Sevgi Bebek

Doğduğumuz andan itibaren, ölümümüze kadar olan tüm zaman diliminde, yaşayacaklarımızı değiştirmek gibi bir gücümüz olsaydı; hoşumuza gitmeyenleri değiştirmek için ne kadar çabalardık acaba?

Daha da önemlisi, onları değiştirmek uğruna, nelerden fedakarlık ederdik?

Neleri değiştirir, neleri aynı bırakırdık?

Hayatımızda, bazı şeyleri nasıl yaşayacağımız üzerinde fazla kafa yormamıza gerek yoktur. Bu şeyleri nasıl yaşayacağımız, şablon halinde önümüze konmuştur. Ve onların yaşanması, zamanla sınırlandırılmıştır. Ama kesin bir çerçeve çekilmemiştir. Dilersek uzatabiliriz. Ya da kısaltabiliriz.

Eğitim hayatımız, örneğin. İlk okula başladığımız günden alırsak, üniversite eğitimimiz dahil olmak üzere, on beş yıl kadar sürer. Standartta bu kadardır. Bazı özel eğitimler hariç, Tıp gibi. Sonrası bizim tercihimizdir. Bir üniversite daha okumak istersek, dört yıl daha ekleriz. Ya da akademik kariyer ile daha çok uzatabiliriz. Genellikle ya on birinci yılda, lise eğitimi sonunda, biter ya da devam edip on beşinci yılda noktalanır.

Çalışma hayatı da, aynen böyledir. Başlarsınız ve bir zaman gelir emekli olursunuz. Sonrası, size kalmış.

Bu konularda olabilecek, ya da değiştirmek isteyebileceğimiz seçenekler, yaşantımızı derin boyutlarda etkileyebilir de etkilemeyebilir de. O bizim, hayatın neresinde durmak istediğimizle doğru orantılıdır.

Bu kadar giriş yeter sanırım? Gelelim işin asıl konuşacağımız yanına.

Duygu dünyamız.

Sevgi, yaşandıkça şekil alan bir duygudur. Hepimiz, gençlik günlerimizde bazı portreler çizeriz. Fiziksel ve ruhsal portreler. Farkında olmadan, olmazsa olmazlar oluştururuz. Hatta dürüst olursak azıcık da atar tutarız, bu konuda. Bu doğrultuda kişi-ler girer hayatımıza. Girerler ve çıkarlar. Her gidenle, ya bir şıkkı sileriz ya da yeni bir şık oluştururuz.

Sonra bir gün, diyelim ki; hiç ummadığımız bir zamanda ve hiç düşünmediğimiz bir ortamda, bir isimle tanışırız. Sevmek, sevdalanmak hatta aşık olmak, aklımızın ucundan bile geçmiyordur. Ama ismi duyar duymaz içimizde bir işaret fişeği patlayıverir. Kendi kendimize deriz ki ' Bir şeyler olacak ' O ismi, takip etmeye başlarız. Sözlerini, dinleriz. Başkaları ile olan konuşmalarına, kulak misafiri oluruz. Bütün bunları, alt alta topladığınız zaman, ne olduğunu ve ne istediğini bilen, ayakları yere basan, kimlik karmaşası yaşamayan biri çıkar karşımıza.

Eğer o da bizimle ilgili aynı duyguları paylaşıyorsa, kaçılmaz kurgunun, iki oyuncusu oluveririz, bir anda. Sevgi ismini koyduğumuz bir bebeği doğurup, büyütmeye başlarız, birlikte.

Biliriz ki, her bebek gibi Sevgi bebek de doğacak, büyüyecek ve ölecektir. Bu durum Sevgi'nin kaçınılmaz, doğal sonucudur.

Bir bebek dünyaya getiririz. O bebeğin nasıl bir yaşam sürecinden geçeceğini bilerek. Kanımız, canımız, dünyamız olan o canlının bir gün öleceğini bilerek, dünyaya getiririz.

O her şeyden çok sevdiğimiz varlığı, sonunu bile bile dünyaya getiriyorsak.
Ve yaşadığımız sürece, o sonu hiç aklımıza getirmeden, ona sahip olmanın mutluluğunu, gururunu yaşıyorsak.
Alabileceğimiz her türlü keyfi almaya çalışıp, verebileceğimiz her şeyi veriyorsak.
Onunla, zaman zaman gülüp, zaman zaman ağlayabiliyorsak.
Her zaman yanında olup, korumaya, kollamaya, gözetmeye çalışıyorsak.
Her türlü tehlikeden korumak için, var gücümüzle çabalıyorsak.

Aynı şeyleri Sevgi bebeğe neden yaşatmıyoruz? Yaşatamıyoruz?

Oysa onun, hayat içindeki, gidişatını değiştiremesek bile, sonucunu değiştirmek elimizdedir. Sevgi'nin ölümünden ? bitişinden diyelim, sevmedim bu ölüm sözcüğünü ben - sonra elimizde ne kalacağını seçebiliriz.

Kalan nefret de olabilir.

Saygı, arkadaşlık, dostluk, anlaşma gibi güzel duygular da olabilir.

Nefretle sonlandırabiliriz ya da güzel duygularla yaşamaya devam edebiliriz.

Nefretle unutmaya çalışabiliriz, yaşadığı günleri.

Ya da güzel duygularla hatırlayabiliriz bize yaşattıklarını, hissettirdiklerini.

O da bizim bebeğimiz değil mi?

23 Mayıs 2010 3-4 dakika 42 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar