Tanrı Para ve Devlet İnsanın Hayal Gücünün Ürünüdür
"Görünen, gerçek olsaydı bilime gerek kalmazdı." Karl Marx
Tanrı,Para ve Devlet olmak üzere 3 başlıkta ele almam gerekiyor ama Para ve Devlet kısmına ayrı bir yazıda değineceğim.İnsanoğlunu Tanrı'ya yönlendiren en büyük etki" korkudur." Evrimsel olarak baktığımızda insan, diğer canlı türüne göre algısı daha gelişkin bir varlıktır. Dolayısıyla algı,kurguyu güçlendirmiştir.Diğer canlı türleri de doğa olaylarından etkilenmişler ve korkmuşlardır ama bahsettiğimiz algı düşüklüğü ve kurgu zayıflığından dolayı insanların yarattıkları mitlerin ve inançların onların dünyasında büyük bir önemi yoktur. Bizim algılarımızın daha yüksek olmasının nedeni,geçirdiğimiz beyin evrimi sürecindendir.İnsan beyninin evrimi, şu 6 koşulla gerçekleşmiştir:1.) El-Göz koordinasyonu 2.) Cinsel seçilim 3.)Karşıt başparmağın evrimi 4.) Sosyal Gelişim ve tür içi iletişim 5.) iki ayak üzerinde yürüme (bipedalizm) 6.) Et ağırlıklı beslenmeye geçiş.
Bu koşullar bir anda ve isteyerek gerçekleşmedi .Zamanla ve doğanın olasılıkları ile bir araya geldi ve bu nadir matematiksel olasılık insana denk geldi. Bu, bizim diğer canlılardan zeki olduğumuzu göstermez sadece daha fazla bililinç ve farkındalığa işaret eder.
Doğa olaylarının insanlar üzerindeki etkisi, insanlar için en ilkel ve köksel korkudur.Güneş Tanrısı ,Ateş Tanrısı,Rüzgar Tanrısı gibi bir çok tanrının olması, insan korkusunun bilinmezliğe güç atfetmesindendir. Bazıları diyebilir; şuan teknoloji gelişmiş durumda ama Tanrı' ya inanış devam etmektedir. Ben de onları şunu diyeceğim: Şuan deprem,sel gibi doğa olaylarını biliyoruz. Şuan bize bunlar , sıradan bilgi gibi geliyor .( gelişmemiş toplumlarda halen olmasa bile ) fakat Kuantum Fiziği'nin gelişmesiyle uzay-zaman bükülmesi kavramını,parelel evrenler,belirsizlik ilkesi,Çift- Yarık deneyi, İzafiyet teorisi,gibi çalışmaları bilmememizden ve aklımızın sınırlarını zorlamamamızdan dolayı ve ayrıca inancımızda yaratacak boşluk korkusundan dolayı, eski insanlara göre konu ne kadar uzak geliyorsa bu tür modern ve teknik bilgi de şuan bize böyle görünüyor.
Yani tekonoloji gelişmiş olabilir,korku biçimi de değişmiş olablir ama korku halen var. Bunun en önemli nedeni ise Ritüelizasyon'dur. Ritüelizasyon: aslen aralarında hiçbir nedensellik olmayan iki olguyu birbiriyle hatalı bir şekilde ilişkilendirmekte, sonrasında bu ilişkiye irrasyonel bir önem atamakta ve olumlu ve rahatlatıcı olan, yani genellikle pozitif olarak değerlendirilen sonuçlar almak ümidiyle, bir ritüel halinde o davranışı tekrar etmektedir. Örneğin ;ağaçları sallayan ve dalları yerinden söküp hayvanların üzerine fırlatan ürkütücü bir fırtına sırasında, şempanze bireylerinden birinin öfkeyle yeri yumruklaması, eline aldığı bir sopayla fırtınaya tehditkar salvolar savurması, bağırıp çağırması sonrasında fırtınanın bir miktar dizginlenmesi, hatta tamamen durması gibi bir durumun yaşanması halinde, sürüdeki diğer şempanzelerin bir sonraki fırtınada bu bireyi harekete geçirmeye çalıştıkları, onu fırtınaya doğru iteledikleri, kısaca aynı davranışları sergilemeye ittikleri gözlenmiştir. Bu durum, şempanzelerin o bireyin öfkesi ilefırtınanın dinmesi arasında bir ilişkiolduğuna inandıklarını düşündürmektedir; gerçekte (muhtemelen) bu iki olay arasında hiçbir nedensellik bulunmuyor olmasına rağmen!
