Tamganın Ardındaki Ben / Bir Ruhun Etnogenezi

Tamganın Ardındaki Ben / Bir Ruhun Etnogenezi

“Her tamga, görünmeyen köklerin yankısıdır; anlam arayışında ruhun en eski yolculuğunu takip eden, kendi benliğini bulur ve köklerini bilmeden dallarını anlayamaz.”

Giriş

Ben kimim?

Bu soru bir çığlık gibi yükseldi içimden; ne bir öğreti, ne bir ideoloji, ne bir inanç kalıbı bu çığlığa cevap verebildi. Bu soruyu sorduğumda yalnızca kendimi değil, bütün varlığı sorgulamaya başladım. Tanrı’yı, dini, devleti, parayı, aşkı, günahı, yasakları, özgürlüğü, köleliği… İnsanlığın yazdığı her doğru, bende bir yanlış olarak yankılandı. Çünkü ruhumun sesi, bana sunulan kalıplara sığmıyordu artık. Bana öğretilen yaratıcı neden bu kadar suskundu? Dinin adı neden korkuydu, neden yasaktı? Kapitalizm neden insana fiyat biçerken, sosyalizm neden insanı sadece emekle tanımlıyordu? Ben, neden hiçbirine tam olarak ait hissedemiyordum?

Kutsal kitaplardan, ideolojik bildirgelere; hiçbir metin bana ‘ben’i açıklayamadı. O hâlde kendimi bulmak için yalnızca aklı değil, sancıyı da kullanmalıydım. Çünkü bazı kimlikler doğuştan verilmez, acıyla kazılır. Benim kimliğim de böyle bir arayışın küllerinden doğdu. O zaman yönümü geçmişe döndüm. Ama kronolojik tarihe değil. Taşlara kazınmış izlere… suskun yazıtlara… tamgalara… Çünkü tamgalar, yalnızca bir halkın değil, bir ruhun hatırasıdır. Bir halkın elinden alınmış hafızası, o sembollerde yaşamaya devam eder. Bazen, bir milletin ruhu, sadece bir çizginin içinde hapsolmuş bir çığlıktır.

Ben kimim? Bu soru bir çığlık gibi yükselirken içimde, bütün düzenleri, bütün kabulleri sorgulamaya başladım. Tanrı kavramından toplum sözleşmelerine, dini doktrinlerden ideolojik dogmalara kadar bana sunulmuş her cevap, içimdeki bu çığlığı susturmaktan çok daha fazlasıydı: Hepsi bir sis perdesiydi. "Ben kimim?" diye sorduğunda, aslında “Neden yaratıldık?”, “Ne için varım?”, “Adalet nedir?” ve “Gerçek bilgiye hangi yollarla ulaşılır?” soruları da uyanıyordu. Bu, sadece bir kimlik arayışı değildi; varlığın kendisini çıplak haliyle sorgulamayla ilgiliydi. Benliğimi, bana sunulan kavramlarla açıklamaya çalıştıkça daha da uzaklaştığımı fark ettim.

Tanrı neden susuyordu? Din neden korkutucu, yasaklayıcı ve yargılayıcı bir hale bürümüştü? Neden insan, kendini gerçekleştirmek yerine, sistemlerin ve öğretilerin maskelerine hapsoluyordu? Kapitalizm, beni bir tüketiciye indirgerken; sosyalizm, emek kimliğiyle ruhumu örttü. Din, beni ya cennet korkusuyla ya da cehennem umuduyla hizaya soktu. Hiçbir sistem, benim içsel karmaşamı anlamaya çalışmadı. Tüm bu yapılar bana ait bir şey değil; benden önce inşaa edilmiş kalıplardı. O zaman kendimi bu kalıplarla tarif etmek, kendi ruhumu inkâr etmek değildi de neydi? Modern birey olgusunun içi boşaltılmıştı. Kimlik kartımda yazan ad, bir ulus devletin beni sınıflandırmasıydı yalnızca. Ama ben bir devletin ürettiği bir yurttaş değilim. Benliğim, sadece siyasi bir aygıtın vatandaşı olmakla sınırlandırılamaz. Aynı şekilde, ailemden aldığım soy da bana "ben"i vermez. Ben, bu sözlüklere, kütüpanelere, sistemlere sığmayacak kadar eski bir iz, bir yankı, bir hatırayım.

