Susturulan Kalemler / Sınıfta Kalan Vicdan

Sınıfta Kalan Onur: Günümüz Türkiye’sinde Öğretmenliğin Sessiz Çöküşü
Bir öğretmen düşünün… Sabah güne gözlerini açtığında aklına ilk düşen şey ne bir zam beklentisi, ne de kariyer kaygısı. Aklında sadece öğrencisinin gözlerinde bir parıltı yakalayabilmek var. “Bugün onu hayata dair bir şeyle tanıştırabilir miyim?” diye soran bir kalp. Onun çabası, sınıfın duvarlarını aşar, koridorlara taşar. Fakat bu çaba, sistemin buz gibi duvarlarına çarptığında yalnızca yankı kalır geriye.
Günümüzde Türkiye’de öğretmenlik mesleği, sadece maddi değil, en çok da manevi bir çöküşle baş başa bırakılmıştır. Meslek, bir zamanların kutsal vazifesi olmaktan çıkmış, devletin günü kurtarma politikalarının kurbanı hâline gelmiştir. Öğretmen, artık bir çocukta kıvılcım uyandıran değil; kağıt üstünde müfredat yetiştiren bir memura indirgenmiştir.
Bu mesleği hakkıyla yapmak isteyenlerin karşılaştığı en büyük engel, sistemin kendisidir. Zira sistem, idealistleri sevmez. Soru soranları dışlar, sessiz kalanları ödüllendirir. Öğretmen sınıfta hakikat ararken, idare ve kurumlar onu “tehlikeli” olarak işaretler. Çünkü hakikat, ezberleri bozar; oysa mevcut yapı ezberle ayakta kalır.
Bugün bir öğretmen; hem çocukların hem velilerin hem de yöneticilerin kıskacındadır. Herkesin bir talebi vardır ondan, ama kimsenin bir desteği yoktur. Onun bir kelimesi, yanlış anlaşılırsa şikâyete, bir sessizliği, ilgisizlik zannedilirse rapora dönüşebilir. Bu da onu konuşmamaya, sorgulamamaya, sıradanlaşmaya zorlar. İşte bu yüzden, her gün sınıfına giren o onurlu öğretmen, aslında her sabah bir ruhsal çöküntüyü omuzlamaktadır. Gülümsemesi, içte bastırılmış bir haykırıştan ibarettir. Öğrencisine umut olmak isteyen birinin, kendisine umut bulamadığı bir ülkenin içindeyiz.
Onurun sınıfta kalması, sadece öğretmenin kaybı değildir. Bu, öğrencinin rol modelini yitirmesi, velinin güvenini kaybetmesi, toplumun ise kendi vicdanını sessizce gömmesidir. Öğretmen, artık rol model değil; denetlenen, şüphe edilen, tüketilen bir figürdür ve bu, toplumsal hafızamızda onarılması güç bir yaradır.
Görünen ile Gerçeğin Ayrıldığı Nokta: Ünvanı Olan Ama Ruhunu Yitirenler
Günümüzde öğretmenlik, sıklıkla yalnızca bir “unvan” olarak algılanmaktadır. Eğitim fakülteleri, pedagojik formasyonlar, sınav sistemleri; tüm bu yapılar öğretmenliğin ruhuna değil, prosedürüne odaklanır. Neticede karşımıza çıkan şey: sınıfa giren ama anlatmayan, yanında oturan ama ilgilenmeyen, unvan taşıyan ama öz taşımayan bir kalabalıktır. Diploma, artık bir kefalet belgesi gibi kullanılıyor. Oysa öğretmenlik; sadece bir müfredata sadık kalmak değil, aynı zamanda ruhsal bir çağrıdır. Sabır, empati, sorumluluk, merhamet gibi değerler olmadan bu çağrıya yanıt vermek mümkün değildir. Fakat sistem bu değerleri değil, itaatkârlığı ödüllendiriyor.
