Sevgili Mario


“ Biz ancak ıslah edicileriz, derler.” Bakara/11 (nas)

Aslında sana hiç sevgili Mario demedim değil mi yine demeyecektim ama belki mektubumu açıp okursun, diye öyle hitap ettim.

Ah nereden başlasam bilemiyorum. Sanırım başa gitmeliyim. Geceler boyu çok düşündüm, vaad ettiğin mutluğunda ne çok acılar çekmişim. Sen, hani beni içine diğerlerinin deyişiyle gırtlağıma kadar battığım bataklıktan kurtarmıştın ya, hep bunu söylerdin bana iki de bir, bir kakınç gibi. Sözlerin değildi konuşanların, üzerimdeki ürettiklerin beni benden götürürken içime hep bir fısıltıyla çemkirirdi.

“ Hey! Gördüğün her şey yalan, duyduğun her şey yalan, İnandığın her şey yalan.” En azından yanılsama olsaydı bir umut biriktirirdik içimizde.

Ürkek ve şaşkındım… üstelik en saf en temiz.

Toplumun tüm kötülükleri üzerime çullandığı zaman buldun beni. Yapayalnız savunmasız… Ah Mario karanlık kaldırımların yağmurla ıslanmış çamura bulanmış çukurunda buldun beni. Tek dostum Cevriye ile iş arası yoksa mola mı demeliydim…her ne zıkkımsa. Kaldırıma boylu boyunca yayıldık, kafamız iyi gelip geçen, olan biten her ne varsa kalayladık. Öyle böyle değil üstü açılmamış, gün yüzü görmemiş sövgülerimizi dizdik doksan dokuz tesbih boyu. Çek çekebilirsen Mario. Kemale ermiş olursun.

Başımı kaldırdığımda arkandan vuran sokak lambasının ışığı gözümü almıştı, uzun saçlarını benim için ıslattığını sanmıştım. Uzattığın ellerin soğuktu, ama bana o an o kadar sıcak gelmişti ki. Hızır mı hınzır mı uzanmıştı anlayamadım…

Nedensiz sevmelerin “aşk” olduğunu söylemiştin ve beni arındırdığın giysilerimi senin beğenilerine göre düzenleyişin aslında pek de hoşuma gitmemişti, ama uzatılan o ele mecburdum. “ Hadi gel!”dedin o kadar üşümüştüm ki seni izleyen çökmüş yüreğimi ışıl ışıl bir atmosfere sürükledin.

Ve Cevriye’yi kaldırımda bıraktık…

Hanım kızımızda pek güzelmiş.

Verdim gitti ulan!..

Usul erkan yani en azından emir ve kavil deseydik en azından.

Kes traşı. Keş para!

Ah! Cevriye...

Sıcacıktı bedenim, ellerim titremesini kesti. Ve üzerimdeki giysilere baktın “hadi çıkar at” diyeceksin diye korkmuştum. Getirdiğin giysileri ıslak elbiselerimin üzerine giymemi istedin.

Sana ilk güvendiğim an o andı.

Korkaktım… ürkektim… tıpkı Cevriye gibi. Üzerimde ki ıslak giysileri de ben almamıştım, zorladılar tıpkı senin güven veren zorlaman gibi beni öyle giydirmişlerdi. Ama bunu düşünecek olgunluğum yoktu.

Cevriye bir seferinde demişti ki, “Kaderimizde ne varsa onu yaşıyoruz.”

Hadi be… sen de mi kadercisin Cevriye, dedim. Cevriye gerçek bir devrimciydi. Bunu nasıl söylerdi aklım almadı önce.

Hep satıldık biz, hem de kendi irademiz dışında. En son yoldaşlarım satmıştı beni, der öfkelenirdi.

Bak, dedi bir gün yine. Kaldırıma sere serpe yayılmışız kafamız bin beş yüz, dut gibi, zombi gibi.

Niye yayılmayalım ki saklayacak namusumuz bile yok toplum gözünde. Namussuzluk içinde namussuzluk arayanlara satacak başka neyimiz kaldı ki? Tam şeffaf yaşamımızda kemale ermişiz…Küfürde bize helal sayılır artık der basardık küfürleri gelen gidene. Ağasına beyine…

Kaldırım cumhuriyeti.

