Sustuğum Her Şey / Aynada Yanmak

Sustuğum Her Şey / Aynada Yanmak
“Aynada Yanmak: Geylânî’nin İzinde Bir Uyanış”

Giriş

Bir insanın yola çıkma sebebi bazen bir çığlık olur, bazen de derin bir sessizlik. Kimileri coşkunun dalgasıyla sürüklenir, kimileri ise bir boşluğun kıyısında başlar yürümeye. Benim yolculuğum bir mucizeyle başlamadı. Bir sabah uyanıp da ilahi bir işaretle ayağa kalkmadım. Ben kendi içimde bir çöküşü izledim; yıllar boyu içimde büyüyen bir hiçliği, dünyaya bağıracak kelimelerim kalmayana dek sustum. Sustukça içimde yankılanan o ses bir noktada şekil buldu; Abdülkâdir Geylânî’nin bir cümlesinde yakaladı beni: "Senin yokluğun, Hakk'ın varlığına kapıdır."

Ama bu ses sadece kitaplarda yazılı değildi. Onu ilk kez altı yaşımdaki bir rüyamda gördüm. Beyazlar içinde bir dervişti; yüzü ne yaşlıydı ne genç, zamana ait değildi. Sesi içime işliyordu ama dudakları oynamıyordu. Bana sadece bir ayna gösterdi. Aynada kendimi gördüm ama olduğum gibi değil, olacağım gibi. "Bu sensin," dedi, "ama yanmadan nur olamazsın." O günden sonra, sekiz yaşımda, dokuzda ve on birde… O rüyalar tekrarlandı. Her defasında bana bir şey daha öğretti. Bazen aynayı gösterdi, bazen beni aynanın içine itti. Her seferinde yüzüm daha aydınlıktı, ama bedenim daha çok yanıyordu. Sonunda şunu öğrendim: Ateş yakmaz, eğer özünde nur varsa.

İnsanın kendini araması, çoğu zaman kendine olan isyanıyla başlar. Ben de kendime çok defa küstüm. 

Yazdıklarımın anlamsızlığına, susuşlarımın kimsesizliğine, dualarımın cevapsızlığına inandım. Ama o rüyalar geri döndü. Geylânî beni bırakmadı. Her düşüşümde geldi. Elimi tutmadı belki, ama bana “kalk” diyen bir sessizlik bıraktı ardında. "Nefsini sustur ki, kalbin konuşsun." dedi yine. O an anladım: Ben ne dünyayı kaybetmiştim, ne de hakikati. Ben sadece kendimde kaybolmuştum.

Bu deneme, bir ızdıraba şahitliktir. Nefsimle tuttuğum kavgaya, canımla yaptığım barışa, ölümle göz göze gelişime ve gerçeğin arka sokaklarında bulduğum yalanlara dair bir feryattır. Kalbimin en kırılgan yerine yazılmış satırlardır bunlar. Çünkü bir gerçeği öğrendim: İnsan, ancak parçalandığı yerden hakikate açılır. Abdülkâdir Geylânî’nin sesiyle yoğrulmuş, benim kalemimle dökülmüş bu kelimeler, her harfiyle bir uyanış arayanlar için yazıldı. İçinde yaşadığımız çağ; hakikatin gürültüyle bastırıldığı, ruhun bedene esir edildiği, kelimelerin içinin boşaltıldığı bir çağ.

Modern insan, nefsin yaldızlı oyunlarıyla kandırılıyor, hakikatin sesi duyulmasın diye sahte ışıklarla kör ediliyor. Geylânî, asırlar öncesinden bugünümüzü tanımlamıştı: "Zahire meyleden, batını kaybeder." O hâlde yazmak, sadece bir anlatı değil; bir direniştir. Bu yazı, yozlaşmışlığın ortasında özleşmeye çağıran bir sesleniştir.

Ben bu denemeyi, sadece bir düşünce aktarımı için değil, bir şahitlik için kaleme alıyorum. Ruhun derin yaralarını saran, insanı kendi gölgesine bakmaya zorlayan ve her şeyin ötesinde, Hakk’a yaklaşmanın sessiz ama sarsıcı yolculuğunu anlatan bir metin olsun istiyorum. Çünkü artık biliyorum: Kendi içindeki karanlığa inmeyen, ışığın değerini kavrayamaz. Ve hiçbir insan, Hakk’a varmadan önce, kendinden geçemez.