Bu nedenle tarihe yöneldim. Ama resmi tarihe değil. Akademik ezberlerin ötesinde, taşlara kazınmış sessizliğe kulak verdim. Yazıdan önce gelen dile, ses öncesi titreşimlere, tamgalara baktım. Çünkü tamgalar, sadece bir kavmin alameti değildir; onlar ruhsal hafızanın parmak izleridir. Her tamga, bir çığlığın, bir sancının, bir hatıranın izidir. O izleri ararken, aslında kendimin iziyle karşılaştım.

Bu yazı, bir kimliği tanımlamak için değil; bir benliği hatırlamak için yazıldı. Akademik bilgiyle değil, ruhi sancıyla. Bu bir makale değil; bir çağrıdır. Kendini unutanlara, kendini hatırlamak isteyenlere... Benliğimi, ne ulus-devlet tarif edebilir, ne ideoloji çerçeveleyebilir. Ben, bir tamganın ardında yatan ilk bağırtıyım ve bu denemede, o bağırtının anlamını arıyorum.

---------------------------------

1. Bölüm – Tamganın Dili: Sembol Değil, Ruhun Hatırası

İnsanlık tarihinin izlerini taşlar, yazıtlar ve semboller oluşturur. Ancak tamgalar, sadece birer sembol olmaktan çok daha öte anlamlar taşır. Onlar, soyut bir tarih anlatısı değil; ruhun somutlaşmış hafızasıdır. Bir tamga, dilin sınırlarının ötesine geçer; kelimelerle anlatılamayan içsel titreşimlerin ve kolektif bilinçaltının sessiz yankısıdır. İnsanlığın yaşadığı coğrafyalarda, toplumların kendilerini ifade etme biçimleri olarak ortaya çıkan tamgalar, ruhun izlerini, sancılarını, umutlarını ve korkularını taşır. Böylece her tamga, sadece bir işaret değil, insan varoluşunun kodlarını taşıyan kutsal bir harita haline gelir.

Tamgalar aracılığıyla kavimlerin kimlikleri değil, aslında ruhları göç eder. Bu göç, fiziksel sınırları aşar; zaman ve mekânın ötesinde, ruhların kaderini, travmalarını, uyanışlarını anlatır. Dolayısıyla bir tamga, soy kütüğü değil, ruh kütüğüdür. İnsanların etnik kimliklerini belirlemekten ziyade, insan ruhunun tarih boyunca geçirdiği dönüşümü gösterir. Bu, tarihsel bir arkeoloji değil, metafizik bir keşiftir. O yüzden tamgalar üzerine yapılan her yüzeysel yorum, bu derin anlamı kaçırır ve insanlık tarihinin en gizemli katmanını anlamaktan uzaklaşır.

Tamganın dili, insanın kendi özüne ulaşma yolculuğunun haritasıdır. Bu dil, sözcüklerin ve mantığın ötesindedir; sezgi ve iç görü ile okunur. Tamgalar, ruhun hatırladığı ama bilinçle ifade edemediği bir bilgeliği taşır. Onları anlamak, insanın kendini yeniden keşfetmesi için zorunludur. Çünkü ruhun derinlerinde yatan bu eski işaretler, modern insanın parçalanmış kimliğini bütünleştirme anahtarını elinde tutar. Tamga, bir kapıdır; o kapıdan geçmeden benliğin gerçek özüne erişmek mümkün değildir.

Bu nedenle tamgalar, günümüzün hızlı tüketim kültüründe gözden kaçan ruhsal değerlerimizi hatırlatır. Kapitalizmin, sosyalizmin ve diğer ideolojilerin örttüğü gerçek benlik, bu kadim sembollerde gizlidir. Tamgalar, bize hatırlatır ki, kimliğimiz sadece biyolojik ya da sosyal değil; ruhsal bir mirastır. Her bir iz, her çizgi, her şekil, binlerce yıl boyunca taşınan bir çağrıdır. Bu çağrıya kulak vermek, ruhun yeniden doğuşuna giden ilk adımdır.

