehdit, sahtekârlık ise bir norm haline geliyor. Bu yapının sürdürülebilir olmadığını herkes biliyor. Ama kimse ses çıkarmıyor. Çünkü insanlar korkuyor. Gerçeği dile getirenler ya işten atılıyor, ya sosyal olarak dışlanıyor. Oysa bu suskunluk, en az sahtekârlık kadar tehlikeli. Toplumun susması, çürümeye ortak olması demektir.

Eğitim sistemindeki zaaflar da bu sahteciliği besliyor. Üniversitelerde yeterince denetim yok, akademik dürüstlük ilkesine sahip çıkılmıyor. ÖSYM skandalları, soruların çalınması, sınavların torpille yönetilmesi, bu sahte belgelerin önünü açan birer zemin. Çünkü sistemin kendisi adil olmayınca, insanlar da adil olma gereği duymuyor. Yine medyanın bu olaylara olan yaklaşımı da sorunlu. Bazı medya organları bu haberleri ya sansasyonel hale getirip gündem tüketiyor ya da hiç görmüyor. Oysa bu haberler sadece skandal değil, ulusal güvenlik sorunudur. Çünkü sahte belgeler, yalnızca bireysel dolandırıcılık değil, bir ülkenin geleceğine kasteden bir tehdittir. Uluslararası alanda da bu sahteciliğin etkileri görülmeye başlandı. Türkiye’den yurtdışına gönderilen sahte diplomalı kişilerin skandalları, ülkenin itibarını zedeliyor. Avrupa’da bazı üniversiteler Türk diplomalarını artık daha sıkı denetlemeye başladı. Bu, yalnızca sahtekârları değil, dürüst ve emek vermiş milyonlarca öğrenciyi de mağdur eden bir sonuç.

Ben bu yazıyı kaleme alırken, aklımda sürekli şu soru dönüyor: Neden bu kadar sahtecilik var? Çünkü gerçek olmanın, dürüst olmanın, emek vermenin artık ödüllendirilmediği bir sistem var. Çünkü sahte olan daha hızlı, daha kolay, daha risksiz bir başarı vaat ediyor. Ve sistem buna göz yumuyor. Sonuç olarak, sahte belgeler bu toplumda yalnızca bir suç değil, bir semptomdur. Ama daha da ötesi, bu semptomun işaret ettiği hastalık, sistemin tüm bağışıklığını kaybetmiş olmasıdır. Türkiye artık gerçeği ayırt edemeyen, sahtekârlığı cezalandıramayan, hatta kimi zaman ödüllendiren bir yapıya sahip. Bu da yalnızca hukuk değil, varoluşsal bir krizdir. Bu düzen böyle devam ederse, bir gün gelecek, hiçbir belgeye güvenilmeyecek. Ve o gün geldiğinde, sahte belgeler değil, gerçek hayatlar mahvolacak. İşte o zaman artık hiçbir şeyin telafisi olmayacak. Bu yüzden mesele sadece belgeler değil; bu belgelerin yarattığı iklim, ruh hali ve zihinsel çöküştür. Ve bu çöküşe karşı ses çıkarmak, yalnızca bir hak değil, bir sorumluluktur.

--------------------------------

Sahte Belgelerin Yükselişi: Semptom mu, Hastalık mı?

Sahte diploma, sahte ehliyet ya da sahte doktor vakaları artık münferit istisnalar değil; aksine, Türkiye’nin kurumsal dokusuna işlemiş birer sistemik belirti haline geldi. Her hafta haber sitelerinde rastladığımız sahte avukat, psikolog, mühendis veya sağlık çalışanı haberleri artık kimseyi şaşırtmıyor. İstanbul’da sahte diplomayla özel hastanelerde çalışan hemşirelerden, Adana’da lise diploması bile olmayan sahte öğretmenlere, hatta Mardin’de yıllarca hâkimlik yapmış bir sahtekâra kadar uzanan bu yelpaze artık akıl almaz boyutlarda. Bu durum, yalnızca bireysel suçlar ya da güvenlik açıklarıyla açıklanamaz. Bu, sistemin ta kendisinin çözülmeye başladığını gösteren çok daha derin ve tehlikeli bir toplumsal hastalık. Asıl trajik olan, bu belgelerin işe yaraması. Yani sistem, bu sahte belgeleri işleme koyuyor, değerlendirme mekanizmaları eksik ya da tamamen işlevsiz. Bir devlet düşünün ki, sahte diplomalı bir bireyi kamuda görevlendirebiliyor. Bir kurum düşünün ki, belgelerin geçerliliğini sorgulamayı gerekli görmeden insanların canını, malını, geleceğini emanet ediyor. Sorun bireylerin yasa dışı belge üretmesi değil artık; sorun, o belgelerin geçerli sayılması. Bu, sadece bir güvenlik açığı değil, kurumsal iflasın habercisidir.

YÖK’ün ve Milli Eğitim Bakanlığı'nın zaman zaman yaptığı denetimler, bu çürümeyi engellemek yerine, sanki skandallar ortaya çıkmasın diye yapılmıyormuş gibi bir hava yaratıyor. Örneğin, 2023 yılında ortaya çıkan ve İstanbul’da 600’e yakın sahte üniversite diplomasının dağıtıldığı "paravan vakıf üniversitesi" skandalı, devletin bu tür oluşumlara nasıl göz yumduğunu açıkça gösteriyor. Bu kurumlar yıllarca faaliyet gösterebiliyor ve yüzlerce mezun verebiliyor. Dahası, bu mezunlar KPSS, TUS, ALES gibi sınavları da geçerek kamuya yerleşebiliyorlar. Bu durum, sadece eğitim sistemiyle ilgili değil. Emniyet teşkilatından adliyeye, sağlık hizmetlerinden psikolojik danışmanlık merkezlerine kadar her alanda sahtecilik vakaları patlıyor. 2024'te Bursa'da sahte psikolog olduğu ortaya çıkan ve onlarca hastayı tedavi eden bir kişinin, danışanlarının ifşası sonrası yakalanması, sistemin yalnızca tesadüfi ifşalarla işlediğini ortaya koydu. Bu kişi, sahte belgeyle SGK anlaşmalı kurumlarda çalışmış ve devletten ödeme bile almıştı.

Sahte diplomalar artık sadece bireysel sahtekârlık değil; organize suç ağlarının bir parçası haline geldi. Sahte üniversiteler, sahte denklik belgeleri, yurt dışı diplomalarının gerçeğe yakın kopyaları, hatta blockchain sistemleriyle sahte belge doğrulaması yapan yapılar oluşmuş durumda. Bu ağlar sadece Türkiye içinde değil, Gürcistan, KKTC, Ukrayna, Bulgaristan gibi ülkelerden getirilen belgelerle uluslararası boyutta işliyor. Burada başka bir tehlikeye dikkat çekmek gerekiyor: Bu belgeler sadece kariyer elde etmek için değil, aynı zamanda siyasi amaçlarla da kullanılabiliyor. Birçok siyasi aktörün diplomasının olup olmadığı, hangi okuldan mezun olduğu, tezinin intihal olup olmadığı hâlâ tartışma konusu. Bu da halkın yönetenlere duyduğu güveni temelden sarsıyor. Çünkü sahte diplomalı bir yöneticinin adalet dağıtması, liyakat tesis etmesi mümkün değil. Bu durum, "sahicilik" kavramının itibar kaybettiği bir çağın resmidir. Gerçek olan değil, belgeyle gerçek gibi görünen kazanıyor. Emekle bir yere gelmek yerine, sistemin zaaflarını istismar etmek öne geçiyor. Bu da özellikle genç kuşakta ağır bir demotivasyon yaratıyor. Üniversite sınavına giren milyonlarca öğrenci, yıllarca emek harcarken; sahte diplomalı bir kişi bir gecede onların önüne geçebiliyor. Bu adaletsizlik, sadece bireylerin motivasyonunu değil, toplumun geleceğe olan inancını da yok ediyor.