---------------------------------------

-Yolculuğa Çıkmak: Nefisle Yüzleşme-

Nefs, sana kendini sevdiren ama seni senden çalan bir yalandır. Onunla ilk defa gerçekten karşılaştığımda, gördüğüm şey bir canavar değildi; aksine, bana benzeyen, gülümseyen, tanıdık bir yüzdü. Geylânî der ki: "Nefsin en tehlikeli hilesi, sana dost gibi görünmesidir." İşte bu, benim ilk uyanışımdı. Nefsim, beni sürekli bir şey olmaya zorluyordu: daha güçlü, daha bilgili, daha ön planda, daha... Oysa Geylânî’nin felsefesi apaçıktı: "Daha"ların peşinden giden, gerçeğe kör olur. Hakikate giden yolda ilk adım, eksik kalmaya razı olmaktı. Çünkü kâmil olan sadece Allah’tı.

Nefis, yalnızca arzularla sınırlı değildir. Bazen bir bakış, bazen bir övgü, bazen de bir unvan gibi görünüşte zararsız olan şeyler, nefsin cilalı silahlarıdır. Nefis seni dışarıda değil, içeriden vurur. İçine yerleşir, senin sesin gibi konuşur. En korkuncu da budur: Onu kendin sanırsın. Geylânî tam burada uyandırır: "Nefsini tanımayan, Rabbi’ni hiç tanımaz."

Ben nefsime taptığımı, ona hizmet ettiğimi fark ettiğimde yıkıldım. Hayır, yıkılmadım; ilk kez diz çöktüm. Ve işte orada, secdede ilk kez kendimi gördüm. İçimde hüküm süren bir hükümdarın – nefsimin – tahtını devirdim. Kolay olmadı. Çünkü o yalnızca alışkanlıklarımda değil, duygularımda ve inançlarımda da saklıydı. İşte tam bu noktada Geylânî’nin bir öğretisi hayatıma kazındı: "Nefsini öldür ki, ruhun dirilsin." Bu, bir mecaz değil, bir çağrıydı. O çağrıya uydum. Artık her arzuyu süzgeçten geçiriyor, her isteğime şüpheyle yaklaşıyorum. Çünkü her istek hakikat değildir, her arzu da ihtiyaç değildir. Bazen susmak, konuşmaktan daha çok direniştir. Bazen terk etmek, sahip çıkmaktan daha hakikidir.

Nefisle mücadele etmek, onu yok saymak değildir. Onu tanımak, dizginlemek ve onu Hakk’a yönlendirmektir. Nefs, yok edilmez; ama secdeye eğdirilir. İşte o zaman nefis bir köle, ruh ise sultan olur. O gün bugündür her sabah aynaya baktığımda kendime şunu hatırlatırım: "Bugün, içindeki Firavun’la yüzleşeceksin. Musa’yı unutma."

--------------------------------

-Nefesin Ardındaki Ruh-

Her sabah ciğerlerime çektiğim nefesin yalnızca oksijen olmadığını, bir emanet olduğunu anladığım gün değişmeye başladım. Çünkü her nefes, var olmanın hatırlatmasıydı. Nefes, ruhun bedendeki iziydi. Geylânî, "Nefes, Allah’ın sana her an 'Hayy' sıfatıyla dokunuşudur" derken, nefesin sıradan bir refleks olmadığını öğretir. Nefes almak, Allah’ın seni henüz çağırmadığının işaretidir. Bu dünyada nefes alan her varlık canlı olabilir, ama her canlı ruhla yaşamaz. Ruh, nefese anlam katan özdür. Nefesin sadece hayatta kalmak için değil, hakikati hatırlamak için var olduğunu anladığımda, konuşmalarım sustu, susuşlarım derinleşti. Geylânî der ki: "Kalp sessizliğe, ruh nefese muhtaçtır. Fazla kelime, ruhu boğar." O vakit fark ettim, bazı insanlar çok konuşur ama hiç yaşamaz.

Ruh, insanın kendine en uzak, ama aynı zamanda en yakın yurdudur. Nefes, o yurdun kapısıdır. Nefes aldığımda, bir zikri duyumsarım artık. “Hu” der gibi dolar ciğerlerim. Bu sadece bir alışkanlık değil, bir şahitliktir. Her nefesle Allah’a bir adım daha yaklaşmak, her nefesle dünyadan biraz daha uzaklaşmak mümkündür ama modern insan, nefesini boğuyor. Hırsla, aceleyle, telaşla. Kalabalıklar içinde yaşayan ama içsel olarak daralan bedenler var. Geylânî’nin sözü burada da can yakar: “Zahiri kalabalık olanlar, batında yalnızdır.” O yüzden nefesini duyamayan birinin ruhunu tanıması mümkün değildir.