Son olarak, tamgaların dili aynı zamanda bir direniştir. Unutulmaya, yok edilmeye karşı ruhun sessiz isyanıdır. Tarih boyunca politik, kültürel ve dinsel nedenlerle yok edilmeye çalışılan bu işaretler, var olmanın, ayakta kalmanın ve kendini hatırlamanın simgeleridir. Bu yüzden onları anlamak, sadece geçmişi anlamak değil; geleceği şekillendirmek demektir. Tamga, ruhun sonsuz yolculuğunda vazgeçilmez bir pusuladır.

-------------------------------

2. Bölüm – Kavimler Değil, Ruhlar Göç Eder

İnsanlık tarihi, yüzeyde sayısız kavimlerin, milletlerin ve imparatorlukların göçleriyle doludur. Ancak asıl göç, bu maddi hareketliliklerin çok ötesindedir. Ruhların, bilinçlerin, kültürel hafızaların ve kolektif bilinçaltlarının göçüdür bu. Fiziksel sınırların, haritaların ve devletlerin ötesinde, ruhların taşıdığı derin bir yolculuktur. Çünkü gerçek kimlik, yalnızca etnik kökenle tanımlanamaz; o, ruhun tarih boyunca sürdürdüğü ontolojik yolculuğun toplamıdır.

Bu ruhsal göç, zamanla mekân arasında bir köprü kurar. Atalarımızın ruhları, sadece genetik miras değil, bir bilinç mirası olarak bizlere aktarılır. Bu bilinç, nesiller boyunca tamgalar, ritüeller, dil ve mitler aracılığıyla kuşaktan kuşağa geçer. Dolayısıyla bir kavmin ya da etnik grubun tarihi, aslında ruhun zaman içindeki serüvenidir. Onun trajedisi, zaferi, yitirişleri ve uyanışlarıdır. Bu yüzden ruh göçünün izini sürmek, insanlık tarihini yeniden okumak demektir.

Bu bağlamda modern tarihin dayattığı sınırlar ve kategoriler, bu derin göçü anlamamızı engeller. Milletlerin sınırları, etnik kimliklerin mutlaklaştırılması, insan ruhunun özgürlüğünü kısıtlar. Oysa ruh, sınır tanımaz; o, evrenseldir ve zamansızdır. Kavimlerin tarihte oynadığı roller, aslında ruhun evrensel sahnesinde birer perde aralığıdır. Bu sahnede asıl önemli olan, ruhun kendi özüne dönme arayışıdır.

Ruhların göçü, aynı zamanda kültürel ve ruhsal dönüşümü beraberinde getirir. Bu dönüşüm, toplumların düşünce yapısında, mitolojilerinde, inanç sistemlerinde ve değerlerinde kendini gösterir. Tamgalar ve diğer ruhsal semboller, bu dönüşümün izlerini taşır. Onlar, ruhun sürekli kendini yenileme ve yeniden tanımlama sürecinde bıraktığı ayak izleridir. Bu süreç, sadece geçmişin tekrarından ibaret değildir; geleceğin yaratımına dair bir çağrıdır.

Sonuç olarak, kavimlerin tarihsel hareketliliğinin ardında ruhların çok daha derin ve anlamlı bir göçü vardır. Bu göç, bize kimliğin, aidiyetin ve varoluşun ruhsal boyutunu öğretir. Çünkü insan sadece bedeninden ve etnik kökeninden ibaret değildir; o, zamansız ve sınırsız bir ruhun taşıyıcısıdır. Bu ruhun izini sürmek, kendimizi anlamanın ve dünyayı kavramanın anahtarıdır.

------------------------------

3. Bölüm – Göktürk’ten Öte: Taşlara Kazınan Benliğim

Göktürkler, tarih sahnesine çıkışlarıyla birlikte sadece siyasi bir güç değil, aynı zamanda derin bir kültürel ve ruhsal hareketin temsilcileri olmuşlardır. Taşlara kazınmış olan tamgalar, sadece tarih yazmak için değil, aynı zamanda ruhun kendini ifade etmesi için kullanılan bir dildir. Göktürkler’in bıraktığı bu miras, bir milletin değil, ruhun sesidir; çünkü o ses, soyut düşünceleri somut şekillerle ifade eder.