Devletin sahtecilikle mücadeledeki refleksi ise oldukça zayıf. Genellikle skandal ortaya çıktıktan sonra açıklamalar yapılıyor, soruşturmalar açılıyor ve birkaç kişi görevden alınıyor. Ancak bu cezalar, suçun caydırıcılığı açısından yetersiz. Dahası, sistemdeki diğer sahteciler için bir tehdit oluşturmuyor. Neredeyse her skandaldan sonra kamuoyu aynı şeyi söylüyor: "Yine mi sahte diplomalı biri çıktı?" Bu cümle bile meselenin ne kadar olağanlaştığını gösteriyor. Sahte diplomaların yalnızca bireyler üzerinden değil, aynı zamanda kurumlar üzerinden de yürüdüğünü unutmamak gerek. Örneğin özel hastaneler, özel okullar, özel üniversiteler sahte belgeli kişileri bilinçli olarak işe alabiliyor. Bu durumlarda asıl suçlu sadece sahte belge düzenleyen ya da kullanan kişi değil, onu sisteme entegre eden kurumdur. Ancak bu kurumlar hakkında ciddi yaptırımların olmadığını, hatta bazılarının siyasi bağlantıları nedeniyle korunduğunu görüyoruz. Bu kültürel çöküş, sadece yasal değil, ahlaki bir kırılmadır. Çünkü artık sahtecilik bir suç değil, bir başarı stratejisi olarak görülmeye başlandı. İnsanlar, "bu sistem böyle" deyip en kestirme yoldan sonuca ulaşmayı bir zeka göstergesi olarak görüyor. Bu da değerler sisteminin tamamen çöktüğünü gösteriyor. Yani sadece sistem değil, toplumun vicdanı da aşınmış durumda.

Türkiye'de sahtecilik, bir sonuç değil, bir semptomdur. Bu semptom, sistemin nasıl çalıştığına değil, nasıl çalışmadığına işaret eder. Eğitimde, sağlıkta, yargıda, bürokraside... Her yerde kaliteyi değil, görüntüyü esas alan, denetlemeyen, sorgulamayan ve liyakati dışlayan bir yapı inşa edildi. İşte sahte belgeler bu yapının doğal ürünüdür. Bu noktada çözüm sadece daha sıkı denetimler ya da daha ağır cezalar değildir. Esas çözüm, kurumların içini liyakatle doldurmak, şeffaflığı esas almak ve denetim mekanizmalarını siyasetten arındırmaktır. Çünkü sahte belgeler sistemin dışından gelmiyor, aksine sistemin ta içinden üretiliyor. Devletin kendi çalışanlarını bile doğrulayamaması, vatandaşın devlete olan güvenini yerle bir eder. Bir ülkede güven duygusu çöktüğünde, ekonomik istikrar da, sosyal barış da, toplumsal aidiyet de uzun süre ayakta kalamaz. Çünkü insanlar artık sisteme değil, torpile, tanıdığa, şansa güvenmeye başlar. Bu da devleti devlet olmaktan çıkarır. Sahte belgelerin yükselişi bir alarmdır, ama aynı zamanda bir aynadır. Bu ayna bize sadece sahtekâr bireyleri değil, sahtekârlığı mümkün kılan kurumları ve kültürü gösteriyor. Bu yüzden çözüm sadece bireysel değil, kolektif bir yeniden inşa gerektiriyor. Aksi takdirde sahte belgeler, sahte hayatlara; sahte hayatlar ise gerçek facialara yol açacak.

--------------------------------------

Liyakatin Ölümü ve "Torpil Toplumu"

Bir ülkenin insan kaynağına verdiği değer, onun geleceğini belirler. Ancak Türkiye'de liyakat artık bir erdem değil, sistemin dışladığı bir fazlalık olarak görülüyor. Gerçekten bir işi yapabilecek yetenekli ve bilgili bireyler, çoğunlukla arka plana itilirken; bağlantıları, aidiyetleri ve sadakatleri sayesinde yükselen bir kesim, devletin ve toplumun damarlarına yerleşmiş durumda. Bu durum, yalnızca bireysel adaletsizlik değil, aynı zamanda kamusal çürümenin de en açık işaretidir. Son birkaç yıl içinde yaşanan atama skandalları, kamu personeli seçme sürecinin tamamen şekilsel hâle geldiğini gözler önüne serdi. KPSS’de 90 ve üzeri puan alıp mülakatta elenen adayların haberleri artık şaşırtmıyor. Çünkü herkes biliyor ki, esas sınav mülakat değil; hangi cemaatten, hangi partiden, kimin yakını olduğun. Bu bilgi, artık aleni olarak konuşuluyor. Hatta sosyal medyada torpil talepleri bile açıkça yazılıyor: "Hocam, referansım yok, lütfen yardımcı olun."

Liyakat yerine sadakatin tercih edildiği yerde, bilgi değil bağlılık makbul hâle gelir. Bu ise her kurumda vasatlığı egemen kılar. Çünkü liyakatli bireyler sistem için tehdit olarak algılanır; soru soran, itiraz eden, geliştiren insan, denetim dışı kalır. Oysa torpille gelen kişi sistemin sadık bir parçası olur. Onun tek görevi verilen emirleri yerine getirmektir. Bu ortamda kaliteli yönetici yetişmez; sadece emir eri kadrolar çoğalır. Geçtiğimiz yıl Tarım ve Orman Bakanlığı'nda yapılan personel alımı sürecinde, yazılı sınavda başarılı olan onlarca adayın, mülakatlarda baraj altına itilmesi ciddi tartışmalara neden oldu. Benzer biçimde, Adalet Bakanlığı’nda yazılı sınavdan tam puan alan adayların mülakatta elenmesi, liyakatin nasıl sistematik biçimde yok sayıldığını gösteriyor. Bu yalnızca bireylerin hakkının gaspı değil; adaletin ve devletin güvenilirliğinin ortadan kalkmasıdır. Devlet memuriyetinin yıllarca sabırla çalışarak elde edilen bir kazanım olmaktan çıkıp, siyasi ya da dini çevrelerin referans mektubuyla dağıttığı bir sadakat ödülüne dönüşmesi, kamu yönetimini felç etmiştir. Şu anda birçok bakanlıkta, bürokratik atamalarda liyakate değil aidiyete bakıldığını biliyoruz. Bu, modern devletin tanımıyla açıkça çelişir.

Bu çöküşün en dramatik örneklerinden biri, sağlık sektöründe yaşanıyor. Sahte doktor vakalarının yanı sıra, torpille yerleştirilen ancak görevini layıkıyla yapamayan personelin hataları ölümle sonuçlanıyor. Bunun sorumlusu sadece torpilli kişi değil, onu oraya yerleştiren yapıdır. Çünkü liyakatli doktor dışarıda kalırken, sistemi bilen değil, sistemi kullanan insanlar içeride. Bu yozlaşma yalnızca kamu sektöründe değil, özel sektörde de derin etkiler yaratıyor. Çünkü kamuya torpille giren bireylerin oluşturduğu liyakatsiz yönetim anlayışı, özel sektöre de yansıyor. Nitelikli mühendis yerine akrabası olan mühendis tercih ediliyor, iyi öğretmen yerine aynı tarikattan olan öğretmen seçiliyor. Bu çürümüşlük, bir sektörle sınırlı kalmıyor; tüm yapıya yayılıyor.

Liyakatsizlik aynı zamanda kurumsal hafızayı da yok eder. Çünkü görevler, bilgi birikimine göre değil, siyasal rotasyona göre verilir. Her seçim dönemi sonrası değişen müdürler, başkanlar ve yöneticiler, kurumu baştan aşağı yeniden şekillendirir. Kurum kültürü oluşmaz, yönetim sürekliliği sağlanmaz, bürokrasi kişiselleşir. Torpil toplumunun en büyük zararı ise, gençlerin umudunu yitirmesiyle ortaya çıkıyor. Üniversiteyi dereceyle bitiren bir gencin, torpilli birinin arkasında bırakılması yalnızca bir kayıp değil; topluma verilen zararın başlangıcıdır. Çünkü bu genç artık çalışmanın değil, ilişki kurmanın kazandırdığını görür. Bu da onu ya umutsuzluğa ya da suça iter. Geçtiğimiz yıl sosyal medyada çokça paylaşılan bir görselde, yüksek puanla elenen bir öğretmenin gözyaşları vardı. Onun hemen altında ise çok düşük puanla atanmış bir adayın torpilli olduğunu ilan eden paylaşımları. Bu görüntüler yalnızca bireysel trajediyi değil; sistemin utanmazlığını ve yüzsüzlüğünü de sergiliyor. Torpilin meşrulaştığı bir toplumda, insanlar artık devlete değil, tanıdıklarına güveniyor. Devletin kurumsal kapasitesi yok oldukça, bireyler kendi adaletini aramaya başlıyor. Bu ise yalnızca hukuki değil, siyasal bir krizdir. Çünkü devlet, kendi vatandaşlarına adalet sağlayamıyorsa, meşruiyetini kaybeder. Bu durum yalnızca bugünü değil, geleceği de ipotek altına alır. Çünkü liyakatsiz kadroların verdiği kararlar, yalnızca teknik hata değildir. Onlar, geleceği belirleyen yanlış yatırımlar, çarpık şehirleşmeler, kötü eğitim sistemleri, yozlaşmış yargı süreçleri demektir. Bugünün torpilli memuru, yarının felaketinin mimarıdır.