Bir gün, bir sevdiğimin mezarı başında ağlarken fark ettim ki, o artık nefes almıyordu ama ben onun ruhunu hissediyordum. Çünkü ruh ölmez, nefes kesilince sadece sessizliğe çekilir ve biz nefes aldıkça, onu duymaya devam ederiz. Nefes, hem yaşama hem ölüme bağlı bir bağdır. Her aldığımız nefes, aslında yaklaştığımız sonun bir habercisidir. Şimdi her gün derin bir nefes aldığımda, içimde bir dua uyanır: “Rabbim, bu nefesi hakkıyla yaşat.” Çünkü biliyorum ki, bana verilen her nefes, ya günahın ya da şükrün vesilesidir. Geylânî, “Nefesin kadar sorumlusun” demiştir. Artık nefes alırken susmuyorum, içimdeki ruh konuşuyor.

-----------------------------

-Canla Cefa Arasında-

Can... Ne kadar kıymetli, ne kadar geçici. Canı olan her varlık, acıyı da tanır. Çünkü can, sadece yaşamı değil, cefayı da getirir. Geylânî’nin şu sözünü unutamıyorum: "Cana kıymet veren, cefaya hazırlıklı olsun. Çünkü aşk, sadece gül koklamaz; diken de batırır." Cefa, ruhun eğiticisidir. Bir anne gibi döver, ama ardından sarar. Ben hayatımda en çok kırıldığım yerde büyüdüm. En çok yalnız kaldığım zaman anladım dostun kıymetini. Ve en çok ihanete uğradığımda anladım, sadakatin ne kadar ilahi bir ahlâk olduğunu. Canla verilen mücadele, bazen kayıplarla doludur. Gözyaşı dökersin, duaların karşılık bulmaz, insanlar seni terk eder. Ama işte tam o noktada Geylânî çıkar karşına: "Sana cevap verilmeyen dua, belki de seni beladan koruyan perdedir." Bu sözü ilk duyduğumda, dudaklarım titredi. Çünkü ben sanmıştım ki, sessizlik Allah’ın ilgisizliğidir. Oysa sessizlik, bazen en yüksek uyarıdır.

Can, dünyanın tuzağına en açık olan yanımızdır. Yemek ister, şehvet ister, övgü ister, alkış ister. Oysa ruh, bütün bunlardan arınmak ister. Aralarında bir savaş vardır. Bu savaşta galip gelen ya ölür ya dirilir. Cefa, bu savaşın silahıdır. Cefasız geçen hayatlar, sığdır. İnsan, bir gece ansızın sarsılmazsa, sabaha uyanamaz. Ben uyanışımı, hayatımın en büyük yıkımında yaşadım. Herkesin terk ettiği, her şeyin elimden kayıp gittiği o gecede secdeye kapandım ve dedim ki: “Ben bittiğimi sanıyordum ama seninle yeniden başlayabilirim.” O secde hâlâ devam ediyor.

Canı sadece sefa ile bilenler, ilk çarpışta dağılır. Cefa ise insanın mayasını belli eder. Geylânî, “Cefa, Allah’ın dokunuşudur” demişti. O dokunuş can yakar, ama canı nura dönüştürür. Bu yüzden bugün, hangi acıyı yaşadıysam, hepsine hamd ediyorum. Çünkü onlar beni ben yaptı.

--------------------------------

-İhanet ve Merhamet-

İhanet, insana en çok tanıdıklardan gelir. Bilmediğin biri seni kandırdığında, kalbin kırılmaz. Ama güvendiğin bir el seni yaraladığında, sadece canın değil, inancın da sarsılır. Geylânî, “En büyük ihanet, kalbe sunulan yalancı sadakattir” der. Ben sadakat sandığım şeyin yıkılışını izlediğimde, işte o zaman hakikate sığındım. İhanet, sadece bir insanın yaptığı yanlış değildir. O, senin içinde yeşerttiğin güvenin bir çığlıkla yıkılmasıdır. İnsan, ihanete uğradığında sadece birini değil, kendini de sorgular. “Ben neyi göremedim?” diye sorar. İşte tam burada Geylânî susmaz: “İnsan seni terk ettiğinde, Allah seni çağırıyordur.” Bu söz, bana her şeyi unutturdu.

