Akçaağacın Ruhu

Derkenarı hazeran moru sarmaşıklarla bezenmiş pencerenin iki kanatları arkasına kadar açıktı. Issızlığın mesken tuttuğu vadiden aşağı gölgeler yuvarlanıyordu. Zakkum ağaçlarının gölgelediği dere yatağı şimdilerde kupkuruydu. Yer yer kararan çakıl taşlarına, susuzluktan donan iribaş ölülerine küçük karasinekler dolanıyordu. Hayıtların lila ve beyaz çiçeklerine üşüşen arılar sinekler kelebekler sessizce cümbüş ederken bu ölüme kayıtsız gibiydi.

Evin taşlığından gelen ayak seslerine hafif öksürme sesi de karışınca babasının geldiğini anladı Suna. Tavandan yere uzanan kumlu tülleri eli ile aralayıp pencerenin tek kanadını kapattı. Diğerini de aralık bıraktı. Poşet seslerinin hışırtısından babasının mutfağa geçtiği anlaşılıyordu. Suna keyifsiz ve solgun görünmesine rağmen babasına şirinlik olsun diye sek sek oynayarak kollarını boynuna doladı. Babası burnundan öptü saçlarını örtüsü ile karıştırıp severken

- Çok acıktım Suna’m yemeği hazırlayıver. Annen yok mu şekerliyor mu dedi neşesini sürdürerek. Suna çekinerek

- -Annem doktora gitti aceleyle ,ilaç yazdırması gerekiyormuş. Marika teyze de var yanında.

Adam duraklasa da yatak odasına geçti. Beyaz huş ağacı komodini elleri titreyerek açtı. Muayene kâğıtları yerinde yoktu. Yatağın üzerine yığılır gibi oturdu. Yerdeki halının desenleri dönüyordu. Sanki nakışlar ağzını açmış ejderha gibi yüzüne yalımlar saçıyordu. Dizleri titreyerek lavaboya geçti. Buz gibi suyu çarpa çarpa yüzünü yıkadı. Mutfaktan Suna seslendi

- Baba annem arıyor. Adam yüzü bembeyaz telefonu eline aldı alo bile diyemeden karısının beyninin içine işleyen mekanikleşen sesine karşılık

- -tamam buluşalım dedi. Kızına sezdirmemek için hızlıca kapıya yönelip

- Suna annen de gelsin öyle yiyelim, yine pintilik etmiş dolmuşa binmemiş, önüne gideyim de yorulmasın. Suna arkasından belini gıdıklayarak

- Ayy yavuklusunu da düşünürmüş dedi kıkırdayarak. Hızlıca evin taşlığını geçti. Yılları eskiten tırabzanlar şimdi gıcırtıdan inliyordu. Avluya aydınlığa çıkınca sendeledi. Bir eliyle çiçeklerin çitlerine tutundu, eğilip derin derin nefes alıp verdi. Sokağa çıkınca güneşi arkasına alıp dalgın adımlarla karısının söylediği yere doğru adımladı. Aklında koskoca iki soru vardı. Ne diyecekti? Nasıl teselli edecekti?

Parkın içine doğru ilerledi yeşilli elbisesinden karısını tanıdı: Akçaağacın gölgesine oturmuş elinde bir demet papatya tutuyordu. Evlenme niyetini yirmi bir yıl önce bu parkta bu ağacın altında söylemişti. Nasıl utanıp kızarmıştı. Burnu sızladı adamın. Yaklaşınca daha önce epey ağladığını anladı. Gözlerini yerden kaldırmadan banka , yanına ilişti. Söze nasıl başlayacağını bilemedi. Birkaç kez öksürdü uzakta oynaşan kumrulara baktı, alaca güneşte oyalanan kediyi gösterdi gülerek. Karısı koluna girdi

- Evlendiğimizde ikimizde gözü kör gönlü sudan temiz iki gençtik. Birlikte büyüdük birlikte öğrendik olgunlaştık. Acı tatlı günlerimizi şu birleşen avucumuzda eritip hayat eyledik. Sen hep bana papatya aldın. Ben karanfili severdim oysa , sen aldın diye papatyaları da sevdim. Sen varsın diye yokluğu da yoksulluğu da sevdim. Sen varsın diye gurbeti bile evim bildim.