Eğitimde yaşanan çöküş de doğrudan bu sistemle bağlantılı. Öğretmen atamalarında artık sadece KPSS yeterli değil; mülakatta hangi görüşten olduğun, hangi sendikaya üye olduğun, hangi vakfa yakın durduğun belirleyici oluyor. Bu ise eğitim kurumlarını bilgi üreten yerler olmaktan çıkarıp, ideolojik kadrolaşmanın alanına dönüştürüyor. Benim için en vahim olan ise, toplumun bu çürümeye alışmış olması. Herkes torpilin varlığından haberdar, ama kimse bunu değiştirecek bir irade göstermiyor. "Herkes yapıyor" savunması, sahtekârlığın en güçlü meşrulaştırıcısı hâline geldi. Oysa bu teslimiyet, toplumsal iflasın ön kapısıdır.

Liyakat yalnızca bir işe uygunluk kriteri değildir; aynı zamanda bir ahlak göstergesidir. Liyakatsizliği meşru gören toplum, ahlaki üstünlüğünü kaybetmiş demektir. Bu kayıp, sadece kurumsal değil, kültüreldir. İnsanların birbirine olan güveni, saygısı, emeğe duyduğu değer yitip gider. Liyakat sistemini yeniden tesis etmek, yalnızca teknik bir reformla mümkün değildir. Bu, siyasal irade, toplumsal baskı ve entelektüel direniş gerektirir. Herkesin hakkını aradığı, torpili değil emeği övdüğü bir düzen kurmak, ancak bunun mümkün olduğuna inanmakla başlar. Ben bu çürümüş sisteme razı değilim. Çünkü torpille yükselen her birey, onlarca dürüst insanın umutlarını öldürüyor. Ve umutları ölen bir toplum, sadece bugünü değil, yarını da kaybeder. Bugün Türkiye'nin en büyük ihtiyacı; adaletin, emeğin ve liyakatin yeniden kutsal kabul edilmesidir. Bunu sağlamak, yalnızca devlete değil, bu toplumun her bireyine düşen tarihsel bir sorumluluktur.

---------------------------------

Yolsuzluğun Kurumsallaşması: Modernliğin Çöküşü

Türkiye’nin son yirmi yılına bakıldığında, en dramatik değişimlerden biri kurumsal yapılarla olan ilişkimizin dönüşümüdür. 2000’li yılların başında Avrupa Birliği müzakereleri, reform paketleri ve “şeffaflık” gibi kelimeler gündemi meşgul ederken, bugün bu kavramların yerini sessizlik, keyfiyet ve bürokratik çürüme aldı. Bu yalnızca siyasal değil; aynı zamanda sosyolojik bir yıkımı da ifade ediyor. Çünkü yolsuzluk, yalnızca bireylerin cebine haksız kazanç koyması değildir. Yolsuzluk, vatandaşın devlete olan inancının kemirilmesi, hukukun araçsallaştırılması ve toplumsal sözleşmenin fiilen iptal edilmesidir. Yolsuzluk artık münferit, “çürük elma” vakaları olarak değil; devlet mekanizmasının işleyişini belirleyen yapısal bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Sayıştay raporlarının sistematik şekilde görmezden gelinmesi, kamu ihalelerinde 21/B maddesiyle pazarlık usulünün istismar edilmesi ve kamu kaynaklarının şeffaf olmayan vakıflar üzerinden denetimsiz biçimde aktarılması bu yapının göstergeleri. En dikkat çekici örneklerden biri, milyarlarca liralık kamu ihalelerinin sürekli olarak aynı şirketlere verilmesiyle oluşan “beşli çete” tartışmalarıdır. Bu şirketler, devletle olan ilişkilerini hukuki değil, politik sadakat üzerinden sürdürüyor. Sadece ihale süreçlerinde değil, kamu bankalarının yönetiminden üniversitelerin rektör atamalarına kadar pek çok alanda liyakatin yerini sadakat almış durumda. Bu durum ise, modern bir devletin temel taşı olan kurumsal özerklik ilkesinin yerle bir edilmesine neden oluyor. Modern devlet dediğimiz yapı, keyfi kararlardan arınmış, hukukla sınırlanmış ve öngörülebilir mekanizmalarla işlerlik kazanan bir sistemdir. Bugünkü Türkiye'de bu mekanizmalar ya işlevsiz ya da sadece göstermeliktir.

Türkiye’de yolsuzluğun kurumsallaşması sadece ekonomik bir zarar üretmiyor; aynı zamanda toplumsal adalet duygusunu da sistematik biçimde zedeliyor. Bir vatandaş vergisini verirken, o verginin nereye harcandığını bilme hakkına sahiptir. Fakat bu temel hak, “devlet sırrı” ya da “ticari sır” gibi söylemlerle etkisiz hale getiriliyor. Belediyelerden merkezi hükümete kadar yayılan bu karartma pratiği, şeffaflık ilkesinin ruhuna kast ediyor. Modernlik, Weberyen anlamda rasyonelleşmiş bürokrasiyle mümkündür. Yani kamu yönetiminin kişilere değil, kurallara bağlı olması gerekir. Fakat Türkiye'de bürokrasi giderek daha fazla kişisel ilişkilere, siyasi referanslara ve sadakat esasına dayalı olarak şekilleniyor. Bunun son örneğini, Merkez Bankası’nın başına getirilen kişilerin sık sık değişmesiyle ve ekonomik politikaların keyfi biçimde uygulanmasıyla gördük. Para politikası gibi teknik bir alanda dahi politik sadakat belirleyici hale geldiyse, diğer alanlardaki çürümenin boyutunu tahmin etmek zor değil.

Kamu denetim mekanizmalarının işlevsizleşmesi, bu yapısal bozulmayı daha da derinleştiriyor. Sayıştay raporları ya sansürleniyor ya da tamamen göz ardı ediliyor. Yargı organları siyasallaştıkça, hukuki denetim etkisini kaybediyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmadığı, Danıştay ve Yargıtay kararlarının politik iklime göre değiştiği bir ülkede “hukuk devleti” olgusundan söz etmek mümkün değil. Bu durum, sadece mevcut iktidar için değil, tüm toplum için bir risk anlamına gelir. Çünkü hukukun işlemediği yerde hiçbir vatandaş kendini güvende hissedemez. Kamu ihalelerinde rekabetin ortadan kalkması, aynı zamanda girişimcilik kültürünü de tahrip ediyor. Çünkü artık genç bir girişimcinin rekabet ederek kamu projelerine katılması mümkün değil. İhale dosyasını açtığında, daha teklif vermeden “kimin alacağı” belli olan süreçlerle karşılaşıyor. Bu da sadece ekonomik eşitsizlik yaratmakla kalmıyor, toplumsal motivasyonu da baltalıyor.