İhanet karşısında merhamet etmek… İşte gerçek irade budur. Çünkü intikam kolaydır; sabır zordur. Ama Geylânî der ki: “Affetmek, adaletin sırrıdır. Çünkü Allah affetmeyeni affetmez.” Ben affetmeyi Allah’ın rızasını kazanmanın bir anahtarı olarak öğrendim. Ama bu affediş, zulmü kabullenmek değil; kalbi kirden arındırmaktı. Bir gece rüyamda, beni sırtımdan bıçaklayan kişiye sarıldım. Uyanınca içimde bir sükûnet vardı. Geylânî der ki: “Sana zulmedenle değil, onunla olan sınavınla ilgilen.” O zaman anladım, ihanet eden kişi benim imtihanımdı; merhamet ise sınav kağıdımdı. Merhamet, sadece zayıf olanın göstergesi değildir. Bilakis, güçlü olanın teslimiyetidir. İhanete rağmen merhamet göstermek, Allah’ın kullarını Allah’a havale etmek demektir. Bugün hala o ihanetin adını hatırladığımda kalbim sızlıyor. Ama sızlayan yerden dua çıkıyor artık. Çünkü affetmek, dua etmeye dönüşürse, kalp incelir ve şunu öğrendim: İhanet, insanın kalbini test eder; merhamet ise ruhunu olgunlaştırır. Geylânî'nin öğrettiği gibi: “Yaralanmaktan korkma, Allah kalbi kanatır ki içinden nur aksın.” O nurla yürüyorum şimdi ve her ihanetin ardından, bir dua daha ekleniyor defterime.

---------------------------

-Ölüm ve Yaşam-

Ölüm, insanın en büyük aynasıdır ve o ayna çoğu zaman yaşarken gösterilmez; ancak ruh sarsıldığında kendini açar. Geylânî şöyle der: “Hayatı anlamak isteyen, ölümü yoldaşı bilmelidir.” Bu söz, bana yıllar boyu peşinden sürüklendiğim boşlukları hatırlattı. Yaşamak sanmıştım; aslında oyalanıyordum. Oysa gerçek hayat, ölüm korkusunun yüzüne cesaretle bakıldığında başlıyordu. Bir mezar taşı, bazen bin kitaptan daha çok öğretir. Çünkü o taş, sona ermiş bir hikâyenin suskun şahididir. Oysa biz, yaşamı zenginlikte, başarıda, kalabalıkta ararız. Geylânî bunu şöyle anlatır: “Dünyalık, kalbi ağırlaştırır. Kalbi ağır olan ise Hakk’a uçamaz.” O zaman anladım ki, ölüm sadece son değil; bir arınma, bir geçittir.

Ölümle yüzleşmeden yaşamın kıymeti bilinmez. İnsan ne kadar yaşayacağını bilmediği bir süre içinde, ne kadar hakikate yaklaşabilir ki? Bu soruyu ilk sorduğumda, geceleri uyuyamaz oldum. Ama zamanla anladım: Ölümle barışan, yaşamla da barışır. Çünkü ölüm, Allah’ın kuluna yönelttiği son çağrıdır. Yaşamı ölümle birlikte düşünmek, her günü bir emanet gibi yaşamaktır. Ben artık sabahları gözümü açtığımda “Bugün ölebilirim, bugün affedebilir miyim?” diye soruyorum kendime. Çünkü ölüm, kin tutanları bağışlatmaz, pişmanlıkları silmez. Ölüm, affetmenin zaruretini hatırlatır.

Hayat, ölümle şekillenir. Her kayıp, seni biraz daha hayatın özüne yaklaştırır. Çünkü ölüm, senden bir parça alır ama karşılığında bir bilinç bırakır. Sevdiğini kaybetmek, sadece yokluk değildir; varlığın hakikatini fark etmektir. Geylânî, “Ölüye ağlama; kendine yan. Çünkü onun gerçeği gördüğü yerde, sen hâlâ perdedesin” derken bunu anlatır ve şimdi biliyorum: Ölüm korkulacak bir son değil; özlenen bir vuslattır. Ama vuslatın kıymeti, ayrılığın acısıyla ölçülür. Yaşamak, ölümle barışmaksa eğer, ben bugün yaşamaya hazır bir kalple yazıyorum. Çünkü ölüm bana şunu öğretti: Her şey geçer, ama yaptıkların kalır. Geriye sadece hakikat kalır.

