Tin’den Oz’a / Tengri’nin Özünden Allah’ın Nefesine

Tin’den Oz’a / Tengri’nin Özünden Allah’ın Nefesine

İnsanoğlu, var olduğu ilk andan itibaren gözlerini göğe kaldırıp aynı soruyu sormuştur: “Ben kimim ve nereden geldim?” Bu soru, sadece zihnin merakı değil, ruhun kadim hafızasının bir yankısıdır. İnsan, yalnızca etten kemikten bir varlık değildir; onun içinde görünmeyen ama hissedilen bir öz vardır ki, işte asıl varlık odur: tin, ruh, öz, nefestir. Bu öz, tarih boyunca pek çok adla anıldı. Türkler ona “tin” dedi; gökten gelen, varlığa can veren ilahi soluk. Aynı öz, İslam’da “ruh” adını aldı; Allah’ın kendi ruhundan insana üflemesiyle hayat bulan sır. Her iki gelenek de insanın sadece fiziksel değil, ruhsal bir varlık olduğunu söyler. Ve bu ruh, ne kadar gizli olursa olsun, kendi kaynağını arar durur. İnsan aslında bütün ömrünü, geldiği yere yani özüne geri dönme yolculuğunda geçirir. Bu yolculuk, Türk düşüncesinde Tengri’ye, İslam’da Allah’a dönüş olarak tanımlanır.


Tengri inancı, insanı göğün bir parçası olarak görür. Tin, Tengri'nin insana bahşettiği ilk ışıktır. Tin olmadan beden kuru bir kabuktur. Tıpkı bir davul gibi… Şamanların ellerinde yankılanan davulun sesi, sadece ritim değil, tin’in uyanışını simgeler. O sesle birlikte hem insanın içindeki hem de doğadaki ruhlar uyanır. Şamanlar bu tin’i hisseder, yönlendirir, onunla konuşur. Tin, sadece can değil; aynı zamanda bilgeliktir, hafızadır, göğe doğru uzanan bir köprüdür. Bu köprüden geçenler, sırra vakıf olur. 


İslam tasavvufu da bu sırra ulaşmak için nefsi terbiye etmeyi, kalbi temizlemeyi, ruhu özle buluşturmayı hedefler. “Nefsini bilen Rabbini bilir” der Hz. Ali. Bu, tasavvufun temelidir. Aynı söz, Şaman geleneklerinde de farklı kelimelerle ifade bulur. “Tin’ini tanıyan, göğün yedi katını da tanır” diye geçer Altay anlatılarında. Demek ki farklı yollar, aynı menzile çıkar. O menzil, insanın kendi özüdür; yani “Oz”dur. Türk mitolojisinde Oz, Tengri’nin özüdür. İnsanın içinde taşıdığı ilahi parçadır. Ozan, bu özle yoğrulmuş kişidir. Sazıyla hikmet söyler, sözleriyle ruha işlenmiş bilgileri uyandırır. Ozanlık, yalnızca bir sanat değil, bir irfan yoludur. 


“Ozlaşmak” demek, yalnızca bilgi sahibi olmak değil; özüne, yani Tanrı’dan gelen kaynağa yeniden kavuşmak demektir. Sufiler buna "fenâ fillah", yani Allah'ta yok olmak der. Türkler ise bunu "Oz’a dönmek"le ifade eder. Her Ozan, bu dönüş yolunun bir yolcusudur. Tıpkı Mevlânâ’nın "Ben aslına dönen bir neyim" sözünde olduğu gibi, Ozan da sazıyla bu dönüşün hasretini dile getirir. İslam'daki "Ruhlar âlemi", Şamanizm’deki "Göksel katlar" ile eşdeğerdir. Her ikisi de, ruhun yolculuğunun bir aşamasıdır. İnsan, bu yolculukta ancak kendini tanıyarak, Tin’ine yönelerek Tanrı’yı tanıyabilir. 


Ozanlıkla tasavvuf erenliği arasında köprü kurduğumuzda, Mevlânâ’nın ney benzetmesi çıkar karşımıza. “Ben, aslı kamışlıktan koparılmış bir neyim” der. Neyin sesi, ayrılığın feryadıdır. Ozanın sesi de tıpkı böyledir. Çünkü Oz’dan kopan insan, bütün ömrünü o ilahi özle buluşmak için geçirir. Bu buluşma, yalnızca bilgiyle değil, yaşantıyla olur. Özleşmek gerekir. Özleşmek, yani arınmak, sadeleşmek, hakikati içselleştirmektir. Bu yolculukta kişi, ne kadar çok şey öğrense de, esas olan kalbin arınmasıdır. Hacı Bektaş Veli bu yüzden şöyle der: “İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır.” Aynı zamanda “Eline, beline, diline sahip ol” düsturu da, bu yolculukta ahlakî bir temizlik önerisidir. 


Türklerin kadim inancında, yaratıcı olarak Kayra Han yer alır. Kayra, sadece yaratıcı değil, aynı zamanda rahmet sahibidir. O, varlıkları dengede tutan, evrenin nabzını elinde tutandır. İslam’da bu sıfatlar, Allah’ın “el-Kadir”, “er-Rahman”, “er-Rahim” isimlerinde karşılık bulur. El-Kadir, her şeyi takdir eden; Rahman ve Rahim ise sınırsız merhametin adıdır. Kayra ve Kadir kelimeleri hem fonetik hem de anlam olarak birbirine yakındır. Bu benzerlik tesadüf değil, inançların iç içe geçmesinin doğal sonucudur. Anadolu’da bu yakınlık daha da belirginleşmiştir. Alevilikte Kaygusuz Abdal’ın “Ben bu meydanda yürürüm, meydan bizim meydandır” deyişiyle, Mevlânâ’nın “Ne ararsan kendinde ara” sözü aynı ruhun yankısıdır. Biri sazla söyler, diğeri semahla döner ama ikisi de aynı hakikati dile getirir: Öz’de olan, her şeyde vardır. 


