Topuk Kanı

Kocaman bir çığın altında uyutuldum. Uyanmama saniyeler kala giyindim bedenimi. Büyük bir kürek sesi duydum sonrasında. Karların içinden göğe doğru atılmıştım. Ama bana hep gökyüzünden yere indirildiğimi anlatıp durdular. Oysa ben topraktım ve toprak ancak topraktan çoğalır, sürgün verip yeşerirdi. Eski bir hikayedir leyleğin ağzındaki bohçaya sarılmış bebeklik masalları. Bu masalı dinleyen herkes ormandaki kurttan korktuğu kadar korkar bir leyleğin gagasında dünyaya gelmiş olmak ihtimalinden.
Artık benim için gökyüzü seyahatleri başlamıştı. Tam bedenime girmeye yeni alışmıştım ki dağların zirvesindeki Bilge Kartal yolumu kesti sessizce. Topuk kanına bakmamız gerek dedi. Nasıl yani dedim. Karların altında uzun zaman dinlendikten ve kabuğumu giyindikten sonra kanımı veremezdim. Kabuklarım yeniydi ama onlara alışmıştım çoktan. Yedi kat bohça gibi derimin altına inip öz suyumu almaları ve kırmızı bir nehirden bana hayata dair bir yol haritası çıkarmaya çalışmaları yaşamaya olan tutkumu incitti. Bilmek istemeyeceğim şeyler vardı o kırmızı suda. Kalbim geldi hemen aklıma. Hangi dermansız dertlere düşecektim kim bilir? Kalbimmm, en derin kuyum.
Bir damla kanı vermek istemezken bütün nehirleri kana bulayacak kadar kara bir yazgıya hoş gelmiştim ey Dünya! Akıtılan tek bir damla olsaydı haritalar bu kadar yerinden oynatılmazdı. Karların içinde soğuğu hissetmiyordum bir zamanlar. Oysa şimdi: sıcağı, hasreti, ateş yanan ocağı, özlemeyi, savaşları, sevgiyi ve nefreti hepsini aynı anda hissedebiliyorum. Bunca derinlik, bunca hissediş, bunca detay dokunuyor topuk kanıma ve ben bir damla kanda nice sınavlardan geçirişimi bedenimi, kimliğimi, iç sesimi hepsini ama hepsini fark ediyorum bir anda. Sadece kanatlarım yok göğe uçup uçup Bilge Kartal’ la hasbihal edecek biçimde.
Anneme sorduğumda benim bir kar tanesi olduğumu söylerdi hep. En soğuk rüzgarlarda donmayan, en sıcak iklimlerde erimeyen bir kar tanesiydim. Güçlü oluşumu hiçbir mevsim izah etmek istemezdi eminim. Güçlü olmak zorunda bırakılışımı da...
Ben bir kar tanesiysem, annem bir kartopu sevinci olmalıydı, babam da bir kardan adam. Adam gibi adam... Büyüdükçe kar tanesi, sevgisi ve saygısı da büyüyordu. Ben Bilge Kartal’ın yanına gidemiyordum kanat takıp ama o her defasında içten bir seslenişle beni duyup yanımda beliriyordu sessizce. Kartallara av olmak istemiyorum dedim Bilge’ ye. Kartallar avlarını topraktakilerden seçerler. Topuk kanım için de aynı şey geçerliydi. Hiçbir teste tabi tutulmak istemiyordum. Yüreğimin ve bedenimin gelecekte nasıl şekilleneceğini bilmek, yani bu ihtimaller ürkütüyordu beni düşündüğümde. Bir kartaldan, kartallardan korunmak için istekte bulunmak da evrendeki bütün bilgeliği alt üst ediyordu yine düşününce.