Şempanze' yi örnek vermemin sebebi şu :Ritüelizasyon sadece insanlar için geçerli değil ama dediğim gibi, ulaştığımız algı düzeyi bu işin daha yoğun biçimde gerçekleşmesine neden olmuştur.Ritüelizasyon'un varlığını sürdürmesi yani nesilden nesile günümüze devam etmesi; günümüz teknolojisinde Tanrı'ya inanılmasının cevabıdır.Aslında, ölümün insan hayatındaki önemine değinerek bu konuyu pekiştirebilirim.
İnsanın, en korktuğu ve en az anlayabildiği olgulardan biri, ölüm ve ölüm-sonrasıdır. Tanrılar ve din, günümüzde ve geçmişte (ve muhtemelen gelecekte de) bu bilinmeze ve korkuya cevap olacaktır. Aslına bakarsanız, bu ritüellerin varlıklarını koruyabilmelerinin en temel sebeplerinden biri, belki de, insanın içinde bulunan ve her daim bir gerilim unsuru olan ölüm korkusu kavramına bir tesellide bulunuyor olmasıdır. Bir canlının Evren'in toplam ömrü(13.5 milyar yıl) yanında bir an bile sayılmayacak kadar kısa bir süreliğine bilinç kazanması, sonra yok olması... Zaten işte tam da bu nedenle bu yükü yüklenen atalarımız, etrafında olan biten ölüm ve doğum olaylarına anlamlar yüklemeye çalışmışlardır.
Çeşitli mitolojik hikaye ve anlatılar geliştirerek, destanlar yazarak, ebeveynden çocuğa aktarılan hikayeler anlatarak, ölümün bir son olmadığına kendilerini inandırmışlardır fakat insanlar, sadece korktukları için değil, günlük hayatlarını kolaylaştırmak ve güçlü sınıfın çıkarlarlarını korumak için de Tanrı' ya ve mitlere ihtiyaç duymuştur.Bunu Tanrı-Faiz ilişkisiyle örneklendirelim.
Antik dünyada çiftçiler başta buğday, arpa olmak üzere ürettikleri tarımsal ürünlerin eşkiyalar ya da hükümdarlar tarafından el konulmasından bıkmış usanmışlardı. Bu ürünleri çuvallara koyup tapınaklara emanet etmeye başladılar. Mallarını, ihtiyaç oluncaya kadar tapınaklara emanet etmelerinin onlara iki önemli avantajı oluyordu: (1) Tapınaklar tanrıların evi olarak kabul edilip kutsal sayıldığı için kimse içeri zorla girip bu mallara el koyamıyordu. (2) Tapınaklarda görevli rahipler dönemin en iyi yetişmiş, okuma yazma ve ölçü, hesap bilen kişileri olduğu için tapınağa getirilen tahılları tartıyor, ölçüyor ve kayda geçiyorlardı. Böylece tapınağa teslim edilen malın aynen geri alınmasında hiçbir tartışmaya yer kalmıyordu.Din görevlilerinin herhangi bir bedel talep etmeksizin korumaya aldıkları bu mallar tapınaklarda fazlaca yer işgal etmeye başlayınca zaman içinde bu koruma karşılığında bir bedel alınır oldu. İşte bu bedel faizin temelini oluşturur. Bilirsiniz ;İslam faize güya karşıdır.
Şöyle bir ayet var:Kim tekrar (faize) dönerse, işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedi kalacaklardır." (Bakara Sûresi, ayet: 275.)Günümüz küresel koşullarında faizle ilişkisi olmayan yoktur. Bir de enflasyonun yüksek olduğu bizim gibi ülkelerde,bireylerin, şirketlerin,devletlerin faizle olan ilişkisi daha da yoğunlaşmıştır.Tanrı; o kadar işin içinde muhtemelen,kur hesaplarını, küreselleşmeyi,makro ekonomiyi, uluslararası iktisadı göz önünde bulundurmaya zaman ayıramamıştır.
Bu mitler ve korku ilişkisi aslında var oluş nedenini sorgulamanın sonucuydu. Pek çok balık akıntılardaki değişimleri algılar ve buna göre davranır; ancak hiçbiri akıntıların neden ve nasıl oluştuğunu veya neden ve nasıl değiştiğini sorgulamaz. Veya kuşlar, rüzgardaki sapmaları algılayabilir; ancak rüzgarın varlık nedenini sorgulamaz, sorgulayamaz. Bir şempanze, aşk veya sevgi duyabilir; ancak bu duyguların nereden geldiğini sorgulamaz (en azından bildiğimiz kadarıyla). Yani olaylar, bizi diğer canlılardan ayıran insanın kurgu ve hayalgücü lehine (biyolojik anlamda) o kadar kısa bir sürede ve hızlı bir şekilde gelişti ki,insanoğlu bu yükü kaldırmak için bir bilinmeze ihtiyaç duydu.Daha doğrusu bir bilinmez yarattı ama bu bilinmez, dolayısıyla kendisinden güçlü olmalıydı. Aslında bu güç ihtiyacı "ben teselli et " arzusundan geliyordu.