İnsanın içindeki bu ilahi öz, aynı zamanda onun soyunun da parçasıdır. Bu noktada “kök aile” fikriyatı devreye girer. Kök aile, yalnızca biyolojik bir zincir değil, ruhsal bir mirastır. Ataların duası, torunların ruhunda yankı bulur. O yüzden Türkler için soy, sadece kan bağı değil, bir ruh zinciridir. Bu zincir, Tengri’nin göğüne kadar uzanır. Her birey, bu zincirin bir halkasıdır. Alevilikte dedeler, bu zincirin yaşayan taşıyıcılarıdır. Sözlü gelenekle aktarılan bilgiler, nesiller boyunca ruhtan ruha geçmiştir. Dede, yalnızca bir dini rehber değil; aynı zamanda geçmişle gelecek arasında bir köprüdür. Tıpkı Şaman gibi... Şaman, ruhlar âlemiyle iletişim kurarken, Dede, kalplerin kapısını açar. Her ikisi de özün yankısını taşır. 


Tüm bu öğretilerin birleşim yeri Anadolu’dur. Bu topraklar, Asya’nın Tengriciliği ile Arap yarımadasının İslam’ını harmanlamış, yeni bir irfan üretmiştir. Anadolu Aleviliği, işte bu eşsiz harmanın ürünüdür. Semahtaki dönüş, aslında ruhun göğe yükselişidir. Tıpkı Şaman ayinlerindeki trans halindeki dönüş gibi. On İki İmam inancı, Şamanizmin on iki katlı gök anlayışıyla örtüşür. Her imam, bir ruh hali; her gök katı, bir bilinç seviyesi gibidir. Bu yolculuk, içten dışa, tinden maddeye ve sonra tekrar tinden Tanrı’ya doğru gider. 


Bu yolda yürüyenler için en önemli rehberlik sözlerde saklıdır. Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir” sözü, tinini tanımayanın gerçek bilgiden mahrum kalacağını anlatır. Ahmet Yesevî, “Kendini bilmeyen kişi, neylesin ilmi, sanatı?” diyerek öz bilgeliğin temeline işaret eder. Bu öğretiler, ruhsal uyanışın yalnızca soyut bir kavram değil; yaşamın bizzat özü olduğunu gösterir. Tinini tanıyan, yolunu bulur. Tinini unutan ise, en parlak ilimle dahi karanlıkta kalır. 


Tüm bu yolların, bu deyişlerin, bu sembollerin bir tek gayesi vardır: insanı özüne döndürmek. Çünkü insan, Allah’ın nefesinden yaratılmıştır. Bu, yalnızca kutsal bir ifade değil; varoluşun anahtarıdır. Tin, Tengri’nin hediyesidir. Ruh, Allah’ın rahmetidir. Oz, ilahi kıvılcımdır. Ozan, o kıvılcımı yayan kimsedir. Şaman, tinsel göçebe; Dede, manevi kılavuz; Gavs ise içsel kemalin timsalidir. 


Ve nihayetinde, insan bu hayatta sadece yaşamak için değil; özünü tanıyıp, Tanrı’ya geri dönmek için vardır. Bu dönüş, özleşmekle mümkündür. Yani arınmakla, sadeleşmekle, kendini tanımakla. Çünkü ancak özü tanıyan, Yaradan’ı tanıyabilir. Özünde Tengri olan, Rahman olan, Kayra olan, Allah olan o kudretin bir parçası olduğunu fark eden insan; artık yalnız değildir. O, artık evrenin tümüyle bir, tek ve bütün haldedir. Bu bütünlükte ne mezhep kalır, ne dil, ne de zaman. Sadece tin kalır, sadece ruh, sadece hakikat. 


İşte bu yüzden, Şah Hatayi’nin “Eline, beline, diline sahip ol” öğüdü, yalnızca ahlakî değil; ruhsal bir duruluğun anahtarıdır. Ve tıpkı o dervişlerin döndüğü gibi, bizler de hayat boyunca dönüp dururuz. Ama her dönüş, bir dönüşümdür. Her dönüş, biraz daha Tin'e, biraz daha Oz’a, biraz daha Allah’a yaklaşmaktır. 


İnsan, bu dünyaya yalnızca yaşamak için değil, özüne dönmek için gelir. Bu dönüş, Tin’den Oz’a, Ozan’dan Tanrı’ya bir iç yolculuktur. Tengri’den gelen Tin, Allah’tan gelen Ruh ile birleşir. Ozan, bu birleşimin bilincidir. Şaman, derviş, dede, gavs  hepsi bu iç yolculukta insanın yol göstericileridir. Öz’e dönmek, sadece geleneksel bir söylem değil; varoluşsal bir hatırlayıştır. 


Unutma: Sen, bir soyun değil; bir nefesin çocuğusun. Topraktan değil, gökten geldin. Kanla değil, tinle yazıldın. Allah’ın nefesinden yaratıldın. Ve gün gelir, o nefese geri döneceksin. Bu yüzden her soru, “Ben kimim?” sorusuyla başlar ama “Ben neyim?” ile devam eder. Çünkü senin gerçek cevabın, Oz’da saklıdır.


28 Haziran 2025 8-9 dakika 25 denemesi var.
Beğenenler (1)
Yorumlar