Okulların içindeki birçok kişi, aslında öğretmen değil, sadece “öğreten” pozlarındadır. Onlar için sınıf, bir saatlik görev yeridir; öğrenciler ise sadece not verilmesi gereken rakamlardır. Bu mekanikleşmiş yaklaşım, idealist öğretmenlerin önünde en büyük duvarı oluşturur. Çünkü ruhun olmadığı yerde anlam da olmaz.
İdealist öğretmenler, çoğu zaman kendi meslektaşlarının hedefi hâline gelir. “Fazla çalışkan”, “fazla idealist”, “fazla duygusal” olmakla suçlanırlar. Bu suçlamaların ardında yatan şey, utançtır. Çünkü gerçek bir öğretmenin varlığı, yapmayanı görünür kılar. Ve görünür hâle gelen her zaaf, savunmaya geçer. Ruhsuzlar, ruhluyu tehdit olarak görür. Sisteme entegre olmuş, susmayı, şikâyeti, ortama uyum sağlamayı öğrenmiş “meslektaşlar”, farklı olanı dışlar. İyi öğretmen, çoğu zaman “uyumsuz”, “dengesiz”, “gösteriş meraklısı” gibi etiketlerle yaftalanır. Çünkü sistem, kendi vicdanını uyandıran kişiyi susturmak ister.
Öyleyse sorulması gereken şu: Kim gerçekten öğretmen? Ünvanı taşıyan mı, yoksa vicdanı taşıyan mı? Cevap açık: Ünvan artık bir boş gösteren; esas olan ise niyettir, ruhtur, emektir ve bu ruh, her geçen gün yok olmaya bir adım daha yaklaşıyor.
Kendi İçinde Çürüyen Bir Kurum: Okulun İçindeki Sessiz Linç
Bir okulun fiziksel yapısı değil, ruhsal atmosferi belirleyicidir. Koridorlar sadece sesle değil, niyetle de dolar. Öğretmenler odası sadece çay içilen bir yer değil, karakterlerin kesiştiği bir sınav alanıdır. Fakat bu alan, artık bir dayanışma mekânı değil, bir rekabet ve dedikodu sahnesidir.
Birçok öğretmen için okul, öğrenciden çok meslektaşıyla mücadele ettiği bir alana dönüşmüştür. Çalışan öğretmen “fazla hevesli”, proje yapan “göze batıyor”, öğrenciye yakın olan “popülizm yapıyor” gibi yorumlarla hedef hâline gelir. Oysa tüm bunların arkasında, içsel bir huzursuzluk ve vicdani rahatsızlık vardır. Gerçek öğretmenler sistemde tehdit olarak görülür çünkü onlar, diğerlerini görünür kılar ve bu görünürlük rahatsız edicidir. Zira herkes bir şekilde işini idare etmeye çalışırken, birinin mesleğini aşkla yapması, diğerlerinin zaafını yüzlerine vurur işte tam bu noktada sessiz bir linç başlar.
İftira, mobbing ve duygusal yalıtım yöntemleri devreye girer. Bir öğretmen hakkında dedikodu üretmek, onu yönetimin gözünde “sorunlu” göstermek, sistematik şekilde yalnızlaştırmak artık olağan hâle gelmiştir. Bu durum sadece mesleki değil, ruhsal bir kıyımdır. Öğretmenlerin öğretmenleri yok. Destek sistemi yok. Denetleyen çok, anlayan yok. Böyle bir yapıda, idealist olanın dayanma gücü kırılır. Ve bazen en güçlü karakter bile, en uzun suskunlukları yaşar. Sessizce içine kapanır, çünkü konuşmanın bedeli büyüktür ve bu çürüme, sadece bireysel değil; kurumsal, toplumsal ve nihayetinde kuşaksal bir çöküştür. Çünkü öğretmeni çürütülmüş bir okuldan, hiçbir öğrenci sağlam çıkamaz.
Bir Öğretmenin Yaşadığı: Yalnızlık, Haksızlık ve Sessiz İsyan
Bu yazının her cümlesi, sadece soyut bir anlatım değil; gerçek bir tanıklığın iç sesidir. Ben, bu sistemin içinde nefes almaya çalışan bir öğretmenim. Ne ilk mobbing kurbanıyım, ne de son olacağım. Ama her darbe, önce vicdanıma, sonra öğrencilerime yansıdı. Bu yalnızlık, kelimelerle değil, geceleri sessizce ağlayan bir ruhla anlaşılır.