Bazen de kaldırım anıları da anlatırdık gelip gidene, geçip gidene.

Hah! İşte öyle bir geceydi yine.

Ben anne babamın kararıyım, şehvete dayalı. Dedem de demiş ki anamı istemeye geldiklerinde.

Verdim gittim ansını satayım. Atın şuraya üç beş kuruş. Yani ben dedemin de kararıyım. Ebem de kendi babasının kararı…yine ben onun da kararıyım sonuçta. Kararlar silsilesi.

Bu kararlar tesadüfi mi?

Ebem çok çekti be benden! Der anlatılarının arasına sıkıştırırdı.

Ertesi gün çökmüşüm sokağın köşesindeki taşın başına, belli ki yine çav bella ile uyanmışım geleceğime…

“Şişşt!... Ne oldu söylesene?” dedi yoldaşın biri.

“Sorma, diyorum az fazla kaçırmışım. “Ruh”um ağrıyor…”

Sonra gerçek yüzüme haykırıyor. “ Burası huştur…”

Ve sokağın berisinden ağır aksak yürüyüşüyle beliriyor üstü başı şalvarlı, ihtiyar bir kocakarı. Üzerinde entarisin üstü kat kat yama yapılmış mavili, morlu, çiçekli pazen parçalarıyla. İçindeki nasırlaşmış acılarına katlanmaya çalışıyor, elinde kuru bir değnek parçasına yüklenerek. Yürümeyle koşma arasında bocalıyor yaşlı bedeni.

Az Nene Hatun’a benzetir gibiydim…o halini gördüğümde.

“Gız Cevriye… kör olmayasıca yine batırmışsın buraları.”

Bu sesi duyunca “ruhum ağlıyor.”

Ah Mario! Beni ilk yemeğe götürüşünü hatırlıyorum, tehditkar ve süzücü bakışların üzerime çevrileceği çekingenliği yaşıyordum ve sen bana gülümsedin. Tüm hizmetkarların çevremde dönüp dururken nasıl bulacaktım senden ayrı kendimi. Nereye baksam hep seni görüyordum. İnanmıştım, o gece vaat ettiğin, bana kurduğun cennetin kapılarının açılmasını bekliyordum.

Sevmemi istedin…sevdim.

Ama saklanıyordun, hiç maşuk aşıktan gizler mi kendini. “Belki Tanrı öyle yapar,” dediğimde ilk defa korktum gözlerinin manasından, bir ayrı bakıyordu, ürkünç manalar gizli.

Tanrı çamurdan boş bir beden yapar ve yüksek zeka ıslık çalarak onun etrafında dolaşır, önce korkar yanına yanaşmaya. Çevresine bakınırken ayağının ucuyla dokunur yerde yatana. “ Tınnn!” diye bir ses çıkar, bir daha dokunur yine aynı sesi çıkar.

“ Ulan der korktuğum bu muydu bomboş bu, bunun içini ben istediğim gibi doldururum.”

Diye anlatmıştın bana, ben de…

“ Tanrı neden boş bırakıyor o zaman insanı.” Demiştim anlamamıştım…

Cevriye demişti ki,

Bir bayır düşün bayırın başında bir top, plates topu say sen onu. Sonra bayır aşağı yuvarlasın biri, bir yol bulacak kendisine düşme boyu, yol boyu. Oraya buraya çarpacak toslayacak irili ufaklı taşlarla kayaya. Ona göre yön alacak, yol alacak. Bakarsın yarı yolda bir zırtapoza pardon bir sivri kayaya denk gelecek yıpranacak, hatta patlayacak.

Ya game over ya zulüm.

Sen sağ ben salim… selamet yok bize yani kurtuluş.

Kim yuvarlıyorsa bizi asıl suçlu o.

Anladın mı Mario bizim kaderimizi. Biz derken insan olan bizi kastediyorum.

Orkestra şefi ustalığıyla yönettiği sözcüklerin efendilerinin armonisinde evreni bana dinlettin. Ve senin filozofların bir senfoninin tüm notalarını defalarca savurdular gökyüzüne sonra yeniden bir araya getirdiler, “bak, dedin aynı armoni.” İşte buydu senin bana sunduğun gerçeğin.

