Toprağa Kan Düştü

Bir damla düştü yere, kararmış gökyüzünden, bulutların arasından sıyrılıp gelen ve toprağın yüzünü güldüren bu yağmur damlası, düştüğü yerde bir anda kayboldu. Topraktan başka hiç kimse görmedi onu. Haziran ayının son günleri ve kuraktan yanan mahsullerini tarladan toplamaya çalışan köylüler, gökten gelen bu rahmet müjdesini fark etmediler bile. Herkes telaşla, biran önce tarlayı biçip, buğdayı ambara kaldırmanın derdine düşmüştü. Gökyüzü kararan bulutlarla ara ara kükrüyor, rüzgar yeni biçilen ekinleri sağa sola savuruyor ve canla başla çalışan işçilerin çıkardığı orak sesleri yorgunluk iniltilerini bastırıyordu.

Herkesin bir makine gibi, diz çöküp boyun büktüğü bu topraktan ilk başını kaldıran Mehmet oldu. Elindeki orağı ters çevirip iki eliyle, doğrulunca ağrısını daha da hissettiği belini tutarak tarlanın sonuna doğru bakarken yorgunluktan dudaklarını ısırıyordu. Yaklaşık elli metre ilerdeki tarla sınırını görünce birden kaşlarını çattı, gözlerini kıstı ve elindeki orağı ileriye doğru uzatarak ' Heeyy... siz ne yaptığınızı zannediyorsunuz salak herifler, gözleriniz kör müdür, sınıra baksanıza, bizim tarlaya girmişsiniz' diye bağırdı. Tarlanın diğer tarafı kardeşi Yakup'a aitti. Babaları iki yıl önce vefat edince, iki kardeş miras kalan tarlayı kendi aralarında bölmüş ve daha önce pek ilgi duymadıkları bu toprak iki kardeş arasında büyük bir rekabete sebep olmuştu.

Eğilmiş halde durmaktan, Yakup'un beynine toplanan kan sinir damarlarını germiş ve bu beklenmedik sesle irkilerek adeta bir zıpkın gibi doğrulunca, alnında biriken terler yanaklarından hızla süzülüp hasretle yağmur bekleyen toprağın kara bağrına düştüler. Düşen bu ter damlalarını çok severdi toprak. Rahmetin ve bereketin habercisiydiler çünkü. Çok sevindi, tekrar gülümsedi ve daha büyük bir umutla rahmetin gelişini bekledi.

Yakup, iki tarlayı ayıran sınır taşlarına baktığında elli santim kadar diğer tarafa girdiğini fark edemedi, çünkü yakından bakınca gerçekten de biçtiği yer kendi tarlasıymış gibi görünüyordu. Tarla daha yeni bölündüğü için sınır taşlarının arası da henüz belli olmuyordu. Abisinin gereksiz yere kendisine kızdığını düşünerek, yorgunluğun ve hırsın da verdiği öfkeyle elindeki orağı uzatarak ' asıl sensin salak, burası benim tarlam, işte sınır burada' diye öfkeyle bağırdı. Bu bağrışmadan sonra her iki ailenin bireyleri çalışmayı bırakmış, sınırlara bakıp yorumlar yaparak tartışmaya başlamışlardı.

Mehmet, kardeşinin kendisine salak demesine hem şaşırmış hem de iyice sinirlenmiş ve sınırın nerde olduğunu göstermek için koşar adımlarla Yakup'a doğru yürümeye başlamıştı. Mehmet ilk defa kardeşinin kendisine yönelik böyle bir hakaretini işitiyordu. Hâlbuki ilk olarak Mehmet kullanmıştı 'salak' ifadesini, fakat Yakup'a yönelik değil yanında çalışan herkese genel olarak ifade etmişti. Ve aslında sık kullandığı bir ifadeydi bu ve şimdiye kadar kimse de alınmamıştı. Yakup'un yanına vardığında her ikisinin de ellerinde orakları vardı ve her iki aile bir araya toplanmış ve az önce ki uzaktan yapılan tartışma iyice kızışmaya ve sinirler gerilmeye başlamıştı.

Mehmet'in beyninde kardeşinin kullandığı hep o 'salak' ifadesi yankılanıyordu. Bu güne kadar birbirlerine hakaret etmeyi bırak, birbirlerini hiç üzmemiş olan bu iki kardeş, tarla sınırı yüzünden tartışmaya başlamışlardı. Mehmet haklılığını göstermek için 'işte bak senin tarlan buraya kadar' diyordu ama iki taş arası mesafe hem uzun olduğundan hem de yakından pek belli olmadığından bir türlü ispatlayamıyordu. Haklı olduğu bir davada haksız duruma düşünce Mehmet iyice öfkelenmiş, elindeki orağı aşağı yukarı sallayarak ' şu taraftaki biçtiğiniz buğdayları hemen benim tarafıma koyacaksın, onlar benim, anladın mı?' diyerek kardeşine kudurmuş gibi bağırdı. Sonra telaş ve öfkeyle karışık korkuyla abisinin gözlerine bakan Yakup'un kendisine kullandığı 'salak' ifadesi tekrar beynini kemirince devam etti. ' bir de utanmadan bana hakaret ediyorsun, ben senin ağabeyin değil miyim lan, ne şerefsiz bir insansın sen'. Ailenin kadınları da araya girmiş birbirlerine olmadık küfürler ve hakaretler ediyorlardı. Tarlada yorgunluktan gerilmiş sinirler biranda kavgaya dönüşmüş ve iki aile birbirine girmişti.