Taşlara kazınan benlik, sadece bireysel bir kimlik değil; kolektif bir bilincin izdüşümüdür. Göktürk yazıtları, mitolojileri ve tamgaları, o dönemin insanlarının içsel dünyasına açılan kapılardır. Burada tarih, sadece olayların kronolojisi değil, bir ruhun uyanışı ve kendini keşfi hikayesidir. Her çizgi, her figür, derin anlamlarla doludur; sadece arkeolojik bir buluntu değil, yaşayan bir ruhun kalıntısıdır. Bu taşlar, zamansızlık içinde bir dil oluşturur. Onları anlamak için modern mantığın ötesine geçmek gerekir. Çünkü o dil, semboller aracılığıyla ruhun en derin hallerini anlatır. Göktürk tamgaları, tarih boyunca bastırılmış ya da unutturulmuş ruhsal bir mirasın yeniden doğuşunu temsil eder. Bu nedenle, sadece bir dil olarak değil; bir ruhun yeniden hatırlanması olarak ele alınmalıdır.

Taşlara kazınan benlik, aynı zamanda insanın kendini aşma ve evrenselleşme arzusudur. Göktürkler’in bu sembolleri, sadece kendi kimliklerini değil; insanlık varoluşunun ortak deneyimlerini de dile getirir. Ruhun sınırları aşması, zaman ve mekânı aşması, bu tamgaların temel mesajıdır. Bu mesaj, bugünün insanına da yol gösterici olabilir.

Son olarak, Göktürk taşları ve tamgaları, unuttuğumuz bir dilin anahtarıdır. O anahtar, kendi içimizdeki eski benlikle yeniden buluşma kapısını aralar. Bu yüzden bu taşlara ve üzerindeki izlere sadece arkeolojik bir nesne olarak değil, ruhumuzun derinliklerine açılan bir yol olarak bakmalıyız. Çünkü orada, geçmişin ve geleceğin kesiştiği kutsal bir alan vardır.

-------------------------------

4. Bölüm – Zamanın Altındaki Ses: Etnogenez, Kan Değil Anlamdır

Etnogenez, yüzeyde sadece kan bağı ve biyolojik kökenler olarak algılansa da, insanın ruhani ve kültürel boyutlarını yok saymak, varlığın en derin hakikatini es geçmektir. İnsan, yalnızca genetik mirasın bir toplamı değildir; aynı zamanda tarih boyunca biriktirdiği anlamlar, semboller ve kolektif bilinçle yoğrulmuş bir ruhtur. Etnik kimlik, kanın akışıyla değil, ruhun titreşimleriyle şekillenir. Bu yüzden bir milletin gerçek kökeni, biyolojik değil, ontolojik anlamda bir “anlam” yaratımıdır. Ruhun derinliklerinde inşa edilen bu anlamlar, nesilden nesile aktarılır, kültürün ve hafızanın ruhunu oluşturur.

Bir toplumun etnik kimliği, onun geçmişte yaşadığı deneyimlerin, inançların, dilin, ritüellerin ve tabii ki tamgaların bir bileşimidir. Bu bileşim, tarihsel bir yazıt olmaktan öte, ruhun kendi kendini hatırlama sürecidir. Anlamlar ve semboller olmadan bir milletin varlığı yalnızca fiziksel bir izlenim olur. Çünkü ruhun esası, taşıdığı anlama dayanır. Kan bağı ile sınırlanan kimlik, yüzeysel ve kırılgan bir sınır çizgisi gibidir; oysa anlam bağı, derin ve kalıcıdır. Bu yüzden gerçek etnogenez, anlamların birleşiminden doğar ve bu anlamlar, insan ruhunun özünü şekillendirir.

Modern bilim ve siyaset alanında etnik kimlik, çoğu zaman sadece biyolojik temellere indirgenir ve bu indirgeme, insan ruhunun zenginliği ve karmaşıklığını göz ardı eder. Etnik grupların gerçek ruhani kökeni, kültürlerin derinliklerinde, sembollerde ve anlatılarda saklıdır. Bu nedenle, sadece kan ve genetik üzerinde yapılan çalışmalar, gerçek benliğin keşfi için yetersizdir. İnsanı insan yapan, o derin anlam örgüsüdür. Onu anlamak için, sadece maddi gerçeklere değil, aynı zamanda soyut, ruhsal ve kültürel boyutlara da eğilmek gerekir.