Yerel yönetimlerde de benzer bir tablo hâkim. İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyükşehirlerde geçmişte yapılan usulsüzlükler raporlanmış, ancak sonuç alınamamıştır. Belediyelerde aile şirketi gibi yönetilen kadrolar, kamu kaynaklarını siyasi çıkar için kullanmakta beis görmemektedir. Bu sadece bir parti sorunu değil; sistemin tümüne sirayet etmiş bir zihniyet meselesidir. Bu zihniyet, kamu kaynaklarını toplumun ortak yararı için değil, siyasi gücün tahkim edilmesi için kullanır. Oysa modern devlet anlayışında kamu malı kutsaldır. Ona dokunan elin hesabını vermesi gerekir. Ancak günümüzde hesap sormak isteyen gazeteciler tutuklanıyor, akademisyenler işten atılıyor, yurttaşlar ise yalnızlaştırılıyor.

Yolsuzluk sadece yukarıdan aşağıya işleyen bir bozulma değildir. Aşağıdan yukarıya da beslenir. Vatandaş, adalete olan inancını yitirdiğinde, sistemin dışında kalmamak için o da kuralsızlığa başvurur. Torpil arar, rüşvet verir, sistemi kendi lehine çevirmeye çalışır. Böylece yolsuzluk bir ahlaki tercih değil, hayatta kalma stratejisine dönüşür. Bu da tüm sosyal dokuyu çürütür. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün 2024 raporuna göre Türkiye, yolsuzluk algı endeksinde 180 ülke arasında 117. sırada yer aldı. Bu, sadece bölgemizde değil, dünyada da en hızlı gerileyen ülkelerden biri olduğumuzu gösteriyor. Endeksteki bu düşüş sadece algıyı değil, aynı zamanda doğrudan yatırımları, ekonomik güveni ve uluslararası iş birliğini de etkiliyor.

Yabancı sermaye neden gelmiyor? Çünkü yatırımcılar sadece vergi oranlarına değil, hukukun üstünlüğüne, rekabet ortamına ve mülkiyet güvenliğine bakar. Türkiye bu göstergelerde dibe vurmuş durumda. Bu da bizi tekrar modernliğin çöküşü kavramına getiriyor. Modern devlet, öngörülebilirliğiyle yatırım çeker. Keyfiyetle değil. Tüm bu yapısal sorunlar sadece siyasi değil, aynı zamanda kültürel bir dönüşümün de göstergesidir. Çünkü uzun süre yolsuzlukla iç içe yaşamış bir toplum, bir süre sonra bu çarpıklığı normalleştirir. Tepki azalır, kabullenme artar. Medyada çıkan büyük skandallar bile birkaç gün sonra gündemden düşer. Bu toplumsal hafıza kaybı, yolsuzluğun kalıcılaşmasını sağlar. Sonuç olarak, Türkiye sadece bir ekonomik kriz ya da yönetim zafiyeti yaşamıyor. Çok daha derin bir krizle karşı karşıyayız: Modernlikten uzaklaşma krizi. Kurumsal yapıların tasfiye edilmesi, hukukun araçsallaştırılması, şeffaflık ve hesap verebilirliğin yok olması, bizi modern bir devletten uzaklaştırıyor. Yerine otoriterlik, kayırmacılık ve keyfiyet yerleşiyor ve bu gidişat durdurulmadığı sürece, sadece bugünü değil, geleceği de karartıyor.

-------------------------------

Sahtecilik Kültürü: Ahlâkî Kriz

Sahtecilik bugün yalnızca bir yalan söyleme eylemi değildir; bir hayat tarzına, bir zihniyet yapısına, bir sistematiğe dönüşmüştür. Artık insanlar yalnızca gerçeği gizlemek için değil, varlıklarını sürdürebilmek için sahte davranmak zorunda kaldıklarına inanıyorlar. Bu bir bireysel zafiyet değil; aksine, bireyi sahtekârlığa mecbur eden bir sistemin sonuçlarıdır. İnsanlar öz benlikleriyle değil, toplumun onayladığı maskelerle dolaşıyor; gerçekliğini yitirmiş bir kalabalığın içinde, herkes kendi yalanına âşık olmuş durumda. Ahlâk, antik çağlardan beri bireyin içsel bir pusulası olarak tanımlanır. Ancak bu pusula artık işlemez hale gelmiştir çünkü yön tayin edilecek bir hakikat zemini kalmamıştır. Sahte olanın "norm" haline geldiği bir dünyada, doğru olan sadece marjinalleşir. En tehlikelisi de budur: sahtekârlığın olağan, dürüstlüğün ise “naiflik” sayıldığı bir ahlâkî çöküştür bu. Bireyin iç sesi değil, dış beklentiler belirleyici hâle gelmiştir. İnsanlar yalan söyleyerek değil, yalan yaşayarak kendilerini tanımlar hale gelmiştir. Sahtecilik yalnızca kişisel ilişkilerde değil, akademide, sanatta, dinde ve siyasette de kurumsallaşmıştır. Kopyala-yapıştır akademisyenler, taklit sanatçılar, vitrin dindarları, rol kesen politikacılar… Herkes bir şeymiş gibi yapıyor, ama aslında hiçbir şey değil. Bu; sadece insanın başkalarını kandırması değil, kendi varoluşunu da çarpıtmasıdır. Hakiki olmak, sahte olanın kalabalığında boğulma riskiyle yüz yüze gelir. Bu ahlâkî kriz, yalnızca bireylerin yozlaşmasıyla açıklanamaz; asıl sorun, sistemin ahlâkı dışlamasıdır. Tüketim kültürü, imaj toplumunu yarattı. Önemli olan artık ne söylediğin değil, nasıl göründüğün. Ne düşündüğün değil, ne paylaştığın. Ne hissettiğin değil, ne gösterdiğin. Böyle bir düzende, gerçek insanlar değil, profiller yaşar. Herkes birer simüle edilmiş kişilik taşır; içi boş, ama parlatılmış; sahte ama çokça alkışlanmış. Bu kültür, genç kuşakları da sahtekârlıkla büyütüyor. “Gerçek ol” diyen bir toplum yok artık; onun yerine, “İyi pazarlamacı ol”, “İmajına dikkat et”, “Açığını gösterme” telkinleriyle kuşatılmış bir gençlik var. Böyle bir düzende erdem, bir meta haline gelir; gösterilmek için vardır ama yaşanmaz. Ahlâk bir PR stratejisidir; ruhsal bir derinlik değil, algı yönetiminin bir parçasıdır. İşte bu noktada sorulması gereken asıl soru şudur: Sahtecilik bu kadar yaygınsa, sahici olan nasıl var olabilir? Gerçek olan nerede nefes alır? Bu sorunun cevabı, belki de en derin mücadele alanıdır: kendi iç sesini susturmadan yaşamak. Zira sahtekârlığın hüküm sürdüğü yerde, vicdan susar. Vicdanı susturmak ise sadece bir insanlık sorunu değil, bir varlık meselesidir. Çünkü insanın özü, hakikatle kurduğu ilişkiyle anlam kazanır. Bu ilişki koptuğunda, insan sadece yaşayan bir organizma değil, yönsüz bir gölgeye dönüşür.

Ahlâkî kriz aynı zamanda bir epistemolojik krizdir. Doğruyu bilmek, hakikati araştırmak, anlamın peşine düşmek… Bunların hepsi rafa kaldırılmış durumda. Artık "bilmek" yerine "inanmak", "araştırmak" yerine "yargılamak", "dinlemek" yerine "teşhir etmek" makbul sayılıyor. Oysa bu sahtecilik ortamında bilgi bile artık yozlaşmış, hakikatin yerini manipülasyon almıştır. Sonuç olarak sahtecilik kültürü, yalnızca bireysel bir sorun değil, medeniyetin ruhunu felç eden bir vebadır. İnsanların birbirine olan güveni yitmesi, ahlâkın yalnızca bir “etik kılıf” haline gelmesi, toplumsal bağların çürümeye başlaması, bu kültürün sonuçlarıdır. Bu yüzden mesele sadece kişisel değil; siyasal, kültürel ve felsefîdir. Yeni bir ahlâkî devrime ihtiyaç vardır: sahiciliği yücelten, hakikati arayan, kişinin iç sesiyle barışık olduğu bir yaşamı savunan bir devrim ve belki de en hakiki direniş, bugün sahte olmamayı seçmekte gizlidir. Maskeleri çıkarmak, yalanla beslenen düzeni reddetmek, gerçekliği savunmak... Bu; kolay bir yol değildir. Ama hakikat hiçbir zaman kolayda barınmadı zaten.

