Taburede kalanlar

Sabahın erken saatlerinde, yorgun ve sessiz bir kasabanın arka sokaklarında, bir taburenin üstünde oturan adam, zamanın unuttuğu hayatların sessiz temsilcisiydi. Adı çoktan unutulmuş, ama elleri hâlâ emeğin ağır izlerini taşıyordu. Bu adamın hayatı, bir işçinin hikâyesiydi; umutları, kırılmış hayalleri ve karşılıksız kalan emekleriyle örülü.


Hayat ona ne çok şey çalmıştı, ne çok kapılar yüzüne kapanmıştı. Fabrika kapanmış, hakları verilmemiş, yıllar geçtikçe yalnızlaşmıştı. Dünyanın düzeni onun için değil, kendinden menkul kurallarla doluydu. Ne tapulu bir toprağı vardı, ne de koruyan bir gölgesi. Sadece o eski tabure, o kırık sandaletler ve geride bıraktığı anılar vardı.


Düzen dedikleri şey, aslında görünmeyenlerin yitip gittiği yerde bozuluyordu. Onun gözünde çocukların ayaklarındaki delikler, hayatın gerçek notalarıydı. İnsanlar görmezden gelirken o, her sabah kalkıp mücadeleye devam ediyordu. Yalnızca yaşamak için değil, insan kalabilmek için.


Bir gün belediye zabıtası gelip "Bu kaldırım senin mi?" diye sorduğunda, cevap sadece sessizlikti. Çünkü böyle bir sahiplenme zaten hak edilmiş değildi. Taburesini kaldırıp, ceketini asıp, yere oturduğunda söylediği sözler, hayatın yükünü taşıyanların sessiz haykırışıydı: “Gölge etmeyin yeter. Zaten güneş bize hep yan durur.”


Ve ertesi gün, o yalnız adam orada yoktu. Geriye, üstünde bir çift ayakkabı ve küçük bir not kalmıştı. O not, yitip gitmeyen umutların ve unutulmayan hayatların simgesiydi:


"Ben gittim. Ama buradayım. Her kaldırım taşında, her eski ayakkabının ucunda, her çekiç sesinde. Bu dünya, bazılarımız için sadece bir taburelikti."


Bu yazı, görünmeyenlerin, unutulanların ve susturulanların sesi olmaya devam ediyor. Çünkü gerçekler gizlenemez; onlar her zaman bir yerlerde yankılanır.


Turgay Kurtuluş 



11 Eylül 2025 1-2 dakika 72 denemesi var.
Yorumlar