Arkadaş

Onlar aynı köyde doğmuşlardı. Akran olduklarını sanıyorlardı. Aslında ikisi de hangi yıl, hangi ay, hangi gün doğduklarını bilmiyordu.

' Ben ırgatlıkta doğmuşum. Ramazana iki gün varmış doğduğumda.' derdi Kavruk Osman.

Selahattin ise buna hep itiraz ederdi. Mütemadiyen kendisinin Ramazan ayına iki gün kala doğduğunu söylerdi. Kâh tarlada kâh ormanda kâh köy odasında bu konu üzerinde tartışıp durmuşlardı yıllardır.

Kavruk Osman kısa boylu, boynu gövdesine gömük; ak, seyrek sakallı, yüzü yaşına göre temiz bir adamdı. Yaşını tam olarak bilmek mümkün olmasa da yetmiş beşin üzerinde olduğu belliydi. Küçükken ekmek sacının üzerine düşüp bacaklarını yaktığı için Kavruk Osman derlerdi.

Selahattin, Kavruk Osman'ın aksine beli de bükülmemiş olsa iki metreye yakın uzunlukta, yüzünün yarısını kaplayacak büyüklükte burna sahip, çatık kaşlı, esmer, bakınca korkuya kapılacak kadar dehşetli siması olan bir adamdı. Sakalı ekseriyetle aklaşmış olmasına rağmen içinde siyah telleri de bulmak mümkündü. Yaşı da malumunuzdur ki Kavruk Osman'dan ya birkaç küçük ya birkaç gün büyüktü.

Aralarında yaş farkı yok denecek kadar az olsa da gözle görülür bir cüsse farkı vardı. Buna rağmen bu kadim arkadaşlar hayatlarında yalnızca bir kez kavga etmişlerdi. O da tarlada, Ağustos sıcağında tırpan sallarlarken, Selahattin'in, yanlışlıkla tırpanı Kavruk Osman'ın bacağına vurmasından kaynaklanmıştı. Kavruk Osman'ın canı o kadar yanmıştı ki elindeki tırpanın sapıyla o koca cüsseli adama bir iki indirivermişti.


Kavruk Osman'ın iki oğlu vardı. Can yoldaşı, hayat arkadaşı terk-i dünya eyledikten sonra İstanbul'daki büyük oğlanın yanına gelmiş ve onun çatısına sığınmıştı. Memleket gözünde tütse de artık dizlerinde bir kaşık aşı pişirecek takati bulamadığından, gurbete talim etmekten başka çaresi yoktu. Onun hayatta en çok aradığı ise kan kardeşi Selahattin idi. Gelinin pişirip önüne koyduğu bir tas çorbaya şükretmek, ezan sesine bağımlı olup cami yolunda zikretmekten başkaca bir işi de yoktu.

Selahattin'in ise altı oğlu, iki kızı vardı. Karısı öldükten sonra kendisine bakacak dermanı bulamamıştı yorgun bedeninde. En küçük oğlunun büyüğü alıp götürmüştü Isparta'ya ancak gelin iki ay dayanabilmişti Selahattin'in kusmalarına. Çok defa ölüme göz kırpmıştı ama ölüm bile tutmamıştı elinden zavallının. ?Hak'tan izin olmadan Hak'a yolculuk olmaz' deyip bekliyordu. Sonrasında altı oğlan aralarında anlaşıp senede ikişer ay bakmaya karar vermişlerdi. Koca Selahattin o şehir senin bu şehir benim gezip duruyordu dünyanın cambaz yollarında. Yollar kıvrıldıkça yüzündeki çizgiler kıvrılıyor, yüzündeki çizgiler kıvrıldıkça koca bedeni kıvrılıyordu.

Kavruk Osman kadim arkadaşı Selahattin'i ile kavuşmanın gününü sayardı. Hesaplarının bir nedeni vardı elbette. Selahattin'in büyük oğlu Nazmi İstanbul'daydı. Evi de can arkadaşının oğlunun evinin hemen yanındaydı. Gece gündüz, o on iki ayda kendince en değerli olan iki ayı bekliyordu Kavruk Osman.

Hesaplar tutmuştu. Bir gün çıkageldi Koca Selahattin İstanbul'a. Yorgun, mahcup ve utangaçça oturduğundan beri kanepenin en köşesine, aklında arkadaşı vardı Selahattin'in de. Zira bir tek onun dilini anlıyor, bir tek ona anlatabiliyordu ahvalini.

'Bizim Osman buralardaymış ya gelin, nerededir acep?' diye sordu.

Gelin de zaten çok fazla ortalıkta görünmesini istemiyordu. Zira birazdan komşuları çaya geleceklerdi. O yüzden başından savmak istedi.

'Şu karşıki ev var ya... Mavi boyalı olan, orada oturuyor Osman amca. İstersen git de biraz hasret giderin.' dedi.