Bir gün bir öğrenciye fazla ilgi gösterdiğim için, "ayrımcılık yapıyor" diye yaftalandım. Başka bir gün, yeni bir öğretim tekniği uyguladığım için “fazla dikkat çekme” ile suçlandım. Kimse demedi ki: “Bu öğretmen neden bu kadar çaba gösteriyor?” Çünkü samimiyetin olduğu yerde, ikiyüzlülük huzursuz olur. Ve insanlar, huzursuz oldukları kişileri dışlar.
Meslektaşım dediğim kişiler, yöneticilere beni şikâyet ederken gözümün içine bakıp çayımı içtiler. Kütüphanemdeki notlarımı kopyalayıp projelerinde kullandılar, sonra beni dışladılar. Bu ihanetler, fiziksel değil ama ruhsal yaralardır ve bu yaralar, en çok da öğrencime olan sevgimi test etti.
İlk zamanlar bu haksızlıkları kabullenemedim. Direndim. Konuştum. Ama her direnişim, bana yeni bir etiketle döndü: “Sorunlu”, “huzursuzluk çıkarıyor”, “uyum sorunu yaşıyor.” Oysa ben, sadece dürüst olmaya çalışıyordum. Vicdanımla çelişmeden kalmaya…
Zamanla sustum. Çünkü konuşmanın bedeli, susmaktan ağırdı. Ama bu suskunluk, bir öğretmenin ölümüdür. İçimdeki isyan, derse yansır, gözlerime siner, cümlelerime bulaşır vee bu durum öğrenciyi de etkiler. Çünkü öğretmen ruhsal olarak yaralıysa, bilgi de yara alır.
Bugün hâlâ ayaktaysam, bu benim değil, öğrencimin sayesinde. Onların bir tebessümü, yazdığı küçük bir teşekkür notu, bazen bütün bu sisteme direnmem için yeterli oluyor. Ama her gün biraz daha eksilerek, biraz daha yorgun uyanarak devam ediyorum.
Sosyal Politikalar Değil, Sosyal Tuzaklar: Sistemin Öğretmeni Yalnızlaştırması
Devletin eğitim politikaları, artık birer vitrinden ibaret. Her yıl değişen müfredatlar, sürekli yenilenen sınav sistemleri, öğretmeni merkeze almayan reformlar… Bütün bu yapılar, aslında öğretmenin etrafına örülen bir yalnızlık duvarı gibidir. Öğretmen, bu politikaların öznesi değil; hedef tahtasıdır. Ekonomik açıdan öğretmenlik, geçinilemeyen bir meslek hâline geldi. Kirayı zar zor ödeyen, ek iş yapmadan ayakta kalamayan, öğrenci velisinin hakaretine maruz kalan bir öğretmen profili çizildi. Ve tüm bu maddi yetersizliklerin ruhsal yansımaları da ağır oldu.
Sosyal hakları kısıtlanmış, meslekî itibarı zedelenmiş bir öğretmen, artık toplumun gözünde “değerli” değil, “gereksiz” bir figür. Oysa geçmişte öğretmen, mahallenin abisi, ablalarıydı. Bugün ise “tatili bol memur” algısıyla küçümsenen, hatta aşağılanan bir hâle geldi.
Bu süreçte liyakat kavramı da tamamen altüst edildi. Artık öğretmen olmak için bilgi, donanım, vizyon değil; sistemle iyi geçinmek gerekiyor. Sorgulamayan, susan, her talimata “evet” diyen bir öğretmen tipi makbul sayılıyor. Ve bu, mesleği özünden koparıyor. Toplum da bu oyunun bir parçası. Öğretmenden her şeyi bekliyor ama onu desteklemiyor. Veliler, çocuğu başarısız olduğunda öğretmeni suçluyor; ama çocuğunun karakter gelişiminde öğretmenin katkısını asla görmüyor. Toplum, öğretmeni tüketiyor ama beslemiyor.