Etnogenez, ayrıca bir toplumun kendini tanıma ve kendi tarihini yazma biçimidir. İnsanların kendi varoluşlarının anlamını kavrama sürecidir. Bu süreç, sadece fiziksel kökenlerin değil, aynı zamanda ruhsal dönüşümlerin ve deneyimlerin bütünüdür. Böylece, bir milletin geçmişi, sadece kronolojik olaylardan ibaret olmayıp, o milletin ruhunun zaman içindeki yolculuğudur. Bu yolculukta tamgalar, dil ve ritüeller, ruhun hafıza bankaları olarak görev yapar.

Son olarak, anlamın taşıyıcısı olarak insan, sadece etnik değil, evrensel bir varlıktır. Her birey, kendi içinde hem ait olduğu topluluğun hem de insanlığın ortak ruhunu barındırır. Bu çift yönlü aidiyet, insanın hem kendini tanıması hem de evrenle bağ kurması için elzemdir. Etnogenez, bu bağların ve anlamların derin bir birleşimidir; kanın değil, ruhun ve anlamın doğuşudur.

------------------------------------

5. Bölüm – Ben Kimim?: Anlamın Taşıyıcısı Olarak İnsan

İnsanın varoluşu, derin bir anlam arayışıdır. “Ben kimim?” sorusu, sadece bireysel bir sorgulama değil, evrensel bir arayışın parçasıdır. İnsan, biyolojik bir varlık olmanın ötesinde, anlamların taşıyıcısıdır. Bu anlamlar, tarih, kültür ve ruhtan beslenir. Kendini tanıma süreci, varlığın en temel meselesidir ve bu süreçte insan, sadece maddi gerçeklerle değil, metafizikle, sembollerle ve deneyimlerle yüzleşir. Çünkü insanın özü, sadece bedensel değil; aynı zamanda ruhsal ve düşünsel bir yapıdır.

Kültür, dil ve tamgalar, insanın anlam dünyasının yapı taşlarıdır. Onlar, bireyin ve toplumun kendini ifade biçimidir. Bu ifade biçimleri, bireysel kimliği oluşturduğu gibi, kolektif kimliğin de temelidir. İnsan, bu anlam ağı içinde kendini keşfeder; kendi tarihini, köklerini ve kaderini anlar. Bu bağlamda, insanın kimliği sabit değildir; sürekli bir inşa ve dönüşüm sürecidir. Ruhun derinliklerindeki bu hareketlilik, insanı hem kendine hem de dünyaya bağlar.

İnsan, anlamların taşıyıcısı olarak, tarih boyunca çeşitli kimlikler edinmiştir. Bu kimlikler, bazen kültürel bazen de ruhsal unsurlarla şekillenmiştir. Ancak temel soru her zaman aynı kalır: İnsan kimdir? Bu soru, bireysel ve toplumsal düzeyde birbirine paralel şekilde var olur. İnsan, hem kendinde hem de toplumda anlam arar. Kendini anlamak, aynı zamanda dünyayı ve diğer insanları anlamak demektir.

Modern çağın getirdiği yabancılaşma, insanın bu anlam yolculuğunu zorlaştırmıştır. Bireyler, hızlı değişen dünyada kimliklerini kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle, insanın anlam arayışına derinlik kazandırmak, onun varoluşsal sorunlarına çözüm aramak kadar önemlidir. Anlam, insanın ruhunun besinidir; onu yitirmek, ruhun çöküşüdür. Bu yüzden insan, anlamı taşıma ve yeniden yaratma sorumluluğuyla karşı karşıyadır.

Son olarak, “Ben kimim?” sorusu, insanın evrensel yolculuğunda bir dönüm noktasıdır. Bu soru, sadece kendini değil, insanlığın ortak ruhunu da anlamaya açılan kapıdır. İnsan, anlamın taşıyıcısı olarak, hem bireysel hem de kolektif boyutta varlığını sürdürür. Bu bilinçle hareket etmek, onun gerçek kimliğine ulaşmasının anahtarıdır.

----------------------------------

6. Bölüm – Modern Sistemler ve Ruhun İnkarı

Modern dünyanın gelişimiyle birlikte, insanlık birçok kazanım elde etti ancak ruhsal boyuttaki boşluk ve inkâr da derinleşti. Kapitalizm, sosyalizm ve diğer ideolojiler, insanı soyutlayan, parçalayarak kimlikleri sınıflandıran sistemler haline geldi. Bu sistemler, insanın ruhsal derinliklerini göz ardı ederek, onu sadece ekonomik, politik veya toplumsal kategorilere indirgedi. Sonuçta, modern insanın ruhu unutuldu, hatta reddedildi.