-------------------------------

Devletin Güvenilirliği: Bitmeyen Zarar

Devlet, toplumun üzerinde yükseldiği soyut bir yapı değil; onun huzur, güven ve refah ihtiyacının somut bir cevabıdır. Ancak bu yapı, tarih boyunca bireyin umudunu sömüren bir araç hâline de dönüşebilmiştir. Bugün pek çok ülkede halkın devlete olan güveni, sürekli ihlal edilen sözler, yarım bırakılan projeler, hukuksuzluklar ve cezasızlık kültürü yüzünden derin bir erozyona uğramaktadır. Bu yalnızca bir siyasi çöküş değil, aynı zamanda psikolojik ve kültürel bir yıkımın habercisidir. Devletin güvenilirliği yalnızca ekonomik performansla ölçülmez; hukuk sistemine duyulan güven, şeffaf yönetim anlayışı, liyakatin gözetilmesi ve halkla kurulan samimi bağlar da bu güvenin temel taşlarını oluşturur. Ancak bu alanlarda yaşanan sistematik çürümeler, halkın devleti bir sığınak değil, bir tehdit unsuru olarak görmesine neden olmaktadır. Bürokratik kast sistemine dönüşen yapılar, halkın taleplerini aşağılayarak değil, anlamaya çalışarak karşılamalıdır.

Devletin söz verip de tutmadığı her icraat, bireyin kolektif hafızasında bir yara bırakır. Sözde reformlarla aldatılmış halk, zamanla siyasî cinnete sürüklenir. Güven duygusu sadece kaybolmaz, kin ve kaygıya dönüşür. Devlet, bu noktada halkının düşmanı hâline gelir. Devlete olan güvenin yıkılması demek, toplumun kendi içinde kaotik ve çatışmacı yapılar üretmesi demektir. Devletin güvenilirliğini sarsan en temel unsurlardan biri keyfî yönetim anlayışıdır. Kuralların kişilere göre büküldüğü, hukuk karşısında eşitliğin sağlanamadığı bir sistemde halk, hakkını yargı yoluyla aramaktan ziyade başka yollarla çözüm aramaya yönelir. Bu da çeteler, mafyalar ve paralel yapılar için uygun bir zemin doğurur. Devletin içine sızan bu karanlık yapılar, halkın gözünde devletin kendisiyle eşdeğer hâle gelir. Devletin güvenilirliğini yitirmesi yalnızca iç huzuru değil, dış itibarı da zedeler. Güven vermeyen bir devletin uluslararası arenada saygınlık kazanması, yatırım çekmesi ya da sözünün dikkate alınması beklenemez. Bu, yalnızca dış politika başarısızlığı değil, ülkenin tüm varlık alanlarında çöküşün başlangıcıdır.

Devletin itibarını ayakta tutan şey, halkına karşı gösterdiği sadakattir. Sadakat ise geçici refah dağıtmakla değil, adil, tutarlı ve hesap verebilir bir yönetim anlayışıyla sağlanır. Sözünü tutmayan, halkını küçümseyen, şeffaflıktan uzak duran bir devlet ayakta kalamaz. Kalsa bile, üzerine bastığı toprak çürümüş olur. Halk, yalnızca ekonomik zorluklar içinde ezilmez; görmezden gelinmek, aşağılanmak ve kandırılmak da bireyin ruhunu kurutur. Devletin halkını sürekli olarak “çocuk” yerine koyması, kendi meşruiyetini dinamitlemektir. Devlet, halkının zekâsına ve hafızasına saygı göstermediği sürece, güvenilmez bir güç olmaktan öteye geçemez. Liyakatin yerini sadakatin aldığı, kamu görevlerinin ödül gibi dağıtıldığı bir sistemde adalet yara alır. Halk, ehil olmayan kişilerin elinde yönetildiğini gördükçe, devlete olan güveni silinir. Bu, yalnızca bir eleştiri değil, her geçen gün daha fazla hissedilen bir çürümenin somut ifadesidir.

Devletin kendini sorgulamadığı bir sistemde halkın güvenini kazanmak imkânsızdır. Eleştiriden kaçan, hatalarını kabul etmeyen, sürekli olarak “dış güçler” ya da “hainler” söylemine sığınan bir yönetim, zamanla kendi söylemine bile yabancılaşır. Çünkü halk, gerçekleri yaşamaktadır; yalanlar, sadece yönetenlerin kendisini kandırdığı bir tiyatroya dönüşür. Devlet, halka ait olduğu sürece anlamlıdır. Halkın iradesine yabancılaşan, onu şekillendirmek isteyen değil, ondan öğrenmeye çalışan bir devlet anlayışı inşa edilmediği sürece güven kaybı derinleşecektir. Devlet, halkı için vardır; halk, devlet için değil. Bu ters döndüğünde, tüm sistem patolojik bir yapıya dönüşür. Devletin hatalarını dürüstçe kabul edip telafi etmesi, onu zayıf değil güçlü kılar. Ancak bizim tanık olduğumuz yapılar genellikle hatayı inkâr eden, sorumluluğu başkasına atan ve unutturma stratejisiyle yönetimi sürdürmeye çalışan devletlerdir. Bu tutum, güveni inşa etmez; yıkımı geciktirir.

Devletin hafızası, halkın hafızasıyla çatıştığında, iki taraf da birbirine karşı düşmanca tavır alır. Resmî tarih ile yaşanmış hakikat arasında uçurumlar oluşur. Bu uçurumlar kapanmadığı sürece, devletle halk arasındaki duygusal bağ yıkılır. Güven, yalnızca somut olaylar değil, tarihsel doğrularla da inşa edilir. Güvensizlik yalnızca bir sonuç değildir; aynı zamanda bir suçtur. Devlet, halkını kandırarak, ona umut verip arkasını dönerek bir ahlâk suçu işler. Bu suçlar birikir ve bir gün halk bu defteri kapatmaz; tersine, açar ve hesap sorar. Tarih, defalarca bu tür hesaplaşmalara tanık olmuştur. Devletin güvenilirliği, kurumsal yapılarla sınırlı değildir; liderlerin tutumu, kullandıkları dil, verdikleri örnek de büyük rol oynar. Halka karşı tehditkâr, kibirli ya da umursamaz bir dil kullanan liderler, yalnızca bireysel değil, kurumsal güveni de sarsarlar. Liderin sözü, halkın vicdanıyla çatışmamalıdır.

Halkın gözünde güvenilir bir devlet, her şeyden önce adaletli devlettir. Adaletin olmadığı yerde güven inşa edilemez. Adalet de ancak bağımsız ve tarafsız bir yargı ile mümkündür. Bugün pek çok ülkede yargının siyasallaşması, devletin güvenini yerle bir etmiştir. Mahkemeye inancı kalmayan birey, devlete neden inansın? Devletin güvenini yeniden inşa etmek kolay değildir. Bu, uzun yıllar süren bir sadakat, şeffaflık ve hesap verebilirlik süreciyle mümkün olur. Ancak en zor kısmı, bir kere yitirilen güvenin, kolay kolay geri kazanılamamasıdır. Bir halk, bir kere devleti gözden çıkardıysa, o devletin varlığı sadece kâğıt üzerinde kalır. Sonuç olarak, güveni yitirmiş bir devlet, sadece yönetim zaafı yaşamaz; varoluşsal bir krizle karşı karşıya gelir. Bu kriz yalnızca sistemsel değil, aynı zamanda ahlâkî ve ruhsaldır. Devletin güvenilirliği bir halkın kaderidir; bu kader ya onurla yazılır ya da ihanete uğrayarak unutulur.