Bunca zaman nasıl gönlünü dilini kapatabildin bana?

- Bunca şeyi sen gülüyorsun diye katlandım ben. Senin o gülen yüzüne gölge düşsün istemedim. Derdi veren dermanı da verir dedim. Ama olmadı kır çiçeğim. Gözlerinden yuvarlanan yaşları saklamaya gerek duymadan. Bilirim ki sen güçlüsün atlatırsın çocuklara söyleme, bilmesinler. Doktor altı ay dedi, boğazı düğümlenerek. Kadın kaşlarını çatıp avuçlarını kenetledi adamın parmaklarına

- Bu kadar kolay pes edeceğimi nasıl düşünürsün! Birlikte yeneceğiz üstesinden geleceğiz. Biz yine aynı burada el ele diz dize çocukların kulaklarını çınlatacağız, Selim okulunu bitirecek, emekli olacağız zeytinliğe yerleşeceğiz, he sabah sana menengiç kahvesi yapacağım. Aylak Suna’yı büyüteceğiz daha, o yol iz bilmez ki kuzum. Hem konuşup hem ağlıyordu kadın kocasının razı olmuş merhamet dolu bakışları karşısında. Yola çıkmaya kararlı yolcular gibi adam iki yakasını topladı derlendi toparlandı. Karısının iki elini avuçları arasına alıp.

- Bazen zorlamak azap çile getirir olana razı olup güzelce ayrılalım. Son günlerimizi hep olmasını istediğimiz gibi geçirelim. Sana söylemedim. Hasta olduğum kesinleşince malulen emekli oldum. Zeytinliğe küçük bir ev yapıldı. Hazırlan yavaştan, çocuklar okula dönünce biz ikimiz bahçeye taşınalım. Sen kahveni yap, ben zeytinleri kışa hazırlayayım. Olduğu kadar kuzum, olduğu kader . 

Kadın kocasının omzuna başını yasladı içi kan ağlayan metanetle…

Suna sesleniyordu bahçenin yanındaki patikadan, merak etmişti çocuk,

-Anne neredesin kaç saattir? Başını dayadığı mezar taşından kaldırıp

- Buradayım kızım dedi. Suna boynunu büküp annesini kucakladı. Omzuna düşen örtüsünü düzeltti. Öptü saçlarından. Kadın kızının karşısında mahcup oldu dirayetsizliğinden.

- İyiyim dedi ayaklarım beni hep babana getiriyor, bahçedeki domateslere su verecektim oysa. Suna annesine sarıldı

- Güçlü olmalısın, babam öyle huzur bulur, sen yine gül eskisi gibi , rüyalarına gelir bak, bana öyle oluyor, papatya tarhları arasında elinde kırmızı karanfiller yüzü öyle güzel ki , öyle güzel gülüyor ki annen nerde diyor her seferinde, bana yanına git Suna selamımı ilet karanfilleri solmadan ver annene. Kadın omuzları küçük yüreği büyük çocuğa minnetle sarıldı. 

Küçük akçaağaç kış ortasında kızıla çalan yapraklarını ısrarla dal uçlarında tutuyordu. Bahçenin kuruyan otları arasından yeşeren çimenleri eşeleyen serçelerin dallarına konup uçuşmaları ona ayrı bir yaşama sevinci aksediyordu. Kadın küçük ağacı pencereden özlemle seyrediyordu.

20 Ekim 2022 5-6 dakika 3 öyküsü var.
Beğenenler (5)
Yorumlar (4)
  • 2 yıl önce

    Bir ağaç gölgesi neler duyar iştir nelere şahittir kimse bilmez Güzel bir paylaşımdı Sayın Bulut

  • 2 yıl önce

    Kutlarım Yağmur hanım, tebrikler.