Acaba bundan kırk yıl önceki halime, yani beş yaş çocukluğuma hastalıklı kararlarımı, acılarımı, sevinçlerimi, vazgeçişlerimi ve direnişlerimi anlatsaydım bana neler diyecekti merak ettim şimdi? Savunmasızlığımı, gözyaşlarımı, masumiyetimi, kısacası özümü avcunda tutan beş yaşım seni koruyabilmek için neler yapmazdım. Önüne yığılan duvarları kırardım mesela. Kilitli kapıları zorlardım seni kapıların ardındaki karanlıktan çekip çıkarmak için. Sana sevilmediğini hissettirenleri önemsememeyi telkin ederdim. Başarıların olmadan ve kıyaslanmadan da iyi bir evlat, iyi bir kardeş, yani kısaca insan olarak çok değerli olduğunu söylemek isterdim. Sana sevginin öfkeden daha büyük olduğunu ve kendine küsmemen gerektiğini hissettirebilseydim eğer o zamanlarda, bugün seni yazıyor olmazdım sanki. Direkt sen olurdum, senle yaşardım. Şimdi her yerde seni arıyorum. Bir kayalıkta sıkışmış seni, bir mağarada ağlarken seni, bir çatı katında üzüm yaprakları toplarken yine seni arıyorum beş yaşım. Minik ellerinde tuttuğun yaralı serçeyi iyileştirmek için bütün kurallara kafa tutuşunu mesala. Evin gizli odasında o serçeye yuva oluşunu. Kalburun içini otlardan döşek yapıp suit evler kuruşunu tey o yaşlarda. Ağladığında tırmandığın ağaçtan evine gelmek isterdim ve son kez. Aynı dalda sallanmayı hak edecek kadar çok seviyorum seni. Sadece şunu bilmeni istiyorum. Bütün çabam seni çekip çıkarmak için saklandığın izbelikten. Sesime ses ver olur mu? Neşem ol, arkadaşım ol. İnsan en çok kendisine yakındır ve en çok kendisinden uzak. Çelişkileri sevmiyorum ama yapacak bir şey yok beş yaşım.
Hala kendime soruyorum. Karların içinden kalktığımda uyandım mı yoksa Dünya’ ya mı daldım? Kısa rüyamda hızlıca şeritler atlarken nasıl yükselip alçaldım? Hep kanatlarım olsun istedim, yüzmek istedim, sevinçten gökyüzü olup şenlenmek, mavilenmek istedim. Bu kabuklarla beni partiye bile almak istemedi zaten Dünya. Yine de ben ona ayak uydurmaya çalıştım. Yaranmak demiyorum. Dünya oyununa eşlik etmek bir nevi. Ama Dünya, oyunun kurallarını kendisi koyuyor ve yaralı serçeme kalburdan döşekte bakmama ve onu iyileştirmeme izin vermiyor. Zaten beş yaşım da bir vestiyerin içine ya da mutfak tezgahının altına girmiş şimdiyi düşlüyor nazlı nazlı.
Şimdilerde de pek bir şey yok küçüğüm. Savaş, savaş, savaş. Ve daha çok kan. Kan ve toprak. Savaş, toprak ve kan üçlemesi. Üçü bir arada seviyoruz bütün Dünya anlayacağın. Zararlarından bahsetmek yasak. Yasak silsilesinde küçüğüm sevgiden korkuyoruz. Dünya sen gelmeden önce de şiddet görmüş. Eli yüzü yara, kan, bere işte. Anlatacak pek de bir şey yok. Büyüyünce strateji öğreniyorsun. Mesela ardiye odasındaki kalburdan döşekte yaralı bir serçe beslemiyorum ki hiç diyemiyorsun. Direkt arı bende aşk yok, polen yok, sevgi yok, sabır yok, tahammül yok, sadakat, vefa yok diyorsun. Bir de dört maymunu besliyorsun büyüdüğünde. Onu da görsel söylesin çocuk. Ha teknoloji mi? Evet çok ilerledi. Artık mutfak tezgahının altına ya da dolaba girip saklanmıyorum. Ağaçtan evime de gitmiyorum. Tv açıyorum, telefona bakıyorum. Bir de insan arıyorum çocuk sadece ’insan’. Her hıçkırığında bir şeyler yazmak zorunda mısın? Her hapşırıkta öldün diye kelimelerle dirilmek zorunda mısın çocuk? Bak sokaktan pamuk şekeri satıcısı geçiyor. Koş ve o sesi yakala. Üç beş kuruş yeter çocuk. Zaten üç beş kuruş pamuk helva...
24.09.2025
Çarşamba