Kapitalist sistem, bireyi tüketici kimliğine indirgerken, sosyalist yapı ise onu üretici veya sınıf kimliğiyle tanımladı. Her iki sistem de insanın özünü, yani ruhunu görmezden geldi. Bu durum, insanın içsel boşluk hissetmesine, anlam arayışının derinleşmesine ve kimlik krizlerinin artmasına neden oldu. Ruhun yok sayılması, sadece bireysel değil, toplumsal düzeyde de krizlere yol açtı.

Din, bu karmaşanın içinde bazen bir sığınak, bazen ise baskı aracı oldu. Modern sistemlerin karmaşası içinde din, kimi zaman özgürleştirici olurken, kimi zaman dogmatik ve kısıtlayıcı bir hal aldı. Bu çelişkiler, insanın ruhsal gelişimini zedeledi ve anlam arayışını daha da zorlaştırdı. Sonuç olarak, modern insan hem sistemlere hem de kendine yabancılaştı.

Ruhun inkârı, sadece bireysel bir sorun değil; kültürel bir krizdir. Modern toplumlar, ruhun sesini duymayı bıraktıkça, anlam eksikliği büyüdü. Bu kriz, günümüzde artan yalnızlık, depresyon ve kimlik bunalımlarının temelinde yatar. Ruhun yeniden keşfi, bu sorunların çözümünde temel adımdır. İnsan, kendini sadece dışarıdan tanımlayan sistemlere değil; kendi iç dünyasına da dönmelidir.

Sonuç olarak, modern sistemlerin ruhu inkârı, insanlığın en büyük sınavlarından biridir. Bu sınavı aşmak, insanın kendini bütünlemesi ve gerçek anlamda özgürleşmesi için şarttır. Ruhun reddi değil, kabulü ve onarımı, geleceğin insanının inşasında kilit rol oynayacaktır.

--------------------------------

Sonuç: Tarihi Değil, Ruhu Ararken Kendime Döndüm

Bu yolculuk, sadece tarihsel bir keşif değil; ruhsal bir uyanıştır. Kendimi ararken, tarihin derinliklerine değil, ruhun en eski katmanlarına dokundum. Tamgaların, sembollerin, mitlerin ötesinde, benim esas yolum, ruhun sesini duymaktı. Tarih, bir zamanlar beni tanımlarken, şimdi ben tarihe değil; ruhuma dönüyorum.

Kendini tanımanın en derin yolu, kolektif hafızanın ve sembollerin içinde gezinmektir. Ancak gerçek keşif, bu bilgileri sadece öğrenmek değil, hissetmek, yaşamak ve özüyle bütünleşmektir. Ruhun çağrısını duyduğumda, kimliğimin kırılgan yapıları dağılırken, daha gerçek ve sağlam bir benlik doğdu. Bu benlik, biyolojinin, kültürün ve siyasetin ötesinde, evrensel ve zamansızdır.

Tarih, insan ruhunun yüzeysel bir yansıması olabilir; ama ruh, zaman ve mekânın ötesinde var olan bir gerçekliktir. Bu gerçeklikle buluşmak, insanın varoluşsal anlamını kavramak demektir. Böylece kimlik, sadece dışsal bir kategori değil; içsel bir keşif yolculuğudur. Bu yolculuk, insanı hem bireysel hem de toplumsal düzeyde dönüştürür.

Sonuç olarak, ben, tarihsel olayların bir sonucu değil; ruhsal bir yolculuğun taşıyıcısıyım. Bu yolculukta, tamgalar ve semboller sadece işaretçiler, rehberlerdir. Asıl olan, ruhun sesine kulak vermek ve kendini o sesle tanımaktır. Böylece geçmişle gelecek, benliğin içinde birleşir. Bu çalışma, sadece akademik bir inceleme değil; bir çağrıdır. Kendini unutanlara, ruhunu keşfetmek isteyenlere... Çünkü gerçek özgürlük, kendini bilmekle başlar ve ruhun sonsuz yolculuğunda devam eder.

19 Temmuz 2025 18-19 dakika 41 denemesi var.
Yorumlar