------------------------------

Çürümenin Siyasallaşması

Siyaset, ideal koşullarda halkın ihtiyaçlarına cevap vermesi gereken bir temsil mekanizmasıdır. Ancak bu temsil, zamanla bir çıkar çatışmasının, ahlaki çöküşün ve kitlesel aldatmacaların aracına dönüşmüştür. Çürüme sadece yapısal kurumları değil, zihniyetleri de teslim almıştır. Artık devletin siyaset eliyle yürüttüğü düzen, halk için değil, güç ve çıkar blokları için işlemektedir. Siyaset kurumu, bünyesine aldığı çürümüş değerlerle sadece etik değil, aynı zamanda epistemolojik bir krize de girmiştir. Gerçeklik, güç sahiplerinin manipülasyonlarıyla sürekli yeniden tanımlanmakta, hakikat ise iktidar dilinin bir oyuncağı hâline gelmektedir. Bu durumda siyaset, temsil değil; tahakküm üretmektedir. Bir toplumda çürüme, sadece sokaktaki çöp dağlarında veya yozlaşmış binalarda aranmaz. En çok da söylemlerde, vaatlerde ve karar mekanizmalarında gizlidir. Çürümenin siyasallaşması, halkı sürekli aynı döngüye mahkûm eden sahte umutlarla sürdürülür. Bu yüzden sistem sürekli bir “yeniden başlangıç” illüzyonu yaratır. Bu illüzyon, iktidar yapılarının kendini meşrulaştırma aracına dönüşür. “Halk için çalışıyoruz” sloganları, yolsuzluklarla lekelenmiş kararların üzerine perde çeker. Gerçekte olan ise, kamu kaynaklarının küçük elit grupların hizmetine sunulmasıdır. Bu çarpıklık, sadece ekonomiyle değil, aynı zamanda halkın iradesiyle de alay etmektedir.

Siyasetin çürümüş yapısında liyakat değil sadakat esastır. Bir göreve getirilenin niteliği değil, bağlılığı sorgulanır. Bu nedenle bürokrasi birikim üretmez, sadakat zincirleriyle iktidarın devamlılığını sağlar. Bu düzen, üretmeyen ama tüketen bir yapı ortaya çıkarır. Halk, bu çürümüş yapı karşısında iki yola sürüklenir: ya susmak ya da sisteme entegre olup küçük menfaatlerle yetinmek. Direnişin maliyeti yüksektir çünkü sistem, muhalefeti bastırmak için hem medya hem yargı hem de sosyal denetim araçlarını devreye sokar. Siyaset, kendi muhalefetini bile şekillendiren bir güce ulaşmıştır. Siyasetçiler artık halkın değil, sermaye gruplarının temsilcisidir. Meclisler, karar alma yerleri değil; halkla iletişimi kontrol altına alma merkezleridir. Gerçek kararlar kapalı kapılar ardında, halkın duymayacağı dillerle alınır. Demokrasi, dekoratif bir vitrin hâline getirilmiştir. Bu çürümüşlükte en çok zarar gören kavramlardan biri de adalettir. Çünkü adalet, siyasal iktidarın çıkarına göre şekillenir hâle gelmiştir. Suçlu kimdir, masum kimdir, buna artık hukuk değil; iktidarın sesi karar verir. Bu ise halkta güvensizlik, umutsuzluk ve içe kapanma yaratır.

Siyasetin çürüyen yüzü, sadece bugünü değil, geleceği de gasp eder. Gençler, liyakatle değil torpille iş bulanların gölgesinde yetişir. Umut değil, vazgeçiş öğretilir. Her yeni kuşak daha az sorgular, daha çok itaat eder hâle gelir. Bu, sadece bir siyasi problem değil, bir medeniyet krizidir. Çürümüş siyasetin dili, düşmanlık ve kutuplaşma üretir. Bu sayede iktidar, halkı böler ve zayıflatır. Kutuplaşma sayesinde gerçek sorunlar gündem dışı kalır. Düşünmeyen, sadece taraf tutan bir toplum inşa edilir. Sorgulayan birey değil, alkışlayan kitle makbuldür.

Siyaset, artık bir hizmet değil; bir kariyer alanı ve zenginleşme yolu olmuştur. “Halkın vekili” olmak, ayrıcalıklı sınıfa terfi etmekle eşdeğer hâle gelmiştir. Bu sınıf, ayrıcalıklarını korumak için her yolu mubah görür: Yalan, iftira, baskı ve sansür artık meşru araçlar hâline gelmiştir. Bu yozlaşma içinde halk da kendini kaybeder. Halk, çürümüş siyaseti kabullendikçe kendi ahlaki pusulasını da yitirir. Rüşvet olağanlaşır, torpil bir çözüm hâline gelir, hukuksuzluk kanıksanır. Toplumun vicdanı paslanır. Bu, sadece siyasal değil, ruhsal bir çöküştür. İnsanlar artık politikadan değil, kurtuluştan medet umar hâle gelir. “Kurtarıcı” beklentisi artar; bireylerin özgürleşmesi değil, güçlü bir figürün gelip her şeyi düzeltmesi arzulanır. Bu düşünce, halkın sorumluluğunu yok eder ve yeni bir otoriterliğe zemin hazırlar. Siyasetin çürümüşlüğü, sanatı, eğitimi ve düşünceyi de felç eder. Bağımsız akademi kalmaz, özgür basın susturulur, farklı sesler dışlanır. Toplumun zihinsel ufku daralır. Sorgulama kabiliyetini yitiren bir toplum, sadece yönetilmez; aynı zamanda yönlendirilir. Bu çürümüş düzende siyaset, geçmişin yükünü taşır ama geleceği yok eder. Hesap vermeyenler, hesap sormaya cüret edenleri hedef alır. İktidar, eleştiriyi tehdit sayar ve sistemin tek gerçeği, “itaat” olur. Bu düzende özgürlük, bir hayal olarak kalır.

Çürümenin siyasallaşması, bir rejim sorunu değil; bir zihniyet sorunudur. Bu zihniyet değişmediği sürece, hangi parti gelirse gelsin çürümüşlük yeniden üretilecektir. Sadece yüzler değişir, ama çöküş derinleşir. Bu nedenle dönüşüm sadece seçimle değil, bilinçle mümkündür. Toplum, kendini yeniden inşa etmedikçe siyaset kendini onarmaz. Halkın bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve etik ilkelerle hareket etmesi gerekir. Aksi takdirde çürümüşlük sadece siyasetçilerde değil, bireylerin kalbinde kök salacaktır. Ve bu, bir ülkenin gerçek yıkımıdır. Bu çürümüşlüğün panzehiri, ahlak, şeffaflık ve hesap verebilirliktir. Ama en çok da cesarettir: Konuşma, direnme, reddetme cesareti. Çünkü siyaset sadece yönetenlerin değil, yönetilenlerin de aynasıdır. Ve eğer bir toplum aynaya bakmazsa, yüzüne bulaşan çamuru asla göremez.

--------------------------------

Toplumun Sessizliği: Alışmanın Tehlikesi

İnsan, en çok alıştığı şeyin kölesi olur. Alışmak; başlangıçta bir savunma mekanizmasıyken zamanla vicdanın körleşmesine, adaletsizliğe duyarsızlaşmaya, hatta zulme ortak olmaya dönüşebilir. Bugün toplumun önemli bir kesimi, kendisini yönetenlerin beceriksizliklerine, yolsuzluklarına, keyfiyetlerine karşı artık tepki dahi vermez durumda. Çünkü alıştı. Çünkü sürekli tekrar eden çürüme, olağanlaştı. Toplumsal alışma, bireysel suskunluklardan doğar. İnsanlar önce “bu da geçer” diyerek başlar susmaya. Ardından, “bize ne” gelir. Sonra “bir şey değişmez ki” bahanesiyle tamamlar bu çemberi. İşte o anda otorite için en tehlikeli şey gerçekleşmiştir: Halkın sessizliği. Çünkü artık muktedir olanlar hiçbir toplumsal baskı hissetmeden güçlerini diledikleri gibi kullanabilirler.