Toprak, bütün varlığıyla ve sessizliğiyle yalvarıyor, durun, yapmayın diye feryat ediyor ama kimseye dinletemiyordu. Hanginizi aç bıraktım ben? Neyi paylaşamıyorsunuz? Babanızı ve hatta dedenizi de ben doyurmadım mı? Neyin kavgasındasınız siz ey insanlar?

Yakup, Mehmet'ten 4 yaş küçüktü ancak vücut olarak ağabeyine nazaran daha olgundu. Beş yıl önce İstanbul'da evlenmiş, babaları vefat edince de kalan toprağı işlemek üzere bir buçuk yaşındaki kızını da alarak eşiyle birlikte köye yerleşmişti. İki yıldır eltiler arasında ufak tefek anlaşmazlıklar olmasına rağmen iki kardeş arasında en ufak bir tartışma bile olmamıştı. Fakat bu gün olmadık küfürler ve hakaretleri, adeta yıllardır zorla içlerinde tutuyorlarmış gibi ağızlarından döküyorlardı.

Yakup'un beyni uyuşmuş, kulakları ağabeyinin sarf ettiği 'şerefsiz' ifadesinden sonra bir uğultudan başka bir şey duymaz olmuş ve gözleri kararmıştı. Elindeki orağı yere fırlatıp ağabeyini sert bir şekilde kenara iterek, az önce adeta nefes almadan çatlarcasına biçtiği buğdayları aynı hızla omuzlayıp, 'al işte gözün doysun, hepsi senin olsun, Allah belanızı versin...' diye hakaretler ve küfürler yağdırarak henüz biçilmemiş buğdayların üzerine doğru savuruyordu.

Ortalık iyice karışmış, herkes birbirine girmişti. Mehmet'in de öfkeden iyice kudurmuş ve kardeşinin bu küfürlerine karşı artık dili dönmez olmuştu. Çıldırmış gibi hakaretler yağdırarak hışımla yanından geçen Yakup'a doğru elindeki orağı sert bir şekilde savurdu. Yakup'tan o anda feryat eder gibi 'aahhh' diye bir ses duyuldu ve birbirine giren iki aile birden durup Yakup ve Mehmet tarafına doğru nefes almadan baktılar. Mehmet titreyen eliyle orağı geri çekmeye çalıştı ancak Yakup'tan yükselen ikinci çığlıkla bundan vazgeçti. Orak Yakup'un bağırsaklarına yarıya kadar girmişti.

Az önce küfürlerle birbirlerine öldürürcesine saldıran insanlar, Yakup'un ölümünü dilleri tutulmuş, ayakları kurumuş ve beyinleri uyuşmuş olarak seyrediyorlardı. Mehmet, oraktan elini çekmiş ve hala ayakta duran Yakup'un gözlerine, pişmanlık dolu bakışlarla titreyerek bakıyordu. Yakup, boğazından son nefes gibi zorla çıkan bir sesle 'abi' diyebildi. Mehmet'in fal taşı gibi açılmış, korku dolu gözlerinden o anda su gibi akan yaşlar, kirli sakallarından geçip toprağa döküldüler ve pişmanlık alevleri sarmaya başladı bütün benliğini.

Yandı toprak o gün, kavruldu. Alın teri toprağın tuzuydu, onsuz ne tadı olur ne bereketi. Fakat gözyaşı öyle değil. Yaktı bağrını toprağın, kıvrandı, sızladı fakat kimseler onu duymadı. Ve ardından yaradan sızan kan da düştü toprağa. Sonra öldü toprak, ancak o zaman fark ettiler toprağın varlığını ve onun haykırışlarını, fakat neye yarar! Bütün bunları hak etmiyordu oysa. Rahmet bekliyordu, alın teriyle hazırlamıştı kendini yağmura. Fakat şimdi, bir kardeş katilinin gözyaşları ve kandan başka bir şey düşmüyordu toprağa.

Mehmet ağzını açtı, ama kardeşim bile diyemedi, sözcükler boğazında düğümlenmiş onu adeta boğuyordu. Yakup kendini son kez toparlayıp zorla ' abi, abi çok acıyor' diyerek cansız bedenini ekinlerini kaldırıp attığı çorak toprağa bıraktı. O anda herkes, dillerinin ve dizlerinin bağı çözülmüş gibi uluşmaya, feryat etmeye başladılar.

Yakup sırtüstü yerde uzanmış, gözlerini gökyüzünü saran kara bulutlara dikmiş ve ardında bir dul ve bir yetim bırakarak sonsuzluğu seyrediyordu. Mehmet, iki eliyle sımsıkı yapıştığı saçlarından çekerek kendini yerlere vurup dövünüyor fakat son pişmanlığı işe yaramıyordu. Ve yağmur, yarım saat önce düşen ilk damlanın ardından, bardaktan boşalırcasına yağmaya başladı. Kana bulanmış toprağın ekinlere düşmesini beklediği rahmet, şimdi bir katilin ve cesedin yüzlerine öyle sert bir şekilde vuruyordu ki hırstan ve öfkeden yanan bedenleri artık soğuktan taş kesilmişti.

09 Temmuz 2012 7-8 dakika 8 denemesi var.
Yorumlar