Zincirinden kurtulmuş kadar sevindi Selahattin. Gergin yüzünde çiçekler açıverdi birden. Yola düştü mavi boyalı eve doğru. Müstakil evin merdivenlerine oturmuş, tespih çekiyordu Kavruk Osman. Arkadaşını görünce bastonuna dayanarak ayağa kalktı. Yüz hatlarını gerdi. Sevgiliye kur yapar gibi gözaltından baktı şöyle. Yavaş yavaş indi merdivenlerden. Yılların yüküyle eğilen çınar da doğruldu birden. Koca gövdesi şimdi İstanbul surlarına Osmanlı bayrağı dikecek kadar diriydi. Kollar hasretle sarıldı. Bedenlerden sevgiye sadakatin yemini yükseldi. Kanlar karıştı birbirine ve asilleşti. Gözler en saf yağmuru doğurdu. Dudaklardan hüzün boşaldı. Kalplere tebessüm oluklarından sevinç doldu. Rüzgâr kıskandı onları. Tuğlalar ve beyinleri kalıba sokan betonun vicdanı sızladı. Sevgi şaha kalkmıştı bütün maddeye inat. Onlardı şimdi dünyadaki tek hakikat.

Kollar gevşedi yavaş yavaş. Dirilen bedenler muhabbetle yol almaya başladı İstanbul sokaklarında.
'Hayırsız, bu güne kadar neredeydin? İnsan gelmez mi hiç?' dedi Kavruk Osman.

'Neylersin Osman'ım... Bir o oğlanın yanında bir bu oğlanın yanında... Dünya işte neylersin...' derken içinden bir şeyler kopuyordu sanki Selahattin'in.

Fakat gün hüzün günü değil sevinç günüydü. Başladılar geçmiş zamanı yad etmeye. Amansız sıcağın altında tırpan salladıklarından, ormanda apartman boyu çamları nasıl devirdiklerinden dem vurdular. Yürüdü iki arkadaş İstanbul'un adam yutan sokaklarında. Bir hayırsever yollarını Eyüp Sultan'a düşürdü. Koca Selahattin için bundan mesut bir gün olabilir miydi ki? Zira Kâinatın Efendisi'nin yüzünü görmüş, onun ashabından Eyüp el- Ensari yatıyordu burada. Sultan Fatih'in diktirdiği bu kutsal yapının içinde Rab'e kulluk etmek bahtiyar olmak için yeter de artardı bile. Öğle namazını burada kıldı iki arkadaş. Dua ettiler ahiretlerinin selameti için. Vefasız evlatlar için bile Allah'a tövbe ettiler.

Sonra yürüdüler şükrederek. Ama şimdi nereye gittiklerini bilmiyorlardı. Önce Eyüp'ün içine girdiler. Biraz dolaştıktan sonra yolları yine sahile çıktı. Sahil boyu Haliç'in sularını seyrederek, kah gülüşerek kah mahzunlaşarak yürüdüler... Sonra yokuşa verdiler kendilerini.

Haliç Köprüsü'ne çıkan yol evlerine giden yola çok benziyordu. Köprüye çıkaran merdivenlerden dizlerini tuta tuta çıktılar. Yol bitmişti burada.

'Yine yanlışa soktun bizi Osman.' dedi Selahattin, 'Zaten gençliğin de böyleydi senin!' diye de ekledi. Gülüştüler.

'Aha şu karşıya geçtik mi eve yaklaştık demektir. Kim demiş yanlışa soktuğumu?' diye cevap verdi Kavruk Osman.

Bir süre yolun sağına soluna bakıp:

'Sen bilmezsin buraları. Hele şu elimden tutuver .' diye Selahattin'in elinden tutuverdi. Önce yola çıkıp çıkmakta tereddüt etti. Sonra ani bir kararla yürümeye başladı. Kendisi yürüdüğü gibi Selahattin'in koca bedenini de arkasından sürüklüyordu.

'Aha şu karşıya geçtik mi evimize ulaştık demektir.' diye tekrar etti.

Adım attılar karşıya. Birkaç saniye sonra İstanbul'un boğuk sesi duyuldu. Haliç derin bir iç çekti. Eyüp Sultan'ın minareleri ağlamaya başladı. Geçtiler karşıya. Çok sürmedi evlerine ulaşmaları. El elde gönül gönülde gülerek girdi iki dost evlerine. Ayrılmamak üzere, horlanmamak üzere evlerine ulaştılar.

Kaza tutanağında şunlar yazıyordu: ' D?100 Karayolu Okmeydanı istikameti Haliç Köprüsü girişinde, saat 16.00 sıralarında, kimlikleri henüz tespit edilemeyen 80 yaşlarında iki erkek şahıs karşıdan karşıya geçmeye çalışırken, aynı istikamette ilerleyen... plakalı otomobilin çarpması sonucu olay yerinde ex olmuştur. Şahısların cesetleri... Hastanesi Morgu'na kaldırılmıştır...'

20 Ağustos 2012 6-7 dakika 20 öyküsü var.
Beğenenler (4)
Yorumlar (1)
  • 11 yıl önce

    Yazarın gerçeği midir yoksa en naif tahayyülü müdür bu son o iki kadim dost için bilemiyorum ama,hem gerçekle hem hayalle burun buruna geldim okurken. Başarılı bir yapıttı.Türk toplumunun yaşlıya olan içler acısı tutumununda hikaye de yer alması çok güzeldi. Tebrik ediyorum.