Bütün bu çarpık sistemde, gerçek bir öğretmenin ayakta kalabilmesi neredeyse bir mucize ve bu mucizeler, çoğunlukla sessiz yaşanıyor. Çünkü öğretmen, bu düzenin ortasında yalnız bırakılıyor. Ne sendikalar, ne idare, ne toplum; hiçbir yapı onun ruhsal yalnızlığını görmüyor.
Karanlığa Fısıldayan Işıklar: Hâlâ Varlığını Koruyan Öğretmenler
Tüm bu karanlığa rağmen, hâlâ içten yanmalı motorlar gibi çalışan öğretmenler var. Onlar; maaş için değil, bir çocuğun hayatında iz bırakmak için mücadele edenlerdir. Ne kadro korkutur onları, ne idare baskısı. Onların öğretmenliği, bir meslek değil, bir dua gibidir.
Bu öğretmenler sınıfa girdiğinde, öğrenciler gözlerini kaçırmaz. Çünkü onlarda bir samimiyet, bir içtenlik vardır. Çocuk, bu farkı hisseder. Derste anlatılan bir tarihi olay, bazen yaşamın kendisine dönüşür. Çünkü öğretmen sadece bilgi değil, ruh aktarır. Sisteme direnmek kolay değildir. Hele ki bu kadar yalnızken. Ama bazı öğretmenler, yalnız kalmayı göze alarak ilkesinden vazgeçmez. Onlar suskun kahramanlardır. Yüzlerinde yorgunluk, kalplerinde sevda taşırlar. Ve her gün yeniden başlarlar, hiç kimse takdir etmese bile. Bu insanlar, görünmez kahramanlardır. İsimleri duyulmaz, başarıları manşet olmaz. Ama bir çocuğun hayatını değiştirirler. Onların sesi, yıllar sonra bir öğrencinin “Sizi unutmadım hocam” cümlesinde yankı bulur. Ve bu cümle, onlara yeter.
Toplum onları unutsa da, tarih unutmaz. Her karanlık dönemin bir vicdan sesi vardır. Ve o ses, öğretmenlerin sesidir. Bir çocuğun yüreğinde yeşeren umudun arkasında, çoğu zaman bir öğretmenin adı vardır. Ve bu adlar, bir milletin hafızasında gizlice taşınır.
Bugün karanlığa fısıldayan bu ışıklar, geleceğin vicdanıdır. Belki azlar, ama özler. Belki görünmezler, ama hissedilirler. Onlar için değil yalnızca, ama onlar sayesinde bu ülke hâlâ bir umudu taşıyor.
Sonuç: Kim Öğretmeni Kaybederse, Kendisini Kaybeder
Bu yazı bir ağıt değil. Bu yazı bir çığlıktır. Çünkü öğretmen, yalnızca bir meslek mensubu değil; bir toplumun vicdanıdır. Ve eğer bir toplum kendi vicdanını yitirirse, geriye sadece boş bir kabuk kalır. Bir öğretmenin itibarı, bir öğrencinin hayaline bağlıdır. Öğretmen aşağılandığında, öğrenci küçülür. Öğretmen susunca, toplum körleşir. Çünkü öğretmen, sadece anlatmaz; yön verir, şekillendirir, dokunur. O dokunuş olmadan birey olmaz, birey olmadan toplum olmaz.
Bugün iftira attığınız öğretmen, yarın çocuğunuza yön verecek kişidir. Onu sistemin dışına itmek, aslında kendi çocuğunuzu karanlığa itmektir. Her susturulan vicdan, bir sonraki neslin karanlıkta büyümesidir. Gerçek öğretmenler azaldıkça; okullar, sadece bilgi aktarılan soğuk odalara dönüşür. Kalpler donuk, zihinler pasif olur. Çünkü öğretmen, yalnızca ders anlatmaz; yaşama anlam katar. Onu kaybetmek, hayatı eksiltmektir.
Bu yüzden sorulacak soru şu: Hangi toplum, öğretmenini yitirdiği hâlde ayakta?..