Puslu Gedik

Epeyce önemli bir olumsuzluğun ardından evreni sessize almayı beceremeyeceğimize göre geriye tek bir seçenek kalıyor, dilimizi bağlayıp kendi kulağımızı burkmak ve bir süreliğine de olsa iletişimsiz kalıp sessizliğe gömülmek.

Sonra da bırakmak kendimizi doğaya; ağaçlara, kuşlara ve böceklere.
Beyaz martıların mavi gökyüzündeki süzülüşlerine, kanat çırpışlarına, erken ötmeye başlayan ağustos böceklerinin kulaklarımızda bıraktığı çınlamaya ve balıkların denizin üstündeki atlama yarışlarına.

Müziğin büyülü ezgilerine, arada bir yağmur getiren güçlü yellerin yüzümüze vuran serinliğine.

Okumaya ve daha çok okumaya.


Unutmak için ne yaparsanız yapın olmuyor, olumsuzluktan sıyrılmanız olası değil.
Elinde değil insanın, bir yığın soru yarış atları gibi koşuşturuyor beyninizde !
Sonuç olarak bu toplumda bir bireyseniz eğer kendinizi toplumdan soyutlamanız olası değil. Kendi kendinize de olsa düşünmeye başlıyorsunuz doğal olarak ve

' neden böyle oldu ? '

diye sormadan edemiyorsunuz. Duyduklarınız, okuduğunuz hiçbir yazı, umarsızlığınızı yok etmiyor. İzledikleriniz sizi doyurmuyor, sürekli olarak bir yerlerde bir şeyler eksik kalıyor. Bu sonucu kendinize bir türlü yakıştıramıyorsunuz.

Öncelikli sorulardan biri ' ben nerede yanlış yaptım ? ' diye başlar bende, toplumun bir bireyi olarak böyle zamanlarda çoğu kez kendimden başlarım sorgulamaya.

Bu olumsuzlukta benim payım var mıdır acaba ? Varsa eğer neresindedir ? Kaldı ki bu toplumun içinde nefes alıp veriyorsam eğer az ya da çok benim de payım olacaktır kesinlikle.
Üstelik emekli bir eğitimciysem ötekilerden daha çoktur üzerimdeki bu pay !


Evrenin en güzel coğrafyasındasınız, yediğiniz önünüzde yemediğiniz ardınızda. Dereleriniz, ovalarınız, gölleriniz ve üç yanı denizlerle çevrili, bereketli topraklarınız. Doğal kaynak zenginliği bol böyle bir ulusun bireyisiniz ama nedense mutlu olamıyorsunuz.

Birilerinden sürekli olarak yumruk yiyen, ezilen, horlanan, her geçen zaman sürecinde sınıf düşürülen yurttaş olma biçiminizi bir türlü değiştiremiyorsunuz.

Görüyor, biliyor, anlıyor ama anlatamıyorsunuz ya da anlamak istemiyor bazıları.

Bir şeyler elinizin altından ufak ufak gidiyor ; dokunamıyorsunuz !

Her geçen gün daha çok çamura saplanıyor umarsızlaşıyorsunuz, yırtınmanız yetmiyor. Yalnız da değilsiniz üstelik ama bir türlü dönen çarkı geri çeviremiyorsunuz !


Doğrularla yanlışlar iç içe girmiş savaşıyor başınızı çevirdiğiniz her köşebaşında. Sorumluluk duyan hiç kimse yok, herkes her konuda uzman olmuş, konuşmak bir yana gürlüyor. Biri ötekini suçluyor, öteki bir başkasını. Çıkar, koltuk ya da ün kovalıyor her biri. En önemlisi de yanlışların gür sesli savunmaları, doğru düşünceleri çamura batırmak, ortalığı daha da karıştırmak için nasıl uğraşıyorlar bir bilseniz !

İşte en çekilmezi de bu noktada başlıyor, tanımını yapamadığımız çirkin sözler ve çağdışı kirli davranışlar ! Dilini uygarca kullanmayı bilmeyenler, denetleyemedikleri başka biçimlerde kendilerini anlatma girişiminde bulunmaya başlıyor, en korkuncu da bu ne yazık ki !