Bir maji yaşatıyordun bana. Oysa savrulan benim yaşam öykümün sözcükleriydi aslında, toparlamaya çalıştım çaresizce parçalarını, sıralamak için çok uğraştım ama her defasında garip şeyler çıkıyordu ortaya.

Bana verilmiş olan düzensizliğin düzenini oluşturmaya gayret ediyordum orijinal olan, gerçek olan oydu. Gördüğüm armoni buydu, ama karman çorman. Bu gerçeği benden uzaklaşmayasın diye, senden saklıyordum.

Mario sana epey sonra bir rüyamı anlatmıştım, hayretten fal taşı gibi açılan gözlerinle bana baktın, ellerin “sus” dedi dudaklarıma. Son cümlemi kuramadım. Ve senin titrediğini ilk defa o an fark ettim. Bayılacak gibi oldun.

“Dur!”dedin hazır değilim. Üzerime giydirdiğin giysilerimin altında kalan ıslak elbiselerime elini daldırdın ve “cart” diye çekişin canımı yakmıştı. İşte bir paçavra gibi ellerinde duruyordu, elbiselerim mi yoksa benliğim mi bilemiyordum.

“Hadi tamam şimdi söyle,”dedin.

“Yemin ediyorum rüyamda gördüğüm “saf çocuk” gerçeğime geldi.” Kahinlerini çağırdın kulağına bir şeyler fısıldadılar, garipçe gülümsedin.

“ Hadi kalk, dedin gidiyoruz.”

“Nereye?”

“Saf çocuğumuzu büyütmeye…”

Ve büyüttük… koskocaman içime sığmıyordu artık, lakin büyütenin ben olduğumu söylerdin oysa ben, hep senin söylediğini yaptım. Zaten ben de sen ne dersen ona göre yaşadım, her türlü iğrençlikler sevimli gelirdi bize. Şaşalı fitnelerimizi yaydık çevremize. Yalnız Mario hep içimde bir şüphe vardı.

Günah gecelerimizin doruğunda senin dişil mi eril mi olduğunu anlayamıyordum. Bazen sana “Maria”diyesim geliyordu.

Ve son öğlen yemeğimize büyüttüğüm çocuğu getirmemiştim. En sonunda fark ettin.

“Sahi dedin nerede büyüttüklerin?”

Susmuştum seni kaybetmekten korkuyordum daha doğrusu ömrümün çalınmasından korkuyordum.

Israr ettin…ve ben de söyledim.

“Öldürdüm onu.”

“Nasıl yani…”

“Yani kendisi öldü aslında, içimdeki bir sesin çığlığına dayamadı. Hani sen benim elbiselerimi çekip atmıştın ya…”

“Lanet olasıca biliyorum…”

“Neyi?..”

“Bana söyletmeye mi çalışıyorsun.”

“ Tek bir sözcük söyledim canını bu kadar kolay verebileceğini nerden bilebilirdim.”

“ Lanet olasıca kes şunu…”

“ Ve anladım Tanrı’nın insanı nenden doldurmadığını çünkü insanın kendi kendisini doldurmasını istiyordu. Bu özgürlüktü bahşettiği insana Tanrı’nın. Ve koskoca mikro evreni doldurma iradesini verdi.”

“!...”

“ Oysa sen beni kendi malzemenle doldurmaya kalkıştın.”

Ve beni aldığın yere geri bıraktın. Biliyor musun sen aslında Cevriye’ye dayanamıyordun.

Bir gün entel bi zibidi musallat oldu bize. Seri katil suratlı…hani açık hedefiz ya aklı sıra.

Öte git be adam…ya da kadın her neysen işte. Üstüme kusacaksın tüm biriktirdiklerini.

Zamane sarhoşu işte…dedi kendi kendine.

Leş gibi kokuyorsun, hiç aynaya baktın mı sen beyni kokuşmuş adam… Ayakta duramıyorum sallanıyorum. Ellerine bakıyorum sımsıkı tutmuş bırakmak istemiyor, beni değil.