Aklınıza bir olayı taktığınız vakit, nasıl dikkatsiz, huzursuz ve gergin olduğunuzu, nasıl herhangi bir diğer olaya konsantre olamadığınızı düşünün. İşte böyle bir durumda, beyniniz sürekli olarak kendisini rahatlatacak bir cevap, cevap olmadığı takdirde de teselli arayacaktır.Kendinizi sakinleştirmek için "Önemli değil, sakin ol." gibi laflar sarf eder, çıkış yolları arar, bulamazsanız, size teselli verecek bir arkadaş ya da yakın ararsınız. Bu, beynin verdiği klasik bir tepkidir.
İşte anlaşılamayan doğa olaylarına da beyin benzer şekilde bir tepki vermiştir: Cevap aramış; ancak bulamamış, dolayısıyla da teselli aramaya başlamıştır. Böylece güçlü olan birşey teselli verecekti. İşte tarih boyunca bu güç,klanlarda kabilelerde,ailede,toplumda,uluslarda ve totalde küresel bazda farklı ritüel ve inançlarda nesilden nesile aktarılmıştır. Bu aktarım mekanizması, kendisini günah,sevap,cennnet,cehennem gibi ödül ve ceza kapsamında varlığını devam ettirmiştir. Bu ödül ve cezaların niteliğinin ve kapsamının tüm dünyada farklı olması zaten Tanrı'nın, o bölgenin kültürü,geleneği,tarihi,ekonomik -politik süreçleriyle ilişkili olduğunu göreceksiniz.
Bir örnek vereyim. İngilizler Avusturalya kıtasına ilk kez, Kaptan James Cook önderliğinde girmiştir. 1788 itibariyle Sidney'de sömürgeciliğe başlayan İngilizler, bölgeye yeni ve faklı hastalıkları götürmüşlerdir.gittikleri yerlerde tutunamamıştır. 1788'den 1900'lü yıllara gelindiğinde hastalık vb. durumlar yüzünden aborjin nüfusunun %90'ı hayatını kaybetmiştir.
1803-1807 yılları arasında Tasmanya Soykırımı yapılmış ve burada yaşayan aborjinler bölgeden silinmiştir. Aborjinler kendilerini yaşadıkları toprakların sahibi olarak görmüyorlar. İnançlarına göre, bu toprakları ataları ve efsanevi varlıklar adına kolluyorlar ve kullanıyorlar. Bu efsanevi varlıklar, Aborjinler için kişileştirilmiş tanrılar değil, "Düş Zamanı" varlıkları olarak adlandırılıyor. Düş Zamanı varlıkları ilk olarak boş dünyayı, sonra yüzey şekillerini, daha sonra ise dağları, nehirleri, hayvanları ve insanları yarattı. Yani böyle bir inançları var ama bu sömürü ve katliamlar sonucu şuan bu bölgede Hristiyan inancında olanlar çoğunlukta (%52). Eğer bu katliam olmasaydı Aborjinler o bölgede inançlarını günümüze çok etkin bir biçim yaşayacaklardı ve o bölge Hristiyanlıkla tanışmayacaktı. Dolayısıyla, o bölgenin günah-sevap anlayışı ciddi bir anlamda kendisini revize etmek zorunda kalmıştır. İspanya ve Portekiz' in Güney Amerika ' yı,başta Fransa ve İngiltere ' nin daha sonra güçler dengesinin değişmesiyle,ABD ' nin Orta- Doğuyu' işgali gibi örnekler çoğaltılabilir.Konunun sonuna geliyorum.Jean-Jacques Rousseau "Toplum Sözleşmesinde" şöyle der: "İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur." Tespitini şöyle tamamlar filozof: "Köleler zincirler içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler. Köleliklerini sever hale gelirler."
Şimdi şöyle bir imkanımız olduğunu varsayalım: diğer canlılardan algı düzeyi gelişmemiş ilkel insana şu soruyu sorduğumuzu varsayalım( elbette evrimsel ve tarihsel anlamda böyle bir sorunun karşılığı yok, felsefe açısından yaklaşıyorum) Ey insanoğlu sen öyle bir gelişeceksin ki (hayal ve algı anlamında)ama kafanda yarattığın korkunun kölesi olacaksın.Hep bu bilinmez korkuyla yaşayacaksıngelişmek ister miydin ? Bu soruyu size ve kendime soruyor, okuduğunuz için teşekkür ediyorum.