Alışma; kötülüğün topluma sinsice sızmasının en etkili yoludur. Bir dönem aykırı sayılan, tepkiyle karşılanan pek çok uygulama, politikacıların ısrarlı tekrarlarıyla önce normalleştirilir, sonra da meşrulaştırılır. Toplum bunu fark etse de, yüksek sesle dile getirmez. Tepkiler içe atılır, öfke bastırılır, sonuçta tepkisizlik istikrar sanılır. İktidarlar, halkın alışkanlıklarına oynayarak varlıklarını sürdürür. Kıtlık, adaletsizlik, zamlar, liyakatsizlik, eğitimde çöküş, ahlaki yozlaşma gibi meseleler artık şaşırtmıyor. Çünkü halk bir bakıma zihinsel yorgunluk yaşıyor. Direnecek takati yok çünkü mücadele etmenin karşılığını göreceğine dair umudu kalmamış. Tehlike tam da burada başlar. Bir toplum, yaşadığı çürümeyi sorgulamaz hâle geldiğinde artık yönetilmeye değil, manipüle edilmeye hazırdır. Otorite, bu sessizliği fırsata çevirir. Her geçen gün daha büyük hatalar yapar, çünkü karşısında hesap soracak bir irade yoktur. Böyle bir ortamda hukukun, ahlakın, kamu vicdanının da yavaş yavaş işlevi biter. Sessizlik; sadece bir eylemsizlik değil, aynı zamanda suça pasif ortaklıktır. Toplum, göz göre göre işlenen adaletsizlikleri görüp hiçbir şey yapmıyorsa, bu sadece iktidarın değil, halkın da sorumluluğudur. Çünkü her suskun birey, sistemin sürmesine bir tuğla daha eklemektedir.

Alışmanın en sinsi yanı, insana “başka türlü olamaz” duygusu aşılamasıdır. Sanki her şey olması gerektiği gibiymiş gibi hissettirir. Bu, özgür düşüncenin boğulduğu, eleştirinin ayıplandığı bir iklim yaratır. İnsanlar konuşmak yerine uyum sağlamayı seçer. Bu, zihinsel bir teslimiyettir. Zamanla bireyler, bu düzene eleştirel yaklaşanları “aşırı”, “radikal” veya “bozguncu” olarak damgalamaya başlar. Çünkü düzen, alışkanlık hâline gelmiştir. Ve her alışkanlık, sarsıldığında rahatsız eder. Toplum böylece hem kendi felaketinin sürdürücüsü, hem de kurtuluşunun önündeki engel hâline gelir. Toplumun büyük çoğunluğu, “Benim başıma gelmedi ki” diyerek yaşanan acılara duyarsız kalır. Oysa adalet, yalnızca kişisel hakların korunmasıyla değil, başkalarının haklarının da savunulmasıyla inşa edilir. Sessizlik, bu ortak dayanışma duygusunu köreltir. Herkes sadece kendi derdine düşer. İnsanlar yavaş yavaş sıradan kötülükle baş başa kalır. Öğretmenin öğrencisini küçümsemesi, doktorun hastasına ilgisizliği, yöneticinin memura zulmü… Tüm bunlar gündelikleşir. Ve bu gündelik zulüm, toplumsal vicdanı örten bir sis perdesine dönüşür. Çünkü kimse artık sormaz: “Bu neden böyle?”

Korku, alışmanın ilk bahanesidir. İnsanlar önce susar çünkü korkar. Sonra alışır çünkü bir noktadan sonra korkmayı bile unutur. Zihin, her türlü olağanüstülüğü sıradanlaştırarak kendini korumaya çalışır. Fakat bu savunma mekanizması, sonunda toplumsal ahlakın çöküşüne neden olur. Sessizlik bulaşıcıdır. Bir öğretmen haksızlığa uğradığında meslektaşları susuyorsa, bu sadece o öğretmenin değil, tüm kurumun suskunluğudur. Bir gazeteci tehdit edildiğinde diğerleri yazmıyorsa, bu sadece bir basın özgürlüğü sorunu değil, halkın bilgi alma hakkının gaspıdır. Alışmanın bir diğer sonucu da, gerçeklerin çarpıtılmasıdır. Çünkü insanlar artık rahatsız edici gerçekleri değil, duymak istedikleri masalları tercih eder. Bu da siyasal propagandanın işini kolaylaştırır. Gerçek, yerini manipülasyona bırakır. Ve bu manipülasyon, en zeki insanları bile kandırabilir.

Toplumun sessizliği, sadece bugünü değil, yarını da tehdit eder. Çünkü suskunlukla büyüyen çocuklar, yarın adaletsizlik karşısında tepkisiz kalır. Kötülüğü sorgulamaz ve kötülüğün norm hâline geldiği bir dünya inşa ederler. Bu da bir milletin uzun vadeli çöküşünün temelidir. Oysa her toplum, ancak sorguladığı sürece diridir. Sorgulamak; düzeni yıkmak değil, yanlışın karşısında durmak demektir. Sessiz kalmaksa, zulmü ayakta tutmak anlamına gelir. Bu nedenle susmak, bazen en büyük ihanettir. Bugün yaşadığımız sessizlik, aslında içimizdeki korkunun değil, alışmışlığın bir tezahürüdür ve alışmak, en tehlikeli uyuşturucudur. Çünkü kişi, uyuştuğunun farkına bile varmaz. Uyanmak içinse, önce acının gerçek yüzüne bakmak gerekir. Toplumlar, ancak acıyı tanıdıkça cesareti öğrenir ve cesaret, sessizliğe karşı ilk çığlıktır. Bu çığlık gecikirse, alışmanın zehri zihinlere işler. Bir millet, sessizliğine gömülerek yok olur. Bu yüzden, konuşmak zorundayız. Her şeye rağmen…

---------------------------------

Peki Çözüm Neyle Mümkün?

Bir toplumun çöküşü, çoğu zaman yıkılan binalarla değil, çöken zihinlerle başlar. Bugün Türkiye'nin en büyük krizi ne ekonomiktir, ne siyasal, ne de jeopolitiktir. Esas mesele, kolektif şuursuzluğun giderek normalleştiği, cehaletin felsefeye, yüzeyselliğin derinliğe üstün geldiği bir ruhsal-toplumsal çürümedir. Bu çürüme, bireyin anlam arayışını yok eden, halkı edilgenleştiren, ülkeyi yönetenlerin ise yozlaşmış bir kibirle halktan koptuğu bir süreci doğurmuştur. Bu yozlaşmayı sadece bir alanda değil, tüm boyutlarıyla ele almak gerekir: siyaset, eğitim, medya, kültür, psikoloji, sosyoloji, hatta ahlaki bilinç düzeyinde bir kırılma yaşanmaktadır. İktidar, kendi halkını cahil bırakmakta bir araç değil, bizzat bu cehaletin mühendisi hâline gelmiştir. Halkın aydınlanmasını değil, itaat etmesini ister. Çünkü düşünen, sorgulayan, sistemle derdi olan bir birey iktidar için tehlikelidir. Bu nedenle eğitimin içi boşaltılır, nitelikli öğretmenler yerine düşük maaşla itaatkâr eğitmenler tercih edilir. Özel okullar, ticarethaneye dönüştürülür; velinin cüzdanına, çocuğun notuna değil, itaatine göre değerlendirme yapılır. Eğitimdeki bu yozlaşma, düşünmeyen ama sınav çözebilen kuşaklar doğurur. Sokaktaki insan, bir dizideki karakteri gerçek sanacak kadar gerçeklikten kopar. Medya, halkı aydınlatan bir kaynak değil, halkın algısını formatlayan bir propaganda makinesidir. Ana akım televizyonlarda sabah kuşağı programları, cinayet ve ensest ilişkilerle reyting toplar. Diziler, kadını ya mağdur ya da entrikacı olarak resmeder. Erkek ya zengin ve güçlüdür ya da sokakta dayak yiyen zavallı bir figür. Arada düşünce üreten, felsefe konuşan bir karaktere yer yoktur. Çünkü bu toplumda düşünmek, aykırı olmakla eşdeğerdir.

Türk dizileri ve filmleri, bir estetik anlayış değil; ticari rant ve kitsch estetiğin birleşiminden doğan bir çürümeyi temsil eder. Kalitesizlik, bir tercih değil, bir kuraldır. En çok izlenen yapımlar, en yüzeysel, en mizansensiz ve en yapay olanlardır. Sinema, artık sanatsal bir ifade değil, bir oyalama aracıdır. Göz boyayan görsellerin ardında, içi boş senaryolar ve düşünmeyen seyirciye hitap eden basmakalıp replikler yer alır. Klişe aşk hikâyeleri, mafya romantizmi ve sürekli ağlayan kadın figürleriyle, seyircinin beyni uyuşturulur. Kültürsüzlük, sadece kitap okumamakla ilgili değildir. Kültürsüzlük, bir insanın kendini inşa etme sürecine kayıtsız kalmasıdır. Bugün Türkiye'de insan kendini değil, başkalarının gözündeki imajını inşa eder. Sosyal medya bunun en belirgin yansımasıdır. Herkes bir şeymiş gibi görünmek ister ama hiçbir şey değildir. Gençler, düşünmek yerine görünmekle meşguldür. Kimse 'ben kimim?' sorusunu sormaz; herkes 'başkaları beni nasıl görüyor?' sorusuyla yaşar. Bu, kolektif bir kişiliksizliktir.

