Sevmek Emek İster
Yıllar öncesini anımsıyorum. Zorlu yıllardı o yıllar. Çocukluğumun zaman olarak en güzel çağları olması gereken yıllar. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Bazen büyük ağabeylerimizden gördüğümüz şekilde , bazen de hayal gücümüzü kullanarak. Ceviz ağacından düdükler ve zurnalar.
Her türlü ağaç dalından atlar yapar , ona binerdik. Aslında binen bizdik ama çeken de bizdik.
Hayvanları otlatırken çiçeklere konan arıları kibrit kutusuna hapsedip radyo yaptığımızı anımsıyorum. Hele o kocaman eşek arılarından yakaladın mı radyo daha da havalı olurdu.
Ve bu radyolar hiç kötü haberler vermezdi.
Ağaç yapraklarını para olarak kullanıp, otlattığımız hayvanları birbirimize satarak ticaret yapmak da oynadığımız oyunlardan biriydi.
Kalabalık isek oyun daha da zevkli oluyordu, çünkü o zaman lokantamız , bakkalımızla neredeyse bir mahalle ticareti oluşturuyorduk.
Komşu köylerden kaçıp kendi köy sahanlığımıza giren çıplak at ve eşeklere ayakta binme numaraları , Malkoçoğlu gibi sırtından aşağı süzülüp altından geçerek diğer taraftan üstüne çıkma denemeleri biraz daha tehlikeli oyunlarımızdandı.
Bunların arasına tarla , bahçe kenarlarındaki ağaç çitlerin üzerinden yüksek atlamaları, büyük kayaların tepelerine çıkıp inmek şeklindeki dağcılık maceralarını, en az üç-dört metre derinliğindeki derelerin bir yamacından koşarak aynı hızla karşı yamacına tırmanma çabalarını da katabiliriz.
Derenin yamaçlarında köklerinin yarısıyla , toprağa tutunmaya çalışan ağaççıklar vardı ki
sanki çocuklar için yaşıyorlardı. Neden derseniz derenin karşı yamacına tırmanamadığımızda onlara tutunup gerisin geriye derenin dibini boylamamıza engel oluyorlardı.
Doğanın gönül gözüyle baktığınızda insana öğrettiği çok şey vardır.Yeter ki bakmayı bilin.
Orada sevginin anlamı, tanımı , yansıması çok farklıdır.
İnsanlar yıllardır orada çiftçilik yapar. Atalarından öğrendiklerinden vazgeçmeden .Hesap, kitap yapmadan. Her yıl buğday ekilir, yarısını sel yarısını yel alır. Ertesi yıl yeniden ekerler.
Bostanlarına fasulye ekerler . Fasulye arkları en fazla yarım metre aralıklarla yapılır. O yarım metre aralık ta boş bırakılmaz ; mısır, patatesle doldurulur. Bilimsel gerçekler hiç önemli değildir.
Ağaçlar doğal yollardan dikilir. Hasat zamanı harmanda, tarlada çalışırken ; davar ,sığır otlatırken her ağaç , her kaya arkası, her samanlık arası kısaca azıcık sota olan her yer doğal tuvalettir. Çekirdeğiyle yenilen her meyve yetişir bu yolla.
Tüm bu yaşananlar bir makine düzeneği gibi işler durur. Sorgulama yoktur. Amaç karnını doyurmaktır. Yapılan her şey bu gereksinim üzerine kurulmuştur. Ürün bol olduğunda olağandır. Az olduğunda olağandır. İneği buzağıladığında, koyunu kuzuladığında sevinç belirtileri görmezsiniz kimsede.
Emek vardır ve karşılığında da yemek. Nedense günümüzde bile 'satmak' adına yapılan bir eylem gelişmedi bizim oralarda.'Daha çok...daha çok' kavramı da oluşmadı belki bu yüzden.
Maliyet hesabı da yapmamıştır kimse bu güne değin.Ben ne kadar uğraştım , karşılığında ne aldım analizi de yapmamıştır. Sofrasına oturup kendi yetiştirdiği buğdaydan yaptığı ekmeği , her şeyine kadar kendi imalatı olan ayranın içine doğrayıp yerken 'bütün emeklerimi ve yorgunluğunu unuttum' duygusu bile yabancıdır ona.Biraz sonra tekrar yorulma süreci başlayacaktır çünkü.
Her evde bir köpek , bir kedi , birkaç büyükbaş birkaç küçükbaş hayvan bulunur. Hayvan bakımı çok zordur . Çok bağlayıcıdır çünkü. Hiç tatil yapamazsınız. Otlatmak ister , sulamak ister ille de bir şeyler ister.
Hayvanları seviyor musun sorusuna yanıt alamazsın. Yanlış anlamayın 'sevmiyor musun' sorusuna da yanıt alamazsın. 'Sevgi' doğada adı henüz konulmamış bir bebek gibidir.
Hep vardır ama adı yoktur işte.
Çiçekler dalında güzeldir. Bal arıları bile insanlardan daha iyi bilir bunu. İşlerine yarayan kısmını alır giderler . Bal olup insana dönerler.
İnsanlar toprakla , suyla , hayvanla , ağaçla , kuşla , böcekle iç içe ; adını hiç koymadıkları
bir dünya kurmuşlardır. Hiçbir özeli olmayan doğa dengeleriyle örülmüş bir dünyadır bu.
Sevgiyi anlatan , kanıtlayan tekil, somut nesneler yoktur.
Uzaklarda bir yerde fırından sıcak sıcak aldığı ekmeğin mutluluğuyla evine uçar gibi giden bir çocuğun mutluluğunu anlayamaz onlar. Yediğinde içtiğinde en azından birkaç damla ter olmalıdır mutlu olmak için.
Sevdiği kızın (erkeğin) aldığı çiçekten havalara uçmasına çok yabancıdırlar. Bir yeni elbise , bir bisiklet , bir oyuncakla özdeşleşen , sonra hemen giden ve sonra yine gelen bir 'sevgi' bir
'mutluluk' kavramını anlayamazlar.
Peki ! Söyleyin onlara şimdi . Hangisi gerçektir sevmenin? Yaşanılıp söylenmeyeni mi yoksa yaşanmayıp söyleneni mi?