Shakespeare, Balzac, Faulkner…

Her fırsatta karısını aldatan, tefeci…pinti mi pinti yaralı parmağa hiç işememiş ki…

Ya diğeri kaba ve pis giyimli koca göbekli. Bir düzine pirzola, bir bütün ördek, iki keklik, yüzden fazla istiridye yemiş kirli elleriyle bir oturuşta ve elliye yakın Türk kahvesi bir günde. Beynindeki sanatsal yaratıların spermlerle dışarı atılacağını hükmedermiş sizin ki…

Ne oldu miden mi bulandı… Dur hele.

Aklı hep hinliğe çalışırmış öğretimden hep çakmış… Es kaza gazilik yüzü suyu hürmetine üniversiteye kaydolmuş ite kaka…Ya postane memurluğunda iken çöpe attığı mektuplara “ aman demiş boş ver kim dağıtacak” ne demeli. Romanları da çöpe atılmış ilk zamanlar bunlar hep fasa fiso “bir senaryo”yla yırtmış kefeni. Nobel’e değişmiş bir takım elbiseyi. Kumar, içki, karı kız gırla…

Hadi şimdi sen de bana az hırla. Daha sayayım mı… Kime diyorum?… Kafaya dikiyor Spinoza ve Leibnitz’i… Çok sert olmadı mı Marks ve Engel’s den sonra.

Beynin şişmiş davul gibi ayakta duramıyorsun be serio kılıklı adam “yaşam”ı bu haliyle algılamaya çalışıyorsun.

Az da muhafazakarlık koyduk içine he…Ne olacak he?

Mevlana, diyorum. Şems, diyorum. Arabi, diyorum. Bektaşi, Bayrami, diyorum. Sina, Farabi, diyorum.

Sol eliyle beni itekliyor, “Hadi işine git be sürtük!...”

Arkasından bağırdık ” Lan! Asıl sürtük sen siz onlar o bu sunuz işte!”

Ne güldük…

Mario Yaşam bizim topumuz aşağıya böyle yuvarlandı işte.

Bir gün Cevriye’ye sordum.

“Hiç mi güzel şey hatırlamıyorsun?” Derin bir iç çekti.

“Zaman makası olsaydı elimde bir bölümünü kesip atardım, sonra da yapıştırırdım kestiğim yerden?”

“Nasıl yani…”

Küçük bir çocuk vardı, Bana aşıktı o küçük yaşında. Ne zaman yanağından bir makas alsam, kıpkırmızı olurdu. Bir gün dedim ki ona. “Leyn aşık mısın bana? Tüm cesaretini topladı.

“Alacağım seni,” dedi.

Bak bak bak şu ufaklığa. E.. Cevriye sonra ne oldu.

“Kaç paran var peki beni almak için?” İki elini de cebine attı, öylece kalakaldı. Çekip çıkardım ellerini, mink bir direnç gösterdi.

Bir sümüklü çaput parçası, bir de ısırılmış bazlama parçası. Sonra eğilip yanaklarından öptüm.

“E…”

“Dayanamadı zavallı düştü bayıldı. En saf sevgiyi onda gördüm. İşte zaman makasını onun için istiyorum.”

“Şimdi nerde peki haberin var mı?”

“Bir ara duymuştum keskin nişancı olarak lejyoner olmuş.” Saflıktan kötülüğe…

İşte Mario! En yüksek hayallerimiz bir makastan ibaret. Zaman kesildi senin için…

Karanlık ve soğuk kaldırımlara geri döndüm tüm giysilerimden arındım çırılçıplak ama şimdi olması gereken kadar güçlüyüm. “Kötülük fahişeleri”yle oynaşan insanların vıcık vıcık olmuş ruhlarını görüyorum, rengarenk “ Hey baksana!”diyorum ve yüzlerine okkalı bir tükürük konduruyorum. Deli yaftalaması yapıştırdıkları çürük beyinlerinden gelen seslenişlerine aldırmıyorum.

“Hey sevgili Mario hadi gel! Ya da sevgili Maria! Ben burada yalnızca seni bekliyorum.”

Yani ıslah edicimi…

27 Temmuz 2023 11-12 dakika 27 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar