Ruhumda Sızı

Bazen insanın içinde, ne tarafa dönse orada duran bir acı olur…
Ne konuşunca azalır, ne sustukça diner.
İçine sinmiş, iliklerine işlemiş, kanına karışmış bir sızı…
Gecenin en sessiz anında, gündüzün en kalabalık yerinde bile fısıltısıyla kendini hatırlatır.
Birden, hiç beklemediğin anda; nefesin kesilir, gözlerin dolar.
O an anlarsın… Bu, öyle geçici bir kırgınlık değil, ruhunla bütünleşmiş bir yaradır.
Kimse bilmez, kimse anlamaz;
Sen gülümserken bile o sessizce oradadır.
Gözlerinin derininde, dudaklarının kıyısında, adımlarının titremesinde…
Ve sen, onu taşımayı öğrenirsin.
Bazen öyle ustaca saklarsın ki, sen bile unuttuğunu sanırsın.
Ta ki bir şarkı çalar, bir koku gelir, bir ses duyarsın…
İşte o an, sakladığın sızı, yerinden doğrulup kalbine oturur.
Bir insanı en çok ne büyütür?
Kimi sevgi der, kimi zaman.
Ben diyorum ki: Yarım kalanın ağırlığı büyütür.
Yarım kalan vedalar, yarım kalan sarılışlar, yarım kalan “kal” deyişler…
Yarım kalan cesaret bile bir gün boyun kadar olur, başını eğdirir;
ama işte o eğilişte kök salarsın.
Kök tutunca da rüzgârın yönünü ezberlersin;
hangi fırtınanın nereden patlayacağını, hangi kelimenin nereden kanatacağını bilirsin.
Bazen kendimi avutuyorum:
“Geçer.”
Sonra dürüst oluyorum:
“Geçmeyecek, ama ben geçeceğim onun içinden.”
Çünkü acının etrafından dolaşanlar yollarını uzatır;
ben kısa yolları severim,
kalbim neredeyse oraya dümdüz yürüdüm.
Belki de bu sızı, gitmeyenlerin değil;
gidenlerin bıraktığı bir yükte değil…
Belki, hiç gelmeyenlerin eksikliği…
Belki de yarım kalmış cümlelerin, yarıda bırakılmış ellerin, tamamlanmamış duaların ağırlığı…
Ne olursa olsun, öğrendim ki bazı acılar, tedavi edilmez.
Çünkü onlar bizi biz yapan izlerdir.
Anladım ki acıyı inkâr etmek, susuzluğa tuz içmek gibi.
Bir anlık doluluk, ardından kavurucu bir boşluk…
O yüzden yanına oturdum sızımın, isim taktım: “Tanıklık.”
“Sen bana, ben sana tanığım,” dedim.
Bazen fısıldadım: “Bugün hafif ol.”
Bazen direndim: “Bugün güçlü ol.”
Bazen de bıraktım: “Bugün ağla—yerini aklım bilsin, yolunu kalbim çizsin.”
Şimdi kendime sözüm var:
Bu sızıyı kimseye silgi diye uzatmayacağım.
Kimseye “bunu onar” demeyeceğim.
Onarmak bazen bozmak demek çünkü;
ben bozulan yerlerimden yeni bir yol kurmayı öğrendim.
İçime kurduğum o yolda adımlarım ağır,
bakışım net, sesim sakinken de duyulur.
Çünkü suskunluğun bir tonu vardır—
duyan bilir, bilmeyen gürültü sanır.
Artık Kendime kızmayı da bıraktım.
“Niye böyle hissediyorsun?” demek yerine,
“İyi ki hissediyorsun.” demeyi öğrendim.
Hissetmek, yaşamanın delilidir;
acıysa, ruhun hâlâ nabzı var demektir.
Ölüye sızı işlemez.
Bugün penceremin önünden geçen rüzgârın sesinde şunu duydum:
“Devam et.”
Emredildiği için değil, iyileştiğim için değil—
hayat bir nehir; durursan yosun tutarsın.
Ben akmayı seçiyorum.
Sızım da akacak içimde;
yoluna su değen taş gibi yuvarlana yuvarlana yumuşayacak.
Ve eğer bir gün biri çıkıp bana “nerenden güç aldın?” diye sorarsa,
gülümseyip diyeceğim ki:
“Ruhumdaki sızının kenarında kurulan küçük bir iskeleden.
Oradan baktım hayata;
dalgalar vurdukça düşmedim,
çünkü her darbe tahtayı değil, beni sağlamlaştırdı.”
Son sözümü de kendi kendime yüksek sesle söyleyeyim ki unutmayayım:
Yara izim utancım değil, yönüm;
acıdan kaçarken değil, acıyla yürürken buldum yolumu.
Ve şunu nihayet kabul ettim:
Kırılmak, yok olmak değil—
ışığın içeri girmesi için gereken çatlak.