--------------------------------

-Yalan ve Hakikat-

Yalan, ruhu zehirleyen bir dumandır. Hakikat ise ateştir; yakar ama arıtır. İnsan yalanla rahat eder, hakikatle rahatsız olur. Çünkü yalanla inşa edilen dünya, konforludur. Geylânî, bu konuda şöyle der: “Yalan, kula uzak olanı yakın gösterir; hakikat, yakındaki putları kırar.” Yalanla büyütüldüğümüz bir çağdayız. Sosyal medyada parlayan yüzler, reklamlarla kutsanan yaşamlar, diplomalarla ölçülen akıllar… Hepsi bir yalandan ibaret. Çünkü hakikat, dışarıda değil; içeride aranır. Ve içerisi, genellikle karanlıktır. Karanlıkla yüzleşmeyenler, ışığın değerini bilemez.

Bir dostum bana demişti: “Kendine yalan söyleyenin, dışarıdan duyacağı hiçbir hakikat işe yaramaz.” O günden sonra kendime karşı dürüst olmaya başladım. En çok da korkularımda. Çünkü yalanın en büyük yuvası, korkudur. Geylânî, “Korkunun ardında hakikat gizlenir” derken, bunu anlatıyordu. Hakikat, insanı çıplak bırakır. Maskeleri indirir. Kalan neyse, onunla yüzleşmeye mecbur eder. Bu yüzden çoğu insan hakikati değil, onu andıran süslü yalanları sever. Ama yalan, seni oyalarken hakikat seni davet eder. Bu daveti kabul eden, acı çeker ama uyanır. Ben yalanın içinden geçerek hakikate ulaştım. Hem başkalarının yalanları, hem de kendi kendime uydurduğum masallarla ördüm iç dünyamı. Sonra bir gece, secdede ağlarken dudaklarımdan döküldü: “Gerçek neyse göster bana, ben görmeye hazırım.” O geceden sonra içimde ne varsa, yüzeye çıktı. Geylânî der ki: “Hakikat kalpten konuşur, dil sustuğunda işitilir.”

Bugün artık yalanlara ihtiyacım yok. Ne kalabalıkların onayına, ne dünyanın alkışına. Çünkü öğrendim ki, hakikat yalnızdır ama sarsılmaz. Yalan kalabalıktır ama düşer. O yüzden her sabah kalbimi yoklarım: “Bugün hangi hakikati örttüm, hangi yalanı benimsedim?” Çünkü insan, en çok kendine dürüst olmalı.

----------------------------------

-İftira ve İlahi Adalet-

İftira, kelimelerin en kirli hâlidir. Gerçeğin üstüne örülen zehirli bir perde. İnsan iftiraya uğradığında sadece onuru değil, inancı da yara alır. Geylânî şöyle der: “İftiraya sabredenin kalbinde Hakk’ın adaleti parlar.” Ben bu adaleti, iftiraya uğradığım bir dönemde öğrendim. İftira, insana acziyetini hatırlatır. Çünkü ne dersen de, duymak istemeyene bir şey anlatamazsın. O vakit yalnızlığa çekilirsin. O yalnızlıkta ağlarsın, dua edersin, susarsın. İşte o suskunlukta İlahi Adalet gizlidir. Geylânî, “Mazlumun sessizliği, göklere yükselen en kuvvetli çığlıktır” der.

Bana atılan iftiralar karşısında ilk tepkim öfke oldu. Haksızlığa isyan ettim. Ama sonra sustum. Çünkü anladım ki, insanın en güçlü silahı bazen sükûnettir. Zaman geçti, insanlar döndü. Hak yerini buldu. Ama ben o süreçte büyüdüm. Çünkü iftira, kalbin ne kadar adalete susadığını ortaya çıkarır. İlahi Adalet, bazen gecikir gibi görünür. Ama aslında o gecikme, kulun terbiyesidir. “Sabret, seyret” dedi içimden bir ses. Sonra Geylânî’yi hatırladım: “Zalim zafere ulaştığını sanır, oysa Allah’ın mühleti, kullarına rahmettir.” O mühletin içinde piştim.