Sınıfına girdiğim öğrencilerime daha ilk derste matematik öğretmeni olmama karşın her şeyden önce bir insan olduğumu unutmamalarını, benim de bilemeyebileceğim matematik sorusu olabileceğini, önemli olanın öğrencilerimin sorularını biliyorsam hemen bilmiyorsam en kısa zamanda öğrenip onlara anlatacağımı söyleyerek, aramızda iyi bir iletişim başlatıp içtenliğimi onlara anlatmaya çalışırdım. Soru sormadan öğrenmenin çok güç olduğunu ve istedikleri her soruyu sorabileceklerini söylerdim. ( O günlerde ' öğrenci bana soru soramaz ' diyen ve sınıflarda öğrenciye soru sormayı yasaklayan meslektaşlarım beni duyuyor musunuz acaba ? Hele de soru soran çocukları paylayıp azarlayan meslektaşlarım, sizler mutlu musunuz acaba bugünlerde ? Yaşanan ve yaşanacak olan olumsuzluklarda benim payım bir ise sizinki ondur, bilginize. )


Soru sormayan, araştırıp sorgulamayan bireyleriyle bir toplumun çağdaş uygarlık düzeyini yakalaması olası mıdır sizce ?

Yalnızca bu olsa neyse, vurgulamak istediğim bir başka önemli konu daha var sırada.

' Geçiştirmek ' diye bir söcüğümüz var bilirsiniz, birinci anlamı için açıklamasını şöyle yapmış ( 12 Temmuz 1932 ‘ de ATATÜRK' ün kurdurduğu ) Türk Dil Kurumu :

' Gereken önemi vermemek, gereken özeni göstermemek, üzerinde gereğince durmamak. '

İster öğretmen, ister doktor, ister mühendis, mesleğimiz ne olursa olsun, sorumluluğumuzu yüreğimizde duyarak düşündüğümüzde olumsuzluğun en büyük suçlusu biziz bence.

Geçiştirdiklerimizden ötürü !

Bilinçlendirmediğimiz, aydınlatmadığımız, cahil kalmasına göz yumduğumuz her birey için biz suçluyuz.

Onları, kafasının içine saman basılmış zırcahillerin ellerine bıraktığımız için biz suçluyuz.

Beyinleri uyuşturulurken uzaktan izleyip karşı çıkmadığımız, gerçekleri onlara anlatmadığımız ya da anlatamadığımız için biz suçluyuz.

Gediğin neden puslu olduğu anlaşıldı sanırım.


Ne dersiniz ?

Azıcık daha düşündüğünüzde bana katılacağınızı umuyorum, az ya da çok hepimiz suçluyuz.

Oysa bu çocuklar bizim çocuklarımız, bizim gençlerimiz.

Onlara güzel günler bırakabilmek adına bugüne dek neyi doğru neyi yanlış yaptığımızı tam olarak biliyor muyuz ? Hiç sorduk mu bu soruyu kendimize ?


Bundan sonrasında bir sıçrama yapılacaksa eğer bireysel olarak sorumluluklarımızı daha çok önemsemeliyiz, küçükten büyüğe.

Sömüren bir ulusun bireyi olmayı hiçbir zaman düşünmemişimdir ama sömürülen, sürekli horlanan ve aşağılanan bir ulusun bireyi olmayı da hiç içime sindiremem doğrusu, bu konuda düşüncelerimizin örtüştüğünü sanıyorum.

Ben bu olumsuzluğu, zorbalığı ya da adı her ne ise onu kendime ve size yakıştıramıyorum, ya siz !

Eninde sonunda biz bu puslu gediği aşarız, hiç kuşkum yok.
Bedeli çok ağır olur mu, gidiş öyle görünüyor ne yazık ki !

Bu akıl tutulmasından çıkacak bir akıl fırtınasının en kısa zamanda gerçekleşmesi, tüm olumsuzlukların son bulacağı, aydınlığın karanlığı ve gerçeklerin yalanları boğacağı günlere en kısa zamanda ulaşmak umudu ve dileklerimle efeeeeem..

01 Temmuz 2018 5-6 dakika 15 denemesi var.
Yorumlar