Psikolojik anlamda da toplumun dengesi bozulmuştur. İnsanlar mutsuzdur ama neden mutsuz olduklarını bilmezler. Toplumsal depresyon, bireysel çöküşlerle birleşir. Herkes bir kurtarıcı bekler ama kimse kendi hayatının sorumluluğunu almak istemez. Bu yüzden sahte lider figürleri her dönem yeniden doğar. Karizmatik ama boş vaatlerle halkı oyalayan, duygulara oynayan ama düşünceye değer vermeyen siyasetçiler toplumda yer bulur. Öğretmenler, artık birer rehber değil; sistemin bekçisidir. Kendini geliştirmeyen, sorgulamayan, ezber bilgiyle sınıfı geçirmeye çalışan öğretmen profili, gençlerin en büyük felaketidir. Oysa bir öğretmen, bir çocuğun kaderini değiştirebilir. Ama özel okullar bu idealizmi değil, müşteri memnuniyetini önceler. Çocuk veliyi memnun edecek bir not almalı, yoksa öğretmen suçlanır. Eğitim, ticari bir anlaşmaya dönüştüğü anda değerini kaybeder.

İnsan kaynakları yönetimi eğitimdeki gibi yozlaşınca, sapık karakterli, ahlaki deformasyona uğramış kişiler öğretmen, yönetici, hatta rehber olarak atanabilir hâle gelir. Sorgulama mekanizması yoktur. Sınavı geçmek, torpili bulmak, bağlantıyı sağlamak yeterlidir. Böyle bir ortamda çocuklara güvenli bir gelişim alanı sunmak mümkün değildir. Ahlaki çöküş, pedagojik çöküşle birleşir. Toplum, kendini inşa edecek ahlaki temellerden yoksundur. Aile kurumu zedelenmiş, sevgi yerini tahakküme bırakmıştır. Anne babalar çocuklarına sevgi değil; korku ve baskı ile yön verir. "Ne derler?" korkusu hâlâ toplumun ortak bilinçaltıdır. Bu korku, bireyleri özgür değil; boyun eğen varlıklara dönüştürür. Düşüncenin, farklılığın ve bireyselliğin bastırıldığı bir yerde ne ahlak gelişir ne de erdem. Medyanın aptallaştırma operasyonu sadece politik değil, varoluşsaldır. İnsanların boşluk hissi, tüketimle doldurulmaya çalışılır. Zihin yorgunluğu, yapay gündemlerle bastırılır. Halkın dikkatini asıl sorunlardan uzak tutmak için sürekli krizler yaratılır: bir gün ekonomi, ertesi gün mülteci sorunu, sonra bir futbol skandalı... Bu manipülasyon, düşünmeyen bir halk üretmenin en etkili yoludur.

Peki, çözüm nedir? Cevap ne bir seçimdir ne de bir sistem değişikliği. Çözüm, bireyin kendini tanıma cesareti göstermesinde yatar. Her birey, bu sistemin içine doğmuş olsa da onun içinde yok olmak zorunda değildir. Eleştirel düşünce, bireyin en büyük devrimidir. Kendini sorgulayan insan, toplumu da sorgular. Ve bu sorgulama, gerçek değişimin ilk adımıdır. Toplumsal uyanış, sistemin değil, bireyin direnişiyle başlar. Bir birey okur, düşünür, tartışır, inşa eder. Bu bireyler çoğaldıkça toplum da değişir. Yani kurtuluş, dışardan beklenmez; içerden doğar. Ama bu içsel doğum sancılıdır. Konfor alanını terk etmek, sıradanlığı kırmak, çürümüşlüğe karşı ayağa kalkmak cesaret ister. Bu cesareti olmayan toplumlar, çürümeye mahkûmdur. Türkiye’de yüzleşilmesi gereken ilk gerçek, kendi halkının büyük ölçüde düşünsel tembelliğe gönüllü olmasıdır. İnsanlar, değişim istemez; çünkü değişim sorumluluk getirir. Herkes bir şeylerin değişmesini ister ama kimse kendini değiştirmeye yanaşmaz. Bu ikiyüzlülük, toplumun entelektüel dönüşümünü engeller. Kültür politikalarının olmadığı bir ülkede sanat, lüks değil, susturma aracına dönüşür. Kütüphaneler boş, AVM'ler doluyken; kitaplar tozlanır, telefon ekranları parıldar. Tiyatro salonları kapanırken, sosyal medya fenomenlerinin konserleri dolup taşar. Bu bir tercih değil, bir çöküştür ve bu çöküşü tersine çevirmek, yalnızca zihinsel bir direnişle mümkündür. Sisteme küfretmek kolaydır ama onu değiştirmek zordur. Asıl mesele, sistemi dışlamak değil; ona karşı bilinçli bireyler inşa etmektir. Bu bireyler ne devletin kuklası olur ne de medyanın kurbanı. Bu bireyler ancak felsefe ile, sanatla, edebiyatla, tarih bilinciyle ve düşünsel bir devrimle doğar. Zor olan, yüzleşmektir. Bu ülkenin eğitim sistemi çürümüş, medyası kokuşmuş, siyaseti yozlaşmış, insanı sinmiş durumdadır. Ancak hâlâ bir umut vardır. Bu umut, her şeye rağmen düşünen, hisseden, yazan, konuşan bireylerde yeşerir. Onlar azdır belki, ama tarihte değişimi her zaman azlar başlatmıştır.

Hiçbir çözüm, sadece yukarıdan beklenerek gelmez. Aşağıdan, yani halktan başlamak zorundadır. Ama bu halkın önce halk olduğunu hatırlaması gerekir. Tüketici değil, yurttaş olduğunu; izleyici değil, aktör olduğunu fark etmesi gerekir. Aksi takdirde, koca bir toplum, birkaç yalanla avunarak yok olur gider. Eğitim sistemi, gerçek bir devrimle yeniden inşa edilmelidir. Öğretmenler sadece bilgi aktaran değil; ahlak, estetik ve anlam öğreten figürlere dönüşmelidir. Özel okullar denetlenmeli, ticari değil etik bir yaklaşımla işlemelidir. Öğrenci, not değil, karakter kazanmalıdır. Bu değişim olmadan, birey yetişmez; birey yetişmeyince de toplum kalkınmaz.

Diziler, filmler, kitaplar… Hepsi toplumsal hafızanın bir parçasıdır. Kalitesizlik sadece izleyiciyi değil, üreticiyi de tüketir. Bu üretim anlayışı değişmedikçe, izleyici kitlesi daha da aptallaşır. Halbuki sanatı yönlendiren halktır. Talep değişirse, arz da değişir. Bu yüzden halkın estetik ve entelektüel algısı yükselmeden sanat da yükselmez. Devletin görevi sadece yollar yapmak, köprüler inşa etmek değildir. Aynı zamanda insan inşa etmektir. Bu inşayı sağlayacak olan eğitim, kültür, medya ve adalet politikalarıdır. Devlet bu alanlarda kasten başarısızsa, halkın yapacağı tek şey kendi yolunu çizmektir. Çünkü çürümenin ortasında doğan bilinç, en sağlam yapıdır. Sonuç olarak, çözüm sistemde değil, zihniyettedir. Zihniyet değişmediği sürece, aynı sorunlar farklı isimlerle devam eder. Değişim istemek bir cesaret işidir. Ama en büyük cesaret, önce kendi cehaletini, korkularını, konforunu sorgulamaktır. Bu sorgulamayla doğan her birey, bir halkın uyanışı için yakılmış bir mumdur.


06 Ağustos 2025 51-52 dakika 41 denemesi var.
Yorumlar