İftira, senin değil; iftirayı atan kişinin imtihanıdır. Ama senin için de bir mihenk taşıdır. Vicdanını kaybetmeden adaleti bekleyebiliyor musun? İşte mesele budur. Ben bu süreçte dilime hâkim olmayı, kalbimi korumayı ve Allah’a havale etmeyi öğrendim. Artık biri bana iftira attığında sadece dua ediyorum. Çünkü bilirim ki, Hakk’ın terazisi şaşmaz. Bu dünya aldanabilir, ama hakikat ebedidir. Geylânî şöyle der: “Zalimi Allah’a bırak. Onu Allah’a havale eden, kurtulmuştur.” Ben kurtuldum. Yaralanarak, ama kirlenmeden.

----------------------------------

-Yozlaşma ve Özleşme-

İçinde yaşadığımız çağ, yozlaşmanın çığlığıyla sarsılıyor. Ahlak kaybolmuş, erdem unutulmuş, insan kendine yabancılaşmış. Yozlaşma sadece toplumda değil, kalplerde. İnsan, özünden uzaklaştıkça yabancılaşır. Geylânî bu durumu şöyle anlatır: “Kendini unutan, Rab’bini de unutur.” Yozlaşmak, alışmakla başlar. Kötülüğe alışmak, çirkinliği normalleştirmek, haramı küçümsemek… İşte bu, kalbin pas tutmasıdır. Kalbi paslanan insan, hakikati göremez ve göremeyen, özüne dönemez. Özleşmek ise bu pası silmekle mümkündür. Geylânî der ki: “Kalbi cilala, özün parlar.”

Ben yozlaştığımı, kendi yazdıklarıma yabancılaştığımda fark ettim. Kalemim susmuş, ruhum durmuştu. O an, derin bir sarsıntı yaşadım. Çünkü yozlaşma, sessiz gelir. Seni içine çeker, fark ettirmeden dönüştürür. Ama içindeki öz, bir gün çığlık atar. İşte o çığlık, başlangıçtır. Özleşmek, tekrar kendine dönmektir. Fıtratına, temizliğe, sadeliğe. İnsan, özüyle barışmadan huzur bulamaz. Çünkü kalp, kendi evinden uzaklaşınca huzursuz olur. Geylânî şöyle der: “Kalbin vatanı, Hakk’ın zikridir. O vatandan uzak kalan, sürgündedir.”

Yozlaşmanın panzehiri, samimiyettir. Gösterişten uzak bir niyet, sade bir yaşam, temiz bir gönül… Özleşmek, dünyayı bırakmak değil; dünyaya karşı mesafeyi ayarlamaktır. Ne içindesin, ne de dışında. Dengede durmaktır. Ve bu denge, ancak özle kurulur. Bugün her sabah şunu soruyorum kendime: “Bu yaptığın, özünden mi geliyor, yoksa seni alkışlatacak bir gösteri mi?” Çünkü biliyorum ki, ne kalabalıklar kalır, ne sahneler. Geriye sadece öz kalır. Geylânî’nin dediği gibi: “Özü bulan, her şeyi bulur. Özünü kaybeden, her şeyi yitirir.” Ben buldum. Bulduğum şey sade, ama gerçekti.

---------------------------------

-Küllerinden Doğan Ruh-

Bütün bu yolculuk, rüyamda bana gösterilen aynayla başladı. O aynada gördüğüm ben, bugün burada yazıyor. Yanarak, düşerek, yalnız kalarak, iftiraya uğrayarak, ağlayarak, susarak ve en çok da susarken Hakk’ı duyarak geldim buraya. Artık biliyorum: Ateşte yanmayan, nur olamaz. Abdülkâdir Geylânî, bana bir öğreti değil, bir yol gösterdi. O yol, kendime çıkan bir yoldu. Kendi içimdeki karanlıkla savaşmadan aydınlanamayacağımı, nefsimi secdeye yatırmadan ruhumu kaldıramayacağımı, yalanlarla yüzleşmeden hakikati söyleyemeyeceğimi öğrendim.

Bu deneme, sadece bir anlatı değil, bir şahitliktir. Özün çağrısına kulak vermeyenlerin ruhu karanlıkta kalır. Ama özünü duyan, onun sesini bir ömür unutmamalıdır. Geylânî'nin dediği gibi: “Öz, Allah’a açılan en gizli kapıdır." ve o kapının eşiğinde şimdi secdedeyim. Ey okuyan! Eğer sen de yanmaktan korkmazsan, o kapı sana da açılacaktır. Çünkü her insan, kendi içindeki aynaya bakmadan Hakk’ı göremez ve her ayna, bir yanışı saklar. Yan ki, nur olasın.

21 Temmuz 2025 19